Esselâmü aleyküm.
Sizi bir dakika önce de aradım ama telefon hattında bir problem vardı.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, iyiyim.
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?
(Av. Yılmaz, kendisinin çok iyi olduğunu, herhangi bir problem bulunmadığını söylüyor.)
Problem yok; güzel, güzel.
Herkes nasıl?
(Av. Yılmaz, herkesin iyi olduğunu söylüyor.)
Tamamdır.
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı peki?
(Av. Yılmaz, camilere yönelik olarak son günlerde Avrupa’da yaşanan saldırılarla ilgili neler söylemek istediğini soruyor Carlos’a.)
Bunlar, yâni camilere yönelik saldırılar, marjinal durumlardır.
Tabiî, müslümanlarla hıristiyanlar arasında tarihten gelen bir çatışma da var. Eski zamanlarda, müslümanlar –biz de öyle diyelim- medenî, ileri ve gelişmişken, hıristiyanlar daha az gelişmişti. Esas itibariyle Endülüs’ten başlayarak Avrupa’da yaşanan ve Türklerin Macaristan’a kadar ulaşmasıyla devam eden İslâmî yayılma, insanların hâlâ hafızalarında. Avrupalılardan çok daha iyi silâhlarla –ki, o dönem Şam’da üretilen çelik, dünyanın en iyisiydi-; aynı şekilde, çok çevik, güçlü, güzel ve küçük Arab atlarıyla teçhiz edilmiş müslüman ordularının hatırası, bir kısım Batılının DNA’sında mevcuttur hâlâ.
Derken, modern sömürgecilikle birlikte işler değişmeye başladı. Arabların gelişmesi durdu; insanlar sömürülmeye başlandı; sadece Avrupa lisanlarını değil, kendi öz lisanlarını bile -Arabça, Türkçe, Berberice, artık her neyse- okuyup yazamayacak derecede bir cehalet kuşattı müslüman dünyayı.
Peşinden, 1950’lerde Abdünnasır ve diğerleriyle yaşanan bağımsızlık hareketleri döneminde Avrupa’ya giden bazı Arabların, orada çocukları doğmaya başladı bilâhare. Böyle olunca, Batılı nüfusun bir kısmında, saldırgan olmasa bile savunmacı bir tarzda yeniden arttı ırkçılık.
Meselâ, altı milyon Arab yaşamaktadır bugün Fransa’da. Bu da net değildir gerçi. Kimileri bunun yaklaşık on milyon olduğunu söylemektedir. Her ne olursa olsun, Fransız nüfusunun neredeyse yüzde 10’u Arab’tır artık.
Üstelik çoğu gençtir bu insanların. Çünkü müslüman olmayan ailelere, hıristiyan ailelere kıyasla, daha fazla çocuğu vardır müslüman ailelerin.
Sonuç olarak, Avrupa’da yükselen müslüman varlığına ve gelişimine paralel biçimde, sözkonusu an’anevî ırkçılık duygusunun da yeniden kuvvetlendiğini görüyoruz.
Yine unutmayınız ki, hernekadar bugün Fransa’daki hapishâne sâkinlerinin yarısından fazlası müslüman kökenli olsa da, çalışkan insanlardır bunlar ve diğerlerinin aldığından daha az bir maaşla çalışmaya hazırdır çoğu.
Ayrıca; camilere yönelik saldırılarda yukarıda bahsettiğim zıtlaşmaların payı olduğu gibi, bugün Avrupa’daki kiliselerin boş olmasının da payı vardır. Avrupa’daki yüzlerce kilise kapalıdır bugün. Avrupa’nın kalan yerleri bir yana, “Kilise’nin en büyük kızı” namlı Fransa’daki mevcut durum budur. Evet, Charlemagne döneminden beri böyle adlandırılan Fransa bile durum böyle.
(Carlos, 814 yılında ölen Frank ve Lombard Kralı, Kutsal Roma İmparatorluğunun da kurucusu Charlemagne [Şarlman] hakkında bilgi veriyor; Vatikan da içinde olmak üzere Avrupa’nın büyük bölümünü ele geçirdikten sonra Papa tarafından “Batı Roma İmparatoru” ilân edilen Charlemagne’ın soyundan gelenlerin, I. Dünya Savaşı’na, 1918’de Viyana düşene kadar aynı ünvanı taşıyarak Avrupa’da hüküm sürdüklerini söylüyor.)
Böyle bir tarihî arka plânı da olmak üzere, şimdi dünyanın merkezindedir müslümanlar. Bir “güç” teşkil ettikleri için değildir henüz bu. İslâmın manevî gücüdür sözkonusu olan. Her gün daha fazla insan İslâmı seçiyor bugün.
Yine, müslüman ülkeler, hani “müslüman ülke” denilenler, daha doğrusu nüfusunun çoğunluğu müslüman ülkeler bile, 50 yıl önce sahib olmadıkları bir ekonomik güce sahibtir bugün.
Diğer yandan, farklı dinî grublar, farklı İslâmî mezhebler, yahud Dürzîler, Alevîler, İsmailîler gibi ilkel İslâmî mezhebler, yine Şiî müslümanlar ile, çoğunluğu teşkil eden ve an’anevî istikameti takib ettiğini savunan Sünnî teşkilâtlar arasında sıcak çatışmalar yaşanıyor her yerde.
Dünyadaki herkes, tüm bu çatışmaları yahud bombardımanları haberlerde görüyor, izliyor. Böyle olunca, İslâmın, insanların hem şuurlarında hem de şuuraltlarında bıraktığı derin bir tesir sözkonusu oluyor.
Bu yüzdendir ki, ırkçı dediğimiz çevreleri teşkil eden hıristiyanlar veya yahudiler, yanlış bir düşünce belki ama, Avrupa’da da müslüman çoğunluğu ve baskısı altında kalacaklarını düşünüyorlar.
Bir yandan kiliseler kapanırken, yetmiyormuş gibi, diğer yandan da bu kapatılan kiliselerin müslümanlar için açılıp –artık “kilise” olmuyorlar tabiî-, ibadet için onlara tahsis edildiğini görüyorlar. Fransa’daki bazı köylerde ve küçük kasabalarda böyle oluyor meselâ ve oralarda cami olmadığı için, eski kiliseler müslümanların ibadetine tahsis ediliyor.
Sözkonusu İslâm karşıtı tutumun peşinden gelen tepki, bazı aşırı uçlardan veya problem çıkarmaya çalışan ajan-provokatörlerden kaynaklanıyor. Hattâ camilerin bombalanmasına kadar varıyor bu tepki. Çok kötü bir şey elbette.
Daima söylemişimdir: Müslümanların sırf ibadet edebilecekleri başka bir yer olmadığı için caddelerde namaz kılmak zorunda kalması ayıbtır. Buna meydan verilmemesi gerekir. Paris veya başka şehirlerde, özellikle bayram namazları sırasında bunlar yaşanıyor ve binlerce insan caddelerde namaz kılıyor.
Sebebi de şu ki, 50 kişinin ancak namaz kılabileceği bir yer tahsis edildiği için, kalan 500 kişi dışarıya taşıyor. Buna izin verilmemeli; hattâ ille cami tahsis etmek de gerekmez, hiç olmazsa, artık kullanılmadığı için şimdi boş olan bina veya depolar ibadet için müslümanlara tahsis edilmelidir.
İslâm düşmanları bundan hoşlanmayacaktır kuşkusuz. Sözkonusu İslâm düşmanlarının mutlaka “dindar” hıristiyan veya yahudiler olması da gerekmiyor. Hiçbir inancı olmayan öyle insanlar var ki, politik, ideolojik ve an’anevî bir takım sebeblerle, İslâm düşmanlığı yapıyor. Özellikle sağ kanadın ırkçıları arasında çoktur böyleleri.
Neticede, bu şekilde devam ediyor provokasyon.
Bu arada, yine bu çerçevede bir başka bir mesele daha gündemi işgal ediyor; Avrupa’da günden güne daha fazla camiye müsaade edildikçe, minarelerden okunan ezanlar da bir başka problem konusu oluyor.
Avrupalıların bundan rahatsızlık duyması anlaşılabilir. Müslüman olmayan ve hıristiyan katolik geleneğin hüküm sürdüğü bir ülkedesiniz sonuçta. Sabahın en erken saatinden başlamak üzere, minarelerden okunacak ezanlarla insanları her gün namaza çağırmak, çevrede ikamet eden müslüman olmayanları rahatsız edebilir. Bu bakımdan, minarelerden günde beş vakit okunacak ezanlarla insanların namaza çağrılmasına izin verilmemesi, anlaşılır ve mantıklı bir istektir; zaten önemli olan da bu değildir.
Ancak, minare inşâsı hakkında bir mesele, hâlâ ortada duruyor. Ne de olsa minare inşâ etmek, müslüman geleneğinin bir parçası olan güzel bir şey. Nasıl kiliselerin çan kuleleri varsa, camilerin de minareleri olur. İlle de ezan okunması gerekmez yâni.
Kaldı ki, Suudî Arabistan dışındaki bütün müslüman ülkelerde, çan kuleleri de vardır kiliselerin; her yerde görebilirsiniz bunu.
Neden olmasın? Hem bu çanlar her gün birkaç saatte bir çalınacak da değil. Ülkem Venezüella’da bile böyle bir şeye izin verilmez meselâ. Ancak yılın belli bazı özel günlerinde, Noel gibi dinî tatillerde falan çalınır çanlar.
Minarelerden okunacak ezanlar için de geçerli olmalıdır aynı durum. Bayram namazı veya Cuma namazı için neden Avrupa’daki cami minarelerinden ezan okunmasın ki? Kimseyi rahatsız etmez ki bu. Nüfusun bir kısmının kültürünün bir parçası olacaktır sonuçta. Ne var ki, bu kadar ikinci derece bir meseleye bile izin verilmiyor.
Böylesi tartışmalara ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan şey, her iki dinin mensublarının da beraberce ibadet edebilmesidir. Bu bir haktır.
Minare olmasın mı istiyorsunuz ille; tamam, o da olmasın. Fakat beraberce ve hür biçimde ibadet edebilmeliyiz ki, işte asıl önemli olan budur. Bunun yapılmasını engelleyebilecek hiçbir kanun da yoktur.
Ancak, buna bile olsun müdahale etmeye çalışan herkes, İslâm düşmanıdır; ve biz hepimiz, İslâm düşmanlarına ne yapmamız gerektiğini çok iyi biliriz.
İnsanlar, İslâm geleneğine, Kur’ân vahyine inanmayabilirler; bu onların haklarıdır. Onların inandığına da biz inanmayız ne de olsa. Fakat fizikî olarak camilere saldıranlara ve yine müslümanların haklarını engellemeye kalkan kimi iktidar odaklarına gelince -ki molotof kokteyli atmaktan bile daha kötü şeyler yapılıyor-, bunlar en etkili fizikî yollarla engellenmeli ve bertaraf edilmelidir. İnancım budur.
İnandığım bir diğer şey de şudur ki, inanan herkes saygı duyulmayı haketmektedir. Tüm dinlerin tüm inananlarını kastediyorum; ister semavî isterse çok tanrılı bir dinden olsun, herkesi. Dilediğine dilediği gibi inanma hakkı vardır insanların.
Ve biz de, zorla İslâmı kabule zorlamamalıyız insanları. İkna edip inandırarak, tartışmalar yoluyla, fikir alışverişleri gerçekleştirerek inancımıza kazandırmalıyız herkesi. Şayet herkesi İslâma kazandırmayı başaramıyorsak, bu da bir problem değildir. Nasıl olsa sonuçta böyle olacaktır ve bir zaman meselesidir yalnızca bu.
Şiddet kullanan o İslâm düşmanlarına gelince, bunlar “ikinci derece” sorumlulardır gerçekte. Evet, camilere veya mescid olarak kullanılan binalara molotof kokteyli atan, gece vakti o ibadet mahallerine girip bir takım pislikler yapan, kısacası fizikî şiddet kullanan o ırkçı marjinal haydutlar değil, “arkasındakiler”dir asıl mesele. Peki kimdir onların “arkasındakiler” denirse, politik şahıslardır bunlar ve müslümanların önüne her fırsatta ve her seviyede engel çıkartmaya bakan, çoğu ülkede anayasal bir hak olmasına rağmen müslümanların ibadet etme ve inançlarının gereğini yaşama hakkını gasbetmeye çalışan kişilerdir bunlar.
O kadar da önem atfetmemeliyiz bu marjinal meseleye, fakat görmezlikten de gelmemeliyiz.
Hiç kuşkusuz, İslâma ve müslümanlara saldıranlar, hakettikleri münasib cezayı, münasib bir şekilde almalıdırlar. Fazla teferruata girmeyeceğim bu konuda, ama ne kasdettiğimi eminim herkes anlayacaktır.
(Carlos, 15 Aralık 2014’te Paris Üniversitesi için bir proje kaleme aldığını, ancak imzaladıkları sözleşme dolayısıyla önce üniversite onu yayınlayacağı için kendisinin şimdiden yayınlamasının maalesef mümkün olmadığını söylüyor… Bu metinde, psikolojik savaştan bahsettiğini ve bu çerçevede şu ân devam eden İslâmcı savaşa atıf yaptığını vurguluyor… Sadece emperyalist düşman tarafından değil, bu işte asıl usta olan siyonist düşman tarafından yapılan medya manipülasyonuna dikkat çekiyor… Ancak, bu savaşta, Suriye ve Irak’taki mücahidlerin yaptığı gibi, İslâm devrimcilerinin de artık öne çıktığını, medyayı şok edici fakat çok etkili bir tarzda, dünyadaki mü’minleri veya İslâmı yeni kabul etmiş kimseleri harekete geçmeleri, hattâ silâha sarılıp düşman hedeflerine, İslâm düşmanlarına saldırmaları için kullandıklarını ifâde ediyor… Dünyada bu bakımdan çok ilginç şeyler yaşanmakta olduğunu belirtiyor Carlos…)
Karanlıkta ve gizlice camilere saldıran o ırkçı ve korkak piçlere –böyle diyelim!- şunu hatırlatmak isterim sadece:
Mü’minler olarak bizler, İslâm düşmanlarına, o emperyalistlere, “gündüz aydınlığında” saldırıyor ve perişan ediyoruz!
Bir şeyi asla unutmayınız: Korku, bizim tarafımızda değildir!
Bizim atom bombalarımız yok henüz. Fakat en büyük kitle imha silâhı da yine bizde: İnancımız ve kendimizi fedâ ruhumuzdur bu. Şayet düşmanı imha edecekse, ölmekten hiç korkmuyoruz biz!
Allahü Ekber.
Baran Dergisi 417. Sayısı