Gençlerin harıl harıl İbda Külliyatı’nı okuduğunu, hatta baskısı biten birkaç kitabı nerede buluruz çabası içinde olduğunu biliyorum. Mesela herkesin elden ele dolaştırdığı, “Bütün Fikrin Gerekliliği”… Nadir kitap satan sahaflar, (fırsattan istifade 40-50 tl arasında) ikinci el olarak satıyorlar… “Sefine” ve “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserler de sanıyorum tükenmiş durumda. Hakeza “Kültür Davamız” ve “Telegram”… Hatta henüz yeni baskı yapmış olan “Hikemiyyat” bile bitmek üzere diye duyuyorum. Bunlar kısa zamanda baskısı tükenen eserler.
Fakat bunun yanında kelli-felli adamlar, “anlamıyoruz” şemsiyesi altında Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu okumamaya bahane üretiyorlar. “Dili çok ağır” ifadesine ise her duyduğumda şaşırıyorum. Çünkü henüz lise talebesiyken “İbda Diyalektiği”ni elimde Osmanlıca-Türkçe sözlükle okumuştum. Fakat “okumuştum” ve kendimce “anlamıştım”. Üstelik o dönem İsmet Özel, Abdurrahman Dilipak gibi yazarları da okuyor olmama rağmen, bilmediğim ne çok kelime ve kavram var diye düşünmüştüm. Bir dünya görüşünün dil ve mânâ haritasını hecelemeye başladığımı sonradan anlayacaktım.
Misâl olarak şöyle düşünelim: Batı’dan Kant’ı, bizden Muhyiddin-i Arabî Hazretlerini okumanız gerekiyor diyelim. Şimdi bunları okurken “anlamamak” gibi bir bahane üretebilir misiniz? Evet, ikisinin de metinleri ağırdır, ama ne yapar eder, önce onların diline aşinalık kurarak yavaş yavaş okumaya başlarsınız. Açıkçası felsefe eğitimi görmemiş biri olarak, o dile aşinalık kurmak için Felsefeye Giriş kitaplarını Felsefe sözlükleri ile birlikte okudum. Kant’ı, Haydeger’i anlamadım, Bergson’un dili çok ağır demedim. Çünkü bütün bir Batı Felsefesi ile hesaplaşan Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu okuyorsanız “Felsefe”den anlamanız gerekir. Bu hesaplaşma İslâm Tasavvufu’na nisbetle, onun önünde gerçekleştiği için Tasavvuf metinlerini elden geçirmeniz gerekir. Bunun yanında İslâm tefekkürünün belli başlı köşe taşlarını okumanız gerekir. Yani İbda Külliyatı “çalakalem” okunacak eserler değildir, bir dünya görüşünün “küll” halinde ortaya konulduğu bir külliyattır. Mütefekkir’in deyimiyle “İslâm’a muhatap olmanın usûlü”dür İbda Külliyatı. “İbda Reçetesi” dediği şey işte tam olarak budur.
Ruskin şöyle der:
"Eğer bir yazarın değeri varsa, ne demek istediğini hemen kavrayabileceğinizi sanmayın. Dahası da var; eserin mânâsını bütünüyle kavrayabilmeniz için aradan uzun bir zaman geçmesi gerekecektir. Bu durum, yazarın söylemek istediği şeyi söylememiş olması ile ilgili değildir; fikrini ifade etmek için kuvvetli kelimeler kullanmayışından da ileri gelmemektedir; sadece, fikrine nüfûz etmek isteyip istemediğinizden emin olabilmek için, düşüncelerini ancak üstü kapalı bir şekilde ve birtakım teşbihlerle ifade etmesinden ileri gelmektedir. Bunun neden böyle olduğunu pek anlayamıyorum; ayrıca akıllı kimselerin, en derin düşüncelerini her zaman saklamalarına yol açan bu amansız sessizliği, ve bu amansız ketumluğu tahlil de edemiyorum. Bu gibi kimseler, düşüncelerini size yardımcı olacak şekilde söylemezler; bunun tam aksine, sizin göstermiş olduğunuz gayretlere bir mükâfat olarak sunmak isterler ve bu mükâfata ulaşmadan önce, onu kazanmaya lâyık olup olmadığınızı kesin olarak bilmeyi arzu ederler."
Yani okumamaya bahane olarak “anlamamayı” ileri sürmek, hele bunu bir de “aydın” kisvesi altında yapmak tek kelimeyle “ayıptır”… Niçin? İbda’nın bir davası, bir hedefi ve bir iddiası var. Bunu da öyle kuru slogan olarak değil 60 küsür ciltte ortaya koymuş bir Mütefekkir var. O zaman ne yapılır, oturulur, eleştirmek için bile olsa bu eserler bir güzel okunur. Ama ne dostta ne düşmanda böyle hasbî bir tavır göremiyoruz. Okuyan da gizli gizli okuyup, kelimelerin yerini değiştirip intihal yapıyor.
Bir röportajda Salih Mirzabeyoğlu’na “anlaşılmama” mevzuu sorulduğunda verdiği cevabı tekrar hatırlatmakta fayda var:
“- Evvel eski bir “anlaşılmama” mevzu var… “Anlaşılmanızın zor olduğu” meselesi?..
- Bu da eski ve eski olduğu kadar da eskimemiş yeni bir mevzu demek ki… Fazla teferruata girmeyeceğim; bir şeyi anlamamak, ya mevzunun derinliği ve çetrefilliğiyle ilgilidir veya muhatabın donanımsızlığı -şuur seviyesi- ile ilgilidir veya bu ikisini de kapsar şekilde; “dil”in imkânları ile ilgili… Misâl olsun diye söylüyorum; “Matematik bir dildir, matematikçiler o dili konuşur ve problemleri o dil içinde çözer. Bunun gibi; “her dünya görüşü ayrı bir dildir” derken, demek ki, herkesin bildiği değil de “öğrenilmesi” gereken şeyi de işaretlemiş oluyoruz… Şimdi ben sorayım; tâ Kültür Davamız’dan beri, bu muazzam dil zenginliği içinde, bu muazzam diyalektik örgü içinde, neyi anlamaya çalıştın da, gayret ettin de neyi anlamadın?.. Sadece “anlama-anlaşılma” üzerinde dahi, yeterli çaba ve gayretle yoğunlaşılmış olsa, fikrin derinlik buudu zevkini muhatabına verir. Bu bile başlı başına tutturmaya çalıştığımız mayanın “sefil kolaycılık ve ucuzculuk” işi olmadığını, bunu dışladığını göstermeye kâfidir. Şiir zevki, estetik idrâki, lisan kültürü, sanat çabası, ilim gayreti hep bunun etrafında oluşan şeyler değil mi… (…) Tamam, “anlaşılmış” olanlara bakalım?.. “Anlamak”, anladım iddiasının dışında, anlamışlığın tezahürleri ile görünecek bir keyfiyet değil mi? Hani?.. O keyfiyet (anlamak) iş ve eser olarak görünürlük kazanmadığı sürece, anlamak ve anlamamak arasındaki FARK da “görünmeyecektir…” Bari bunu olsun anla!.. Dil, dünya görüşü, hayat tarzı gibi meselelere hiç girmiyorum… (…) Hadi, bilmeden konuşmak, anlamadan yazıp çizmek gibi basitlikleri es geçelim… Orada o kadar eser, o kadar mevzu… Hiç birini okuyup anlamıyorsun ama, iş “uçurmaya” veya “batırmaya” gelince, hop ölçüsüz endazesiz atlıyorsun… Biri “okuyucu”ların, diğeri “okumaz”ların hâli… Ne garip… Hâlbuki iki taraf için de ön şart; “tanımak… anlamak…” Birinde, insan bilmediği, tanımadığının düşmanıdır, diğerinde düşmanını düşmanından daha iyi tanıman gerektiği ölçüsü… “Küfrün kaynağını bilmek” de dahil…”*
Demek ki mesele temelinde “okumamak”… Okumuyorum demek yerine “anlamıyorum”a sığınarak kendini temize çıkarmak.
Çünkü İbda külliyatı “okumak”la biten bir iletişim kurmaz okuruyla, ondan “sorumluluk almasını” ister, yükü omuzlanmasını, emaneti yüklenmesini, anladığının tezahürünü iş ve eser olarak bekler.
“Anlayamıyorum” lafına sığınanlar, İbda’nın ortaya koyduğu kâinat plânını, dünya görüşünü, muhatabından beklediği inkişafı göze alamıyorlar bizce…
Çünkü İbda Külliyatı, yaşayan, canlı ve hareketli bir dile sahip; muhatabını fıkırdatan, yapmakta olduğu işi sorgulatan, nefsini hesaba çekmeye davet eden, bu dille hayatı yeniden anlamlandırmaya çağıran, insanı kalbinden yakalayan bir dünyaya davet eder. Fikir dünyasına. Fikir ise acıdır. Köşe yazısı okumaya benzemez. “Zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?” der Üstad Necib Fazıl.
Son söz Salih Mirzabeyoğlu’nun “Marifetname” isimli eserinden:
“Mütefekkirin mektebi, hekimin eczanesi gibidir. Oraya zevk duymak için değil, kurtaran ıstırabı çekmek için gidilir. Birinin çıkık bir omuzu, ötekinin başında bir yarası mevcuttur; zevk, onları iyi edebilir mi?”
* 24 Haziran 2013, Milli Gazete
Baran Dergisi 549. Sayı