"Yerli üretimin önündeki engeller kaldırılmalı ve yerli yatırımcının siyonist uluslararası şirketlerin pençesine terk edilmesine mâni olunmalı."
Aksa Tufanı, İslâm âlemi ve Batı dünyası için bir değişim ve dönüşüme vesile oldu mu? Bu vaziyeti artıları ve eksileriyle ele alacak olursak, neler söylemek istersiniz?
Aksa Tufanı Operasyonu, İslâm âlemi ve Batı dünyasında büyük bir değişim ve dönüşüm değil fakat değişim ve dönüşümün işaret fişeği olarak tarihe geçmelidir. Öncelikle içinde yaşadığımız gerçekliğin doğru resmedilmesi gerektiği kanaatindeyim. Dünya, Teoman Duralı’nın ifadesiyle, İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin tahakkümü altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Dünyayı adeta bir ahtapot gibi kuşatan İlluminati Çetesi resmî kurum ve kuruluşları kendi iktidarını perdelemek için kullanmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de veto yetkisine sahip olan ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere, aynı zamanda dünyanın en çok silah üreten ve pazarlayan ülkeleridir. Yaşadığımız dünya, güçlünün haklı olduğu bir başka ifadeyle orman kanunlarının geçerli olduğu bir dünyadır. Aklı başında hiçbir insan böyle bir dünya düzeninin meşru ve adil olduğunu iddia edemez.
Gazze Tufanı sonrasında yaşananlar, Batı’nın dilinden düşürmediği insan hakları söyleminin yeryüzünü sömürmek adına kullanılan bir aparat olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. İngiltere'nin Kudüs'te bir Yahudi Devleti kurulması gerektiği ile ilgili bildiğimiz ilk faaliyetleri 1800’lerin başlarına kadar gider. 1827-1839 arası İngilizlerin yoğun çabasıyla Kudüs'teki Yahudi nüfusu 550'den 5500'e çıkmıştır. Sultan Abdülhamid tehlikeyi fark etmiş ve gerekli tedbirleri almış, sonrasında tüm Osmanlı borçlarının silinmesi teklifini de reddederek süreci elinden geldiğince ötelemiştir. İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Siyonist lider Rothschild'e “Majestelerinin Hükûmeti, Filistin'de Yahudiler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.” (1917) şeklindeki hitabı “Bir milletin (İngiliz), başka bir millete (Yahudi), üçüncünün (Arap) ülkesini vadettiği” Balfour Deklarasyonu olarak tarihe geçecektir. Bu tarihten sonra bölgenin Müslümanlar açısından güvenli olmaktan çıkarılması amacıyla siyonist terör örgütlerince gerçekleştirilen katliamlara hız verilmiş Osmanlı'nın bölgeyi terk etmek zorunda kaldığı günden itibaren bölgede kan ve gözyaşı eksik olmamıştır. Vlademir Jabotinsky'nin 1923 yılında kaleme aldığı Demir Duvar makalesi o günden bugüne siyonistlerin gerçekleştirdiği katliamların mantığının özetler:
“Ne şimdi ne de görünür gelecekte Araplarla bir uzlaşmaya varmamız söz konusu bile olamaz. (…) Filistin'in bir Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp Yahudi çoğunluğa ait bir ülke haline getirilmesi konusunda Filistinli Araplarla gönül rızasına dayalı bir anlaşma sağlamak kesinlikle olanaksızdır.”
İşgal devleti olan İsrail kurulduktan sonra gerçekleştirilen ilk büyük katliam olan Der Yasin katliamında (9 Nisan 1948) cesetlerin parçalanmasından sistematik tecavüzlere kadar akıl almaz vahşetler işlenirken her köyden birilerinin özellikle sağ bırakılması dehşet dalgasının duyurulması ve bölgenin Müslümanlar tarafından terk edilmesinin hedeflenmesidir. İsrail’in bugün sergilediği pervasızlık Filistin tarihine yabancı olanları şaşırtıp dehşete düşürse de Filistin halkı için yeni olan hiçbir şey yoktur.
İlluminati Çetesi, İngiltere Merkez Bankası'na 1800’lerin başında, ABD Merkez Bankası’nı ise 1900'lerin başında ele geçirmiştir. Dedesi Yahudi olan Stalin önderliğinde gerçekleştirilen Ekim Devrimi’nin finansmanını İlluminati Çetesi üstlenmiştir. O dönemde Bolşevik Partisi Umumi İdare Heyeti'nin büyük çoğunluğu Yahudi’dir. 1947 Nisan'ında İngiltere, Filistin'deki kargaşanın BM'de çözülebileceğini ilan edince Yahudi lobisi harekete geçer. ABD ile SSCB ortak bir teklif vererek bir Yahudi devletinin kurulmasını isterler. 26 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu'nu toplayan ABD, bir Yahudi devletinin kurulması için oylama ister... Yeterli çoğunluğu sağlayamayan Amerika ertesi gün ikinci bir oylama ister. Ancak bu oylamada da yeterli çoğunluk sağlanamaz. Bir gün ara veren Amerika, Latin Amerikalı üye ülkelere inanılmaz düzeyde baskı ve tehdit uygulayarak 29 Kasım'da tüzüğe aykırı olarak 3. oylamayı yaptırır; gerekli çoğunluğu 1 oy farkla temin eder ve Filistin topraklarında bir Siyonist devlet kurulmasını sağlar. Bu oylama yapıldığında Yahudiler İsrail topraklarının henüz yüzde 5-6'sına sahiptir. Çizilen haritada bu oran en verimli alanlar dahil olmak üzere yüzde 56'ya çıkarılır.
İsrail, Batı dünyasının bu topraklardaki bekçi köpeğidir
Yeryüzünde adaletin teminatı olarak ortaya çıktığını iddia eden Birleşmiş Milletler teşkilatının sergilediği bu tavrın izahı yoktur. İsrail, Birleşmiş Milletler eliyle İslâm dünyasının kalbine saplanmış bir kaos hançeridir. Yüzmeyen uçak gemisi olarak da tanımlanan İsrail, adeta Batı dünyasının bu topraklardaki bekçi köpeğidir.
Kurulduğu günden bugüne sistematik katliamlarla gelişme politikası sürdüren İsrail için en uygun tanımlama gayrı meşru bir "işgal devleti" olacaktır. İsrail yetmiş yıldır katliamlar marifetiyle sınırlarını genişletmektedir. İsrail gerçekleştirdiği katliamlar söz konusu olmasa bile nihayetinde bir işgal devletidir. Halkı Müslüman olan devletlerin liderleri bütün sorumluluğu Netanyahu hükümetine yıkıp İsrail'in bir terör devleti olduğu gerçeğinin üzerini örtme ikiyüzlülüğünün arkasına saklanmak yerine bu gerçekle yüzleşmek zorundalar.
Bu topraklara ait olmayan İsrail'in bölgedeki varlığı dünyada var olan sistemin varlığını devam ettirdiğinin belki de en somut göstergesidir. Dolayısıyla İsrail bölgede var olduğu sürece dünyada hâkim olan sistemin temel yapısının değişmemiş olduğu da söylenebilir.
Peki, Arap rejimlerinin şu anki vaziyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batılıların Ortadoğu dediği bu topraklarda Batı emperyalizmin etkisi derinlerde saklıdır. Seçimler ya yoktur ya da göstermeliktir. Özellikle İngiltere'nin bölgedeki etkisi buzdağının görünmeyen yüzü şeklindedir. Halkta karşılığı olmayan azınlık unsurlar Batılı güçler tarafından desteklenirler. Sömürgeciliğin mantığı bunu gerektirir. Sizin sayenizde iktidar yüzü görenler, ancak sizinle işbirliği içinde oldukları sürece iktidarda kalabileceklerdir.
Filistin halkı bu gerçeği İsrail kurulduğu sırada gerçekleşen ilk büyük savaşta yaşayarak öğrendi. Arap liderlerin aslında kullanışlı birer maşadan ibaret olduğu o günlerde açığa çıkmıştı. 7 Ekim'den hemen sonra Netanyahu bu gerçeği bir kez daha hem de açık açık “Çıkarınızı korumak istiyorsanız sessiz kalın” diyerek hatırlattı.
Hamas’ın kurucusu Ahmet Yasin, 67 savaşı öncesinde bu gerçekliğin farkındaydı. Yaklaşık 30 yıl boyunca ve sabırla Gazze'de kendi dinamiklerini esas aldıkları bir direnişe hazırlandılar. Özellikle 80'li yılların hemen başında silahlı mücadele noktasında ortaya koydukları olumsuz tavır sebebiyle özellikle sol fraksiyonlar tarafından ihanetle suçlanıyor ve hatta alay konusu haline getiriliyorlardı. Ahmet Yasin ve arkadaşlarının kendilerinden başka hiçbir beşere güvenmeyerek yola çıktığı gerçeği dikkate alınmalıdır. Hamas bu gerçeklik üzerine bina edilmiştir.
Habercilik anlamında Türkiye ve Batı medyası Filistin’i tam anlamıyla anlattı ve gösterebildi mi?
Dünyadaki önemli haber ağları siyonistlerin elindedir. Bu sayede bugüne kadar siyahı beyaz yahut beyazı siyah göstermekte önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Geçmişte Roger Garaudy, “İsrail Mitler ve Terör” isimli önemli ve ses getiren eserini “siyonist lobi” baskısı sebebiyle herhangi bir yayın evine bastıramamış, kendi imkânlarıyla bastırmak zorunda kalmış ve sonuçta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından yargılanıp suçlu bulunmuştur. AİHM’in “Holokost” efsanesinin gerçekliğinin sorgulanmasına bile tahammülü yoktur.
Tüm dünyayı kuşatan siyonist terör şebekesi 7 Ekim’de hazırlıksız yakalandı. 7 Ekim'den hemen sonra sistem tüm unsurlarıyla devreye girmiş olsa da sosyal medyaya ilk başlarda yeterince müdahil olamadılar. Batı dünyası tüm kurumları ile İsrail'e destek verirken sosyal ağlar üzerinden gerçeklikle böylesine çarpıcı bir şekilde ilk kez yüzleşen Batı halkları sokaklara indi. Özellikle Tiktok'un böyle bir etkiye sebep olacağı öngörülemezdi. İlerleyen dönemlerde kendilerince gereken tedbirleri almış olsalar da geç kaldılar.
7 Ekim'den bugüne İsrail'in katlettiği gazeteci sayısı 200'e yaklaşmış olup 2. Dünya Savaşı boyunca katledilen gazeteci sayısını yaklaşık üç katıdır. Batı kurumları, Batı’yı temsil ettiğini iddia ettikleri tüm değerlerinin anlamını yitirdiği bu manzara karşısında çaresizdir.
Geçmişle kıyaslandığında daha iyi bir noktada olsak da alternatifler üretme noktasında henüz yeterince yol alamadığımız da ortadadır.
Kitaplardan sinemaya, akademiden hukuka varana kadar, Filistin hususunda bir şuurlanma açısından ne gibi adımlar atılmalı, nasıl projeler yapılmalı?
İslâm dünyasında öne çıkan direniş örgütleriyle karşılaştırıldığında Hamas hareketinin bir üniversiteliler hareketi, bu yönüyle güçlü bir entellektüel birikime sahip olduğu da söylenebilir. Fakat Filistin ile ilgili literatür dikkate alındığında önemli bir kısmının Yahudi ya da Batılı isimler tarafından kaleme alındığı da dikkate alınmalıdır.
İran’ın başkenti Tahran’da suikast sonucu şehid edilen İsmail Haniye’nin yerine Hamas’ın siyasî büro başkanı olarak seçilen Gazze Şeridi sorumlusu Yahya Sinvar’ın yaşananlar üzerinden kaleme aldığını ifade ettiği “Diken ve Karanfil” romanı Filistin halkının yaşadığı felaketi resmetmesi açısından ibretliktir. Fakat aynı zamanda Filistin halkının yaşadığı sefalet ve imkansızlıkları da gözler önüne serer. Dolayısıyla bu çerçevede Kudüs özelinde Filistin davasının gerek ülkemizde gerek dünyada tanınması için Türkiyeli Müslümanlara da büyük bir sorumluluk düşmektedir. Dünyadaki akademik ağ içindeki siyonist lobinin gücü bilindiğinden olsa gerek akademimizin hali içler acısıdır. Türkiye'deki üniversite öğrencileri ve öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğu katliama adeta seyirci kalmışlardır. ABD’deki öğrenciler ve öğretim görevlilerinin Filistin direnişine verdiği destek sebebiyle karşı karşıya kaldıkları şiddet sonrasında bizdeki üniversiteler ancak sınırlı bir destekle harekete geçebilmişlerdir. Gazze'de katledilen on binlerce kadın ve çocuk için değil de Amerika'daki üniversitelerde meydana gelen olaylar sonrası verilen tepki içinde bulunduğumuz sefaletin açık göstergesidir.
Doğu Türkistan bir başka felaketi yaşamakta fakat yeterince gündeme dahi gelememektedir. Irak ve özellikle Suriye'de yaşananlar Gazze'de yaşananlardan çok daha ağırdır. Bugün Gazze için ayakta olan Türkiye kamuoyu adeta Suriyelilerden kurtulmanın çaresini aramaktadır. Irak ve Suriye'de yüzbinlerce Müslümanlığın katledilmesine ortak olan İran ve Hizbullah’ın Filistin’de katledilen Müslümanları kendine dert edindiğine inanmak için ahmak olmak gerekir.
Ne yapmak gerekir sorusuna doğru cevap verebilmek için biraz da içinde bulunduğumuz hali doğru tahlil etmek gerekir. Ak Parti iktidarının bürokrasiden muztarip olduğu sağır sultanın malumudur. Müslümanlar bu bağlamı da dikkate alarak sivil toplum iktidar ilişkilerini yeniden masaya yatırmak zorundadırlar.
Türkiye'de faaliyet gösteren gönüllü kuruluşların önemli ve öncelikli konu başlıklarını kendisine çalışma alanı olarak seçmiş sivil ve güçlü kurumsal yapılara ihtiyacı vardır. Uzun vadeli hedefleriyle kurgulanmak zorunda olan bu kurumsal yapılar işlerlik kazanmadan yapılacak çalışmaların uzun soluklu olmayacağını defalarca tecrübe etmiş bulunuyoruz. Yükümüz ve sorumluluğumuz kişilerin omuzlarına devredilemeyecek kadar ağırdır.
Özellikle silaha dönüştürülen antisemitizm kavramının geçersizliği ve milletin Filistin hassasiyeti hususunda ne gibi çalışmalar yapılmalı?
Ankara'da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları 7 Ekim'den hemen sonra Ankara Filistin Dayanışma Platformu (ANFİDAP) ismi altında bir araya geldiler. Filistinli Müslümanlara destek olmak için yürüyüşlerden basın açıklamasında, tiyatro gösterilerinden sanat galerilerine, suç duyurularından, karne etkinliklerine, çalıştaylardan büyük mitinglere kadar yüzlerce etkinlik gerçekleştirildi. Bugün kamuoyunda çokça tartışılan İsrail’le ticaret meselesini henüz sürecin hemen başında gündeme getiren Ankara Filistin Dayanışma Platformu’ydu. Tüm bu etkinlikler gerçekleştirilirken iktidarın yanında ya da karşısında olmayı değil, Filistin'de yaşanan dramı merkeze aldığından olsa gerek eylem ve etkinlikler özellikle ilk dönemde medyada yeterince karşılık bulmadı. Sanki bu tavrın kabul görmesi zaman aldı. Platformun İsrail-Türkiye çifte vatandaşlarının vatandaşlıklarını sona erdirilmesi ve yargılanması talebi gerçekleştirilen çalıştay marifetiyle bir dosya haline getirildi. Gerçekleştirilen görüşmeler vesilesiyle TBMM gündemine taşındı. Tüm bu faaliyetler ortak bir kurumsal kimlik çatısı altında gerçekleştirilmiştir. Bu tecrübeler dikkate alınmalıdır.
Ankara Filistin Dayanışma Platformu’nun (ANFİDAP) gündeme getirdiği konulardan biri de “Yabancı Terörist Savaşçılar” meselesidir. Gazze cihadına destek olmak adına herhangi bir İslâm ülkesinden Kassam Tugayları’na katılan bir Müslüman büyük oranda siyonistlerin hâkim olduğu dünya medyası tarafından anında terörist ilan edilir. Oysa, İsrail binlerce kadın ve çocuğu katlederken, bu katliamına destek vermek üzere bölgeye akın eden Yahudilerle ilgili dünya genelinde hiçbir şey yapılmamaktadır. Bu çelişkiyi gündeme getirdiğinizde antisemitizm suçlamasıyla karşılaşabilirsiniz. Size bu suçlamayı yapanlar ya siyonisttir ya da siyonizmin paralı köpekleridir.
Türkiye’nin boykot hususundaki tavrı yeterince iyi oldu mu, olumlu ve olumsuz yönden değerlendirmenizi alabilir miyiz?
7 Ekim'den hemen sonra ABD ve İngiltere tarafında Akdeniz'e gönderilen savaş gemilerinin silah donanımı Cihat Yaycı’nın ifadesiyle bölgedeki tüm ülkelerin sahip olduğu silah donanımından daha fazlaydı. İran ve İsrail birbirleri üzerinden meşruiyet sağlayan düşman kardeşler olduğu dikkate alındığında o gemilerin bizim için geldiği gerçeği asla unutulmamalıdır. Türkiye her şeyden önce böylesine büyük bir çatışmaya hazır değildir. Türkiye, dünyanın büyük bir savaşa hazırlandığı bu atmosferde içerideki toplumsal çatlakları bir an önce tamir etmenin yolunu bulmalıdır.
Batı dünyası kaostan beslenir. Önce tüm kuvvetleriyle üzerinize çullanırlar ardından azınlık bir grubu çoğunluğun başına bekçi dikip giderler. Sonrası ya diktatörlük ya da iç savaştır.
Bu şartlar altında iktidar ve muhalefetiyle boykot en güçlü silahlarımızdan biridir. İktidar kanalı tüm olumlu çaba ve adımlarına rağmen iyi bir sınav verememiştir. Önceleri yasaklanmayan ticaretin kamuoyu baskısı karşı konulamaz bir noktaya geldikten sonra ticaretin yasaklanması çok önemli bir gelişmedir. İsrail'in yargılanmasının sonuçlarını bekleyerek uluslararası arenada meşruiyet arayışı ile izah edilmeye çalışılan söz konusu gecikmenin insanların vicdanında meşru bir karşılık bulduğunu söylemek kolay değildir.
Yerli üretimin önündeki engeller kaldırılmalı ve yerli yatırımcının siyonist uluslararası şirketlerin pençesine terk edilmesine mâni olunmalı. Milli sermayenin siyonist sermayenin cebine vergisiz aktarımının önündeki en büyük engellerden biri olarak ifade edilebilecek Troy Kart’ın sosyal medya hesabının yılda üç beş tweetle yetinmesinin izahı da mümkün görünmemektedir.
Yılmaz Bilgen’in haberine göre sayıları dört bine yaklaştığı tahmin edilen çifte vatandaşlar İsrail’de katliamın muhtemel ortaklarıdır. Fakat henüz yargılanmaları noktasında somut bir adım söz konusu değildir. Seçimden önce İsrail ile ticaret üzerinden iktidarı kıyasıya eleştiren muhalefet, belediyeler üzerinden elde ettiği kısmî iktidar dikkate alındığında tüm iddialarını unutmuş gözükmektedir. Muhalefet partilerinin sahip olduğu belediyelerde İsrail ürünlerinin ya da İsrail'e destek olan firmaların ürünlerinin şimdiye kadar çoktan boykot edilmiş olmaları gerekirdi. Sonuç hepimizin malumdur. Görünen o ki seçimden önce muhalefet tarafından ısrarla gündeme getirilen İsrail ile ticaret meselesi, milletin sergilediği boykot kararlılığını kırmak amacıyla gündeme getirilmiştir.
Tüm bunlar önemli olmakla birlikte ferdî anlamda nerede durduğumuz en önemli noktadır. İsrail'e taşınan petrolün yaklaşık üçte biri Bakü Ceyhan boru hattı üzerinden sağlanmaktadır. İktidar kanadının söz konusu uygulamasını haklı olarak eleştirirken boru hattının en büyük ortağı BP'den yakıt almaya devam etmenin ya da İsrail malları ve İsrail'e destek veren firmaların ürünlerini kullanmanın izahını yapmak zordur. Suçu başkalarına atmak kolaydır fakat bu bizlerin sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz.
Eylemler bir sonuç vermiyor. Buradaki eylemlerde en büyük eksilik nedir?
Eylemlerin sonuç verebilmesi için Türkiye'nin iktidar ve muhalefeti ile büyük bir savaşı göze almış olması gerekir. Irak ve Suriye'den sonra Türkiye'nin hedefte olduğu kuvvetle muhtemeldir. Türkiye'de devlet ve millet Filistin davası için çok şey yapmıştır. Fakat yapılanların yeterli olduğunu söylemek kolay değildir. Bakü Ceyhan boru hattı dahil olmak üzere İsrail ile olan ticareti tamamen sonlandırmış olsak, marketlerde İsrail malları mallarının satışı kendiliğinden dursa, İsrail ya da İsrail'e destek veren ürünlerden birini alan bütün bir toplum tarafından ayıplansa ve toplum içine çıkacak halleri kalmasa karşılaşacağımız manzara bugünkünden çok daha farklı olurdu. Sonuçta herkes kendisine yakışan tavrı alıyor. İster Müslüman olalım ister olmayalım, binlerce kadın ve çocuğun katledildiği bir atmosferde boykot bir insan olarak kendimize olan saygımızın gereğidir. Arz-ı Mevud inancıyla yaşayan İsrail'in topraklarımızın üçte birine göz diktiği gerçeği dikkate alındığında boykot aynı zamanda bir vatandaşlık görevidir. Bir Müslüman için Kudüs ve çevresi mübarektir. Bir Müslüman olarak Kudüs muhafızları olarak da tanımlanabilecek Filistinli Müslümanlara elimizden geldiğince destek vermek bir hepimizin vazifesidir.
Türkiye'de periyodik milyonluk gösteriler düzenlenmiş olsaydı iktidarın ve muhalefetin tavrı elbette bugünkünden çok daha farklı olurdu. Fakat olmadı... Bir Müslüman olarak üzerimize düşeni gücümüz yettiğince yapmak zorundayız. Belki de en büyük eksikliğimiz bir sonuç bekliyor oluşumuz. Beklediğimiz sonuç ortaya çıkmayınca zamanla direncimiz azalıyor. Halbuki bizler elimizden geldiğince ve imkanlarımız nispetinde seferle mükellefiz.
Hâla bazı kesimlerin Filistin hususunda İsrail’den yana tavır almalarının altında yatan temel saik nedir? Bu vicdanî körlüğü nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye garip bir ülkedir. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede eğitim sisteminin omurgasını laiklik bahanesiyle İslâm oluşturmaz. Eğitimin ideolojiden arındırılması gerektiği iddiasında olanlar da çok iyi bilirler ki Kemalizm Türkiye'deki eğitim sisteminin temel ideolojisidir. İslâm'ın eğitim sisteminde olmaması, dinin insanlar tarafından suistimal edilebileceği ihtimaliyle gerekçelendirilir. Oysa tüm darbeler Atatürkçülük adına yapılmıştır. Bir başka ifadeyle Atatürkçülük suistimal edilmiştir. Buna rağmen Kemalistler, Atatürkçülüğün eğitim müfredatından çıkartılmasına razı olmazlar. Bu çelişkiyi açıklamak kolay değildir. Bu milletin en temel değeri olan İslâm’ın şekil verdiği hemen her teklif bilimsellik adına reddedilir. Karşı oldukları Yahudilik ya da Hristiyanlık değil İslâm'dır. Kemalist öğretilerle yetiştirilen insanların hataları ne hikmetse Müslümanlara fatura edilir. Oysa bu eğitim sistemi resmî ideolojinin arzu ettiği insan tipi yetiştirmek üzerinde kurgulanmıştır. Türkiye'de Müslümanlar evlatlarını bir Müslüman duyarlılığıyla yetiştirmenin yol ve yöntemleri üzerine tekrar ve tekrar kafa yormak zorundadır.
Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 32. Sayı, Ekim 2024