Toplumsal cinsiyet eşitliği ya da artık ideolojisi... Bu kavramı son yıllarda çok fazla duyduk ve tartıştık. Hatta bir dayatma aracına dönüştü. Kulağa sıcak, sempatik ve insani geliyor. Nedir? Sosyal hayatta, kadın ve erkek arasındaki adalet sağlamak gibi.
Ancak perde gerisinde korkunç bir manzara var. Perdenin gerisini ise Türkiye’nin büyük tartışmalarla çekildiği İstanbul Sözleşmesi
araladı aslında.
Görüldü ki; toplumsal cinsiyet eşitliği, tüm dünyada ve ülkemizde kadınlar ile erkekler arasındaki “biyolojik farkı” ortadan kaldırma projelerinin altındaki toplandıkları büyük bir şemsiye haline getirilmiş.
‘Bir Başka Mesele’de Mustafa Merter ile bu hassas ve mayınlı bir arazi olan toplumsal cinsiyet eşitliğini masaya yatırdık.
Mustafa Hoca yine kitabın ortasından yorumlar yaptı ve aslında nelerin amaçlandığını anlattı.
Bu, Mustafa Merter ile sohbetlerimizin altıncı yazısı. Haftaya yedi olacak ve bitecek. ‘Bir Başka Mesele’ serisine ise başka bir uzman hocamızla yine üst üste yayınlanacak bölümlerle devam edeceğiz.
***
FEMİNİSTLER İSYAN ETMEYE BAŞLADI
Mustafa Merter Hoca, ‘Hekaton’la Son Tango kitabında “toplumsal cinsiyet” yani “gender” teorisiyle ne amaçlandığının görülmesi için baş teorisyeni Judith Butler’ın tanınması gerektiğini söylüyor. Biraz araştırdım. Hakkında yazılanları okudum. Butler Amerikalı feminist felsefe kuramcısı. Kendisi bir lezbiyen ve her türlü cinsel sapıklığı meşrulaştıran görüşlere sahip. Mesela, ‘Cinsiyeti Çözme’ isimli bir kitabı var. Bestseller olmuş. toplumsal cinsiyet biçimlerinden bahsediyor ve biçim olarak pedofili ve enseste kadar savunuyor. Butler, kadın ve erkek kimliğinin tarihsel bir hastalık olduğundan da bahsediyor. Mustafa Hoca, Judith Butler’a üçüncü feminizm akımının mimarı diyor. Kitabından alıntılar yapıyor ve okuruna da sinirlenip sayfaları yırtmamaları için not düşüyor.
Sohbetimizde sordum: Hocam bu kadın ne yaptı insanlığa? Yani bu toplumsal cinsiyet ideolojisinin temeli nedir?
“Yine Yin Yang şeması üzerinden gidelim. Ne gördük? İşte bir kadında cemal yapısı vardır. Ortasında bir celal çekirdeği vardır. Erkekte de bir celal yapısı, ortasında bir cemal çekirdeği. Yani artı ve eksinin veya celal ve cemalin çekimi insanlığı oluşturur. Lao Tzu’ya göre de işte evrendeki düzen böyledir. Şimdi bu artı ve eksinin değerini sıfırlamak istiyor. Bak dikkat et. Artı ve eksinin birbirini çekimi hafifledi. Niye? Erkekler feminen oldu, kadınlar erkekleşti. Ama daha hala bir bütünlük var. Erkek var, kadın var. Ama tamamen dağıtmak istiyorsun insanlığı. Ne yapacaksın? Bütün o artı ve eksiyi ortadan kaldıracaksın. Okuduğun zaman öyle şeyler söylüyor ki bu kadın kitapta. Gastrit oldum. Judith Butler herhangi birisi değil. Bütün dünyada milyonlarca kitabı dağıtılmış. Üçüncü dalga feminizm, artık feminizm de değil. Çünkü Amerika’daki feministler olayı anladıktan sonra bu kadına başladılar isyan etmeye. ‘Ya biz feministiz sen feminizmi de ortadan kaldırıyorsun’ dediler.
Hocam temelde kadın haklarını savunmak için yola çıkan feminist hareketler bir süre sonra kadınlığı ortadan kaldıran bir yapıya dönüşüyorlar değil mi?
Demek kadın hakkı falan değilmiş mesele. İnsanlığı değiştirmek istiyorlar. Bir ömür boyu feminist bir ideolojiyi savunan kadınlar bir süre sonra “kadın yok” diyorlar. Bu çok yaygın. Komik bir şekilde ilerliyor. Mesela olaylardan bir tanesi… Amerikan senatosunda kanunlar çıkartırken dua yaparlar, ‘Amen’ derler. Birisi oradan bağırıp, ‘A-women de deyin’ demiş. Veyahut Amerika’da bir kafede, garson kıza ‘benim güzel kızım, bana bir kahve verir misin?’ demeyi hakaret olarak algılıyorlar. Öyle bir nüfus etmişler ki, artık kadın veya erkek olmak sanki bir hakaret.
Yahudilerin çoğunluğu farkında değil
Kitabınızda feminizmin öncüleri olarak bahsettiğiniz üç isim; Betty Friedan, Norman Lear ve sonra da Judith Butler. Üçü de Yahudi hocam ve bu meselede çok yoğun çalışmışlar. Tevafuk mu?
Sadece onlar değil, Netflix’in bugün başında olan kişinin dışında hepsi Yahudi. Mesela Disney tamamen Yahudi kontrolü altında. Yani her şey meydanda. Fakat önemli bir şey var burada. Dünyadaki Yahudilerin yüzde kaçı biliyor bunu? Nasıl Almanya’daki Naziler dönemindeki Hitler’in yaptığı işlerin esasını kaç tane Alman biliyordu? Bilmiyordu. Büyük ihtimalle tahmin ediyorlardı falan bilmiyorlardı. Dünya Yahudilerinin büyük çoğunluğu da herhalde farkında değiller. Veyahut da vahametini anlamıyorlar.
Yahu kondurmak istemiyorlar.
Yani bir azınlığın yaptığı bir şey.
Tartışmaların kaynağı hep Amerika. Türkiye’ye etkisini konuşursak ya da “biz ne diyenlere” ne denmeli?
Nasıl bize ne? İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ilk ülke olduk. Truva atı diyorum ben buna. İçimize yerleştirdiler. Böyle bir sosyal istihbaratımız yok. Dünya, Almanlara bir tabiri vardır. ‘Weltanschauung’ derler. Dünyanın bütününü görmek... Biz de biraz kendi kabuğumuza kapalı bir şekilde dünyada olup bitenin farkında değiliz. Dolayısıyla o eksiklikten kaynaklanan ve okuyan da bir millet değiliz.
Virüs bir kere yerleşti
İstanbul Sözleşmesi’ni, toplumsal cinsiyet eşitliği şemsiyesinin altında Türk toplumunun, tarihinin, kültürünün, medeniyetin, dininin, örfünün, adetinin ortasına bıraktılar değil mi?
Bıraktılar ama belki de getirmeden evvel danıştılar. Bak burası da çok ilginç. Kime danıştılar? İşte bazı psikiyatrlara, bazı sosyologlara danıştılar. Peki hocalardan niye ses çıkmadı? Akademiden niye çıkmadı? Ama virüs yerleşti. Çok yerleşti. Bir kere şimdi ne oldu biliyor musun? İnsanlar farkına varmadan olmayan bir şeyi olur gibi görmeye başladılar. Son derece ezilen bir kadın ve bu son derece ezilen kadının tek kurtuluşunun toplumsal cinsiyet eşitliği gibi, adaleti gibi kavramlar olduğu zihinlere yerleşti. Ve ilginçtir, farklı çevrelerden yani mütedeyyin çevrelerden de bazı hanımefendiler destek vermeye başladılar. Buna diyorum ki ben psikolojik olarak derinlikle baktığım zaman bir gölge kışkırtma modeli.
Nedir hocam bu model?
Gölge her insanın içinde, bilinç dışında bazı eski eziklikleri, kabul edemediği yönleri vardır. Mesela bir hanımefendi, mutsuz bir evlilik yaptı. İşte kocasından sukutu hayale uğradı. Şöyle oldu, böyle oldu. Aslında böyle kadınlar bana terapiye geldikleri zaman ben kocasını da dinlerim, kendisini de dinlerim. Ama kendi diyelim ki mağdur hissediyor, kurban hissediyor. İşte o gölge kışkırtıldığı takdirde çok büyük bir öfke açığa çıkıyor. Aklı selim, sağduyu devreden çıkıyor. Mesela İstanbul Sözleşmesi şeylerinden bir tanesi, ya düşünsene 17-18 yaşında bir kız, ‘ben erkek olacağım’ dedi. Annesi babası devreye girdiler. Abileri devreye girdiler. İşte babası tuttu kızı eve zorla eve getirdi. Kız şikâyet ediyor ve dokunulmazlık kazanıyor. Bu cinayet. Çocuk gidiyor ya. Hukuk da buna uygun kararlar veriyor. Sözleşme kolluk kuvvetlerine girdi, polise girdi. Anaokullarına kadar girdi. Girdiler, girdiler. Beynimize girdiler. Virüs beynimizde dolaşıyor. Bunun için diyorum ki; acilen bir sosyal stratejik araştırmalar enstitüsü kurulmalı. Devletin bunu, birinci aciliyet olarak görmesi lazım. Yahu gidiyoruz. Karadeliği bilir misin? Karadeliğe yaklaştığın zaman bir olay ufku vardır. Yani belirli bir mesafeye geldiğin zaman çıkış mümkün değil. Oraya doğru gidiyoruz. Dönüşü olmayan bir noktaya doğru gidiyoruz. Çünkü adamlar üstel bir hızla teknoloji üretiyorlar. Sekiz saat ekran zamanıyla dünyadaki ileri gelen ülkelerdeniz.
Kaynak: Ersin Çelik - Yeni Şafak