İstanbul Üsküdar’da bulunan Akademya Kültür Evi’nde düzenlenen “Tasavvuf Bize Ne öğretir?” adlı programda konuşan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Necdet Tosun, tasavvufun Müslümanlığı yaşayışta arz ettiği önem ve değerini anlattı. Osmanlı, Orta Asya ve Hindistan tasavvufu üzerine çalışmaları bulunan Prof. Dr. Tosun, güzel ahlâkın misallerinin günümüzden de verilmesi gerektiğinin, sadece “asr-ı saadet”ten, klasik devirlerden, Osmanlı’dan örnekler verilmesinin sakıncalı olduğunun üzerinde durdu. Bu durumda insanların, “ama o anlattığın filan insanların dönemiydi, şimdi öyle insanlar mı kaldı, artık böyle...” şeklinde bir düşüncenin yerleşebileceğine dikkat çeken Prof. Dr. Tosun, “Dünyada tek Müslüman olarak kalınsa da bunun yaşanması için gayret etmek lazım. Salih insanların hayatlarını, hatıralarını okumak, dinlemek bu bakımdan çok faydalıdır. Çünkü kötü duygular da olduğu gibi güzel duygular da, aşk da, heyecan da bulaşıcıdır. Allah aşkı varsa sohbet içinde, halvet dolaşır, heyecanını verir. Hiç olmazsa kırıntısı bulaşır.” dedi.
İhlas ve Samimiyet
Prof. Dr. Tosun, tasavvufun ilk olarak huşuyu, ihlaslı olmayı, samimiyeti öğrettiğini belirterek ihlas ve samimiyetin önemi hakkında şunları anlattı;
“Fıkıh ve ilmihal kitaplarında namaz ve diğer ibadetlerin mahiyeti anlatılır. Namaz nasıl kılınır gibi... Bu kitaplar bize ibadetin şeklini, formunu, kaidelerini anlatıyor. Namazı sadece şekil ve kuraldan ibaret görürsek, o zaman bu sadece beden hareketinden ibaret jimnastiğe benzer. Oysa namazda Allah’a kulluğun heyecan ve duygu tarafının olması, ruhu, huşusu, samimiyeti olması lazım. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de ‘namazında huşu içinde olanlar kurtuluşa ermiştir’ buyuruluyor. Bunun tam tersi de anlatılır; ‘namazlarından gafil olanlara yuh olsun’ diyor. Hadis-i şerifte, “İhlas, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmektir” buyuruluyor. İlmihal kitaplarında umumiyetle riya, ucub, ihlas, huşu gibi meseleler geçmez. Ben hiçbirinde görmedim. Çünkü dini ilimler oluşurken ibadetlerin şekil tarafını fıkıhçılar almış, incelemiş, duygu tarafını tasavvuf ehli incelemiş. Mesela, İmam-ı Gazali’nin İhyay-ı Ulumud’din, Kimyay-ı Saadet gibi eserlerine baktığımız zaman, ibadetlerin his ve ihlas tarafının izahlarını görürüz. Bu iki mahiyet aynı ibadette birleşince ancak tam ibadet olur. Fıkıh ve tasavvuf, bir elmanın iki yarısı gibi, ‘çok ihlaslıyım ama namaz kılmıyorum...’ bu olmaz. ‘Ben namaz kılmayı biliyorum, ilmihalini biliyorum, huşu gerekemez...’ bu da olmaz. Mevlana hazretlerinin Mesnevi’sinde bir hikaye var; Hz. Musa yolda giderken bir çobana rastlıyor. Çobanı kendi dilince dua ederken görüyor. Çoban, ‘ya rabbi, keşke gelsen bana misafir olsan en iyi koyunlarımın sütünü sana ikram ederdim. Ayaklarına çarık, saçların yağlanmışsa başını yıkardım...’ şeklinde dua ediyormuş. Hz. Musa demiş ki, ‘ey çoban, dua edilmez, Allah dediğin, öyle düşündüğün bir varlık değil. Böyle dua etme...’ diyor. Çoban da, ‘ey Musa, ben cahil bir çobanım. Bilmiyorum. Bana nasıl dua edilir öğret; ben de öyle edeyim.’ Hz. Musa da, Allah’ın şanına yaraşır bazı dualar öğretiyor. Musa peygamber yoluna devam ederken, vahiy geliyor; ‘ey Musa, neden o çobanın duasını bozdun. Evet sözler yanlıştı ama yürektendi, samimi idi. Ben onun duasından memnun oluyordum.’ şeklinde buyuruyor. Bunun üzerine Hz. Musa (as) geri dönüyor ve çobana diyor ki, ‘sen nasıl istersen öyle dua et, sana karışmıyorum’ diyor. Bu bir hikayedir, hisse almak içindir. Demek ki kıssamızdan alacağımız hisse samimi, ihlaslı olmak... Kusurlarımız olsa da samimi olunca umulur ki, Allah kusurlarımızı örter. İmam Hatip okullarında, Kur’an kurslarında sadece Ayn harfini şöyle, Hı harfini şöyle çıkar, duayı şöyle, namazı böyle...’ şeklinde duygusu olmayan bir ilim ve ibadet olmamalı. Bu verilemediği için kuru bilgi yığını oluşur, heyecanı olmaz. Heyecan olmayınca da, ibadetin de ihlası zayıf olur. Heyecan ve ihlas olması lazım.’
Tezkiye ve Arınma
Prof. Dr. Necdet Tosun, tasavvufun ikinci olarak tezkiyeyi öğrettiğini ifade etti. Tezkiyenin kötü ahlâktan arınmak, güzel ahlak sahibi olmak olduğunu söyleyen. Tosun, tezkiye ile ilgili şunları söyledi;
“Kur’an’da, “nefsini kötü ahlâktan arındıran kişi kurutuluşa ermiştir” buyuruluyor. Bu farz ibadetler gibi yapılması gerekendir. İnsanda kötü ahlâk da iyi ahlâk da var. Ahlakın çoğu doğuştan gelir. Mesela bir çocuğun, yeni doğan kardeşini kıskandığı görülür. Çocuk annesinin kendisinden fazla kardeşini seveceğini, himaye edeceğini düşünür ve bunu gizlemez. Bu, kıskançlığın, hasedin ilk görünüşüdür. Bu öğretilmiş bir şey değil. Nefsten geliyor. Çocuğun sahip olduğu mal ile arkadaşlarına karşı övündüğü oluyor mesela. Bu da kibir duygusunun alameti. Bu da öğretilmiş bir şey olamaz. Ama bu çocuğun yanında mesela, ağlıyormuş numarasını yapın, o da ağlar veya size ağlamamanız için müdahale eder. Bu da merhamettir, şefkattir. Demek ki, içimizde iyi ile kötü huylar doğuştan geldiği gibi daha sonra kazanılan kötü huylar da var. Fıkıh kitaplarında hased, kibir gibi meseleler yoktur. İmam-ı Gazali, İhya adlı eserinde, mesela “ilaç-ı kibir” yani kibrin ilacı şeklinde bir başlık altında bu gibi meseleleri anlatır. Tasavvuf kötü ahlakın tasfiyesi için birçok metod geliştirmiştir. Tezkiye de tasavvufun ikinci öğrettiği şeydir.”
Zühd ve Kanaat
Tasavvufun üçüncü olarak zühdü öğrettiğini belirten Prof. Dr. Necdet Tosun, zühdün Raşid halifeler döneminde fetihlerle genişlemesiyle birlikte zaaf alametleri görülen toplumda giderek hayattan çekilmeye başladığına dikkat çekti. Tosun şöyle devam etti;
“İran, Mısır, hatta Hz. Osman zamanında Orta Asya’ya kadar Müslümanlık ulaşıyor. Bununla birlikte İslam toplumu zenginleşirken elde edilen gelirler Hicaz’da birikmeye başlıyor. Ve artık yeni nesillerde bir refah başlıyor, zenginlik göze çarpıyor, konfor artıyor. Bazı sahabeler, tabiinden veya tebe-i tabiinden bazı büyükler, peygamberimizin sade hayatını hatırlatıyor. Döneminin giyim kuşamında, eşya bolluğunda o dönemin zühd örneklerini veriyor. Bazı Müslümanlar ipek giyerken o Müslümanlar da suf yani yün giymeye başlıyor. Yün, rahat ve ucuz bulunan bir ürün, ipek ise o dönem çok lüks ve pahalı. Bu yüzden yün giyen anlamında bu insanlara “sufi” deniliyor. Hayat tarzına da tasavvuf denildi. Demek ki, tasavvufun bize kanaati öğretmesi lazım. Öğrenemiyorsak hata nefsimizdedir.”
Sevgi ve Muhabbet
“Tasavvuf bize Allah ve peygamber sevgisini de öğretir.” diyen Prof. Dr. Tosun, sadece ilmihâl kitaplarından öğrendiklerimizle Müslümanlığın eksik yaşanacağına dikkat çekti. “İlmihal kitaplarında bu yoktur. Kalbimizde bu sevgi zayıfsa ibadetler bize zor gelir. İbadete keyfiyet katan şey sevgi ve muhabbettir. Kur’an’da, ‘Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever’ buyuruluyor. ‘Müminlerin Allah sevgisi daha şiddetli, daha kuvvetlidir’ buyuruluyor.” dedi. Sahabe hayatından örnek verirken, onların Allah Resulü’ne, Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü dediğini hatırlatan Prof. Dr. Tosun, ‘Muhabbet ortadan kalkınca din kuru bilgiler yığını haline gelir. Eskilerin çocuğunu yetiştirirken sık telaffuz ettiği, Allah yakar sözü çocukların inanç dünyası için sakıncalıdır. Uslu durursan Allah seni sever diyerek terbiyeye başlanmalıydı. Allah ve peygamber sevgisini salih insanlardan, onların hayat hikayelerinden öğretilebilir.” dedi.
Nezaket
Tasavvufun İslam’ı öğrenişte, yaşayışta, anlatışta kazandırdığı heyecanın, müslümanları kabalıktan uzak tutarak yayıldığını belirten Tosun, tasavvuf ehlinin metodlarını bazı velilerin hayatından örnekler eşliğinde şöyle anlattı;
“Bayezid-i Bistami hazretlerinin Mecusi bir komşusu varmış. Komşusu bir işi münasebetiyle seyahate çıkmış. Akşam karanlığı basınca komşusunun evinde kandil yakıtı tükenmiş. Komşunun çocukları korkup ağlamaya başlamış. Bistami hazretleri de her akşam bu aileye birkaç mum göndermiş. Evin erkeği birkaç gün sonra gittiği yerden dönmüş. Hanımının ve çoluk çocuklarının hal hatır sorarken durumu öğrenmiş. Adam da, madem Bistami efendinin mum ışığı evimize geldi, biz de Mecusi karanlığında kalmayalım deyip Müslüman olmuş. Bistami hazretleri sadece mum göndermişti. İslamiyet’i tebliğ etmemişti. Ancak İslam ahlâkını, mesela “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisine binaen davranış örneğini gösterdi. İslâm’ı hakkıyla temsil etmediğimiz için problemler oluyor.
İstanbul’un Anadolu yakasında, Acıbadem taraflarında Rebi Molla adıyla abid ve alim bir zat varmış. Onun Ermeni bir komşusu varmış. Molla hazretleri Ermeni komşusunun bahçesine ineklerinin girip otladığını görünce, ineklerinden sağdığı ilk sütü kovaya koyup komşusunun kapısını çalmış. Ermeni komşu hayrola deyince durumu anlatmış. Komşusu kabul etmeyince ısrar etmiş, hatta üç gün kendisine süt getireceğini söylemiş çünkü hayvanların girdiği bahçeden beslenmesini kul hakkı olarak görmüş. Ermeni komşu bunu öğrenince Müslüman olmuş. Yıllar sonra o Ermeni’ye hangi vesileyle Müslüman olduğunu sormuşlar. O da bahsettiğimiz gibi anlatmış.”
Prof. Dr. Tosun, görevi münasebetiyle bulunduğu Kırgızistan’da yaşadığı bir tecrübeyi de dinleyicileriyle paylaşırken şunları söyledi;
“Kırgızistan’da 2006-2009 yılları arasında üç yıl ders vermek için bulundum. Orada “Davetçiler” adında Müslüman gruplar vardı. Pakistan’dan vs. gelip İslam’ı tebliğ ediyorlar. Bir gün kaldığımız eve gelmişler. Kapıya öyle bir vuruyorlar ki, korkarsınız. Sanki yangın veya bir felaket olmuş. Kapıyı açınca bana, “mescide gelmiyor musun” dedi. Bir de böyle insanları kaçırtan, ürkütenler var. Osmanlı evinin kapısında üç tür halka vardı. Büyük, orta ve küçük halkalar. Büyük kapıya vurulunca gelenin erkek olduğu, daha küçük halka “tık tık” şeklinde ses çıkarınca anlaşılırmış ki gelen bir hanım. En küçük ve tiz sesi çıkaran halkadan da gelenin çocuk olduğu anlaşılırmış. Osmanlı incelik kültürünün medeniyetiydi. Eski İstanbul insanında o kadar ileri nezaket örnekleri var ki, bazen vapura binerken birbirlerine öncelik tanıyana kadar vapur kaçırılırmış... Şimdi birbirlerini çiğneyerek araca bindikleri oluyor. İslam hakkında ön yargılı insanlar olabilir. Onların gözüne sokar gibi yolunun yanlışlığını dikte ederek anlatılamaz.”
Haber: Cumali Dalkılıç, Nisan 2019