Ayasofya ilk kez, M.S. 360 yılında Bizans İmparatoru I. Konstantinos tarafından İstanbul’un merkezinde inşa ettirilmiştir.
Ayasofya, tarih boyunca çeşitli saldırılara maruz kalmış ve 404 yılında, bir ihtilâl sırasında yanmış, 415 yılında tekrar inşa edilmiş; fakat 532 yılında çıkan bir isyanda tekrar yanmıştır.
Bizans İmparatoru Justinianus, 532-537 yılları arasında daha önce iki kez yapılan Ayasofya’dan daha ihtişamlı bir yapı inşa etmek istemiş ve günümüzdeki Ayasofya’yı yaptırmıştır.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, Ayasofya’nın 571 senesinde bir deprem geçirdiğinden, bu deprem sırasında Ayasofya’nın kubbesinin çöktüğünden, defalarca denenmesine rağmen tamir edilemediğinden ve Hristiyanların kubbeyi tamir etmek için diyar diyar dolaşıp farklı kavimlere akıl danıştıklarından, en sonunda da çareyi Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’de bulduklarından bahsediyor ve şöyle diyor:
“Resûlullah (S.A.V.)’ın doğduğu gece vuku bulan zelzeleden; Kisrâ Sarayı, Kızılelma ve Ayasofya’nın kubbesi yıkılmış idi. Bir müddet geçtikten sonra Hızır (as)’ın hatırlatması ile Busra’da ikamet eden üç yüz keşiş, rahip Bahira’nın öncülüğünde Mekke’ye geldiler. O zaman küçük yaşta olan Efendimizin’in ağzından bir miktar tükürük ile mübarek ellerinin suretini aldılar. Velhâsıl, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in ağız suyundan, zemzem suyundan ve Mekke’nin pak toprağından bir miktar alan papazlar, İstanbul’a geldiler ve Ayasofya’nın yıkık olan kısmını bununla tamir edebildiler.”
IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya’nın oldukça harap durumda olduğu bilinmektedir.
Ayasofya, 1453 yılına, yani İstanbul’un fethine kadar 916 yıl boyunca kilise olarak kullanılmış, Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle Ayasofya aslî hüviyetine kavuşmuştur. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür.
Ayasofya, 1453 yılından, 1935 yılına kadar 482 sene boyunca Müslümanlara cami olarak hizmet etmiş, daha sonra Mustafa Kemal’in emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile kanunsuz bir şekilde müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’de müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır. 1936 tarihli tapu senedine göre, Ayasofya “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” adına tescillidir.
Dolayısıyla Ayasofya nitelik olarak hâlâ camidir ve Diyanet İşleri Başkanlığı da 1966 yılında “Ayasofya camidir.” beyanında bulunmuştur.
“129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, Yahudilerin, masonların, ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya’yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türk’ün öz ruhunu da müzeye kaldırmış oldu.” (Necip Fazıl Kısakürek-Hitabeler/Ayasofya)
Günümüzde Ayasofya gündeme geldiğinde sıklıkla bahsi geçen ve “Ayasofya Vakfiyesi” olarak bilinen vakfiye; içinde Ayasofya, Fatih, Zeyrek gibi camilerin, şifahanelerin, imarethanelerin, hastanelerin bulunduğu Fatih Sultan Mehmed Han’ın kendi vakıflarının vakfiyesidir. Fatih Sultan Mehmet'in 65 metre uzunluğunda, ceylan derisi üzerine yazılı altı asırlık Ayasofya Vakfiyesi, bugün Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü arşivlerinde korunmaktadır.
Vakfiyede Fatih Sultan Mehmed Han şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Allâh’ın yarattıklarından Allâh’a ve O’nun rü’yetine iman eden, âhirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun, vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hâkim veya mütegallib (zâlim ve diktatör) olsun, özellikle zâlim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezâret ile vakıflara nâzır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyîr ve tebdîl eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve işlevlerini ortadan kaldırmak asla helâl değildir!”
“Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyîr ederse; vakfın tebdîli ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek (temel müesseselerden birinden taviz vermek) ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer’i şerife aykırı olarak vakıfta tasarruf etmeye azmeylerse, mesela şerîata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey talep ederse, kısaca batıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur.”
“Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâ’neti üzerlerine olsun. Ebediyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir.” (Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya Vakfiyesi, 1 Haziran 1453)
“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethederek Resûlullah (S.A.V.)’in duasına ve müjdesine mazhar olmuştur. Ayasofya’yı müzeye çeviren ellerin de arkalarından birer Fatiha dahi okunmamasının bir sebebi de, Peygamber duası almış bir hükümdarın bedduasını almış olmalarıdır. Bu topraklarda seksen dört yıldır üzerimizdeki bu ağır beddua ile yaşıyoruz; ama inanıyoruz ki bu beddua en kısa zamanda üzerimizden kalkacak.
“Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.
Ayasofya açılacak!.. Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânâlar, zincire vurulmuş kan revan içinde masumlar gibi ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta, onun açılan kapılarından dışarıya vuracak. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek.” (Necip Fazıl Kısakürek-Hitabeler/Ayasofya)
Üstad’ın ifadeleri ile:
“Ayasofya’yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk’ün semâları tutuşturan lânetine hedef olmaktır.
Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allah’a sövmeye, Kur’ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını esir etmeye denk bir suçtur!” (Necip Fazıl Kısakürek-Hitabeler/Ayasofya)
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesinden sonra Ayasofya meselesini gündeme getiren, bu işin peşini bırakmayan ve bu kavganın öncüsü olan Üstad Necip Fazıl, onun ardından da İbdacılar olmuştur. Nitekim 1980’ler ve 1990’lar başta olmak üzere, günümüze kadar verilen bu kavganın medyada sıklıkla “İbdacılar Ayasofya Kavgasını Tırmandırıyor” minvalinde haberlerine rastlamak mümkündür. İbdacılar bu kavganın peşini bırakmamış, kavgayı Ayasofya yeniden aslî hüviyetine döndürülene dek, yeniden camiye çevrilene dek sürdürmüştür. Ayasofya’nın yeniden cami hüviyetine kavuşturulması, Kemalist rejimin kökünden çatırdamasına da yol açmıştır.
Baran Haber