(...) (Rönesans)tan sonra kendisine göre bir muvazeneye eren ve 19. Asır makine keşiflerinin arkasından bu muvazeneyi yitiren ihtiyar Avrupa bir yanda... Onun doğusunda kafasıyle (materyalist) ruhuyle (mistik) Rusya; batısında da kafasıyle (anti materyalist), fakat hayatıyle (materyalist) Amerika... Yani, ikisi de birbirinin zıddı halinde, birbirinin aynı iki âlem... Ve işte hıristiyanlık menbâlı (Greko - Lâtin) dünyasının korkunç ruh muvazenesizliği!..

Batı âlemi bu hali yaşarken, biz tek-çift oynar gibi taraflar arasında ayak değiştirmeye bakıyoruz. Böylece hiçbir taraftan olamıyor; ve kendimizden olmadığımız için de en acıklı devri yaşıyoruz. Sonunda (eksistansializm)... Bunalım Felsefesi... (Jean-Paul Sartr) aslında (Haydeger)den büyük ilham almış, fakat onu kendisine göre yeni bir ifadeye kavuşturmuş olan tefekkür adamı... (Sartr) sadece Batının içinde yaşadığı büyük ruh muvazene buhranının ifadecisi... Ama hiçbir tarafta bir şifa, bir çare formülü getiren yok. Şu var ki Batı, içinde yaşadığı faciayı biliyor ve ruhunu imana teslim edemediği için çırpınıp duruyor.

Batı âlemi illetini isimlendiriyor, tanıyor, teşhis ediyor. Biz ise bu kadarını bile bilmiyoruz. Bütün fark bu kadar... Bizim bugünkü muvazenesizliğimiz en iptidai mânada şuurunu kaybetme halidir. Bunun için bu memlekette iktisadî, içtimaî, siyasî, idarî, harsî; ne derseniz deyin, mesele yoktur.

Bir tek mesele vardır: Ruhî... İdrakin bu kadar uçtuğu, bu kadar yerini bomboş bıraktığı bir devir gelmemiştir. Her şey ruhta ve bütün felâketler onda tecelli ediyor. Bugün bizim halimiz şuurunu kaybetme halidir. Oraya geldikten sonra iş tenkidi de geçiyor artık, ihtarı da aşıyor. Bünyemizi kaplayan tezatları hazmetmenin imkânı yok. Bir sağ sol hikâyesidir gitmekte... Bir de aşırı sağ, aşırı sol diye bir cürüm sınıflandırması peşinde hükûmetler... Sanki bunların azı iyi de aşırısı kötü... Bu ölçü, hiçbir şeyi anlamamak, bilmemektir. Sol, demin söylediğim sahte muvazenesiyle adım adım gelmektedir, adım adım yürümekte... Geride, her taraf hayretler içinde. Bilgisizlikler içinde, tedbirsizlik içinde...

En büyük ruhî muvazenesizliğimiz Cumhuriyetin başından bugüne kadarki gidişimizin neticesi olarak nesiller arasında bütün rabıtaların makasla kesilmiş olmasındandır. "Ahşap Konak" adlı piyesim bu manzara şöyle gösterilir: 3. katta yetmiş beşlikler oturuyor, namaz nesli... Orta katta ellilikler, yani namaz neslinin evlâtları; eroin, kumar, (jigolo) nesli... Ve alt katta yirmi beşlikler; torunlar, (Hipi)ler nesli... Bütün vaka bu üç neslin birbirleriyle çarpışmasından ibaret... Arada rabıta kesilmiştir. Her kat birbirinden iğreniyor, birbirini beğenmiyor.

Bakalım (Hipi)ler neslinin çocukları nasıl olacak? İşte ruh muvazenesinden en çarpıcı (enstantane)... Kökle ağaç arasında münâsebet kalmamıştır ve ağacın üzerinde noel ağaçları gibi yapma çiçekler asılıdır. Fikirde mevsim, tabiattaki mevsimler gibi değildir. Ruh muvazenesi yalpalamaya başlayınca nesil âhengi kaybolmaya yüz tutar ve şimdiki manzara doğar. Ve işte bu gidişe el kaldıran ve "Bu cadde çıkmaz sokak!" diye haykıran bizim gibilere de "tutucu, gerici" ismi verilir.

Yüzdeyüz ilmî ifadeyle diyoruz ki; hâlimiz bugün, ruh muvazenesinin bozulmuş olması bakımından, tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir milletinde müşahede edilmemiş denecek kadar fecidir. Birtakım tedbirler alınıyor. Toprak reformu deniliyor, Avrupa'ya işçi gönderme deniliyor, nüfus kontrolü deniliyor, petrol davası deniliyor... Bunların ruhî muvazene bakımından ne felâketler ifade ettiğini, ne şaşkınlıklar belirttiğini kestiren yok...

Gelir-gider dengesini (enflâsyon) parasıyle kapatan, (montaj) sanayiini makineleşme sayan, dış ülkelere ham beygir kuvveti insan kiralamakla övünen ve onların (döviz)lerine el açan, particilik adına şemsiye üzerine iskambil kâğıtlarını dizip "bul karayı, al parayı!" oyunundan ileriye geçemeyen, sağlı ve sollu, gençliğin ruh açlığı yüzünden birbirini yemesini ve bunun en feci bir ihtilâl demek olduğunu anlamayan, bütün yayınları ve eserleriyle yangın kulesi şeklinde ve tenasül âleti biçiminde bir puta boyun eğen bir diyara ait tek ve toplayıcı teşhis, müthiş bir ruh muvazenesizliğidir.

Mâzi, hâl ve istikbâl arasında muvasala kesilmiştir. Bu (armonyum)un, âhengin bozulması, bir milletin ölümü için kâfidir. Vaktiyle Yahya Kemâl'e, "Sen harabîsin, harabatîsin!" demişler, o da her zamanki seziş kuvvetiyle, nasılsa (ideolojik) bir lâf ediyor:

Ne harabî ne harabatî'yim, Kökü mazîde olan atîyim... Bugünün moda gencine bakalım; kızına, politikacısına, profesörüne, muharririne... Bugünün genci Türkçe bilmez. Bildiği lisandan da Hotantolu bile anlamaz, vahşi olduğu halde... Bütün dili 40-50 kelimenin içine girmiştir. Kadın erkek meselesi... Meselelerin en girifti... Erkekte, kadın bir sırdır. Ve meselesiz erkeğe tâbi olacak bir kadın da, bence, gemicilerin içi sıcak su dolu lâstikten kadını... Bugün mart kedilerinden daha meselesizdirler. İki harhara ile anlaşırlar ve bir taşın arkasına geçerler. Bugünün politikacısı da ne âciz mahlûk... Hele profesörü... Dünyanın hiçbir yeri yoktur ki, orada esersiz profesörler bulunsun... Ve abideleşmiş hakikatlere sahte ilim yaparak karşı dursun... Bugünün muharriri... Var mı gerçek bir romancısı, bir şairi, bir mütefekkiri, bu devrin? Eğer bize ufak bir kıymet veriyorsanız, haber verelim; biz bir köprü ve bir nağme örmeğe bakıyoruz ki, bunu gençlik teslim alsın ve götürsün. Biz, giderayak bu nağmeyi öremezsek, bir kazak örer gibi ilk düğümünü atamazsak, her şey yok olmuş gitmiştir.

Necip Fazıl’a göre milliyet ve milliyetçilik Necip Fazıl’a göre milliyet ve milliyetçilik

Bu hâle sebep ne?.. Tek sebep son devrede, ruhun bütün fakülteleriyle unutulması ve kurutulması diye işaretleyebileceğimiz son yarım asırlık devrede... Ruhu unutmak, Allah’ı unutmak demektir... Ruhun büyüklüğünü şuradan anlayın ki, herkesin bedâhet hâlinde anladığı bugünkü felâketimiz, unutulan ruhun bizden intikam almasından başka bir şey değildir. Bunu gösteriyor her şey... Batı, hastalığını biliyor ve çaresini arıyor. Biz de, demin söylediğim gibi, onu bile bilmekten âciz yaşıyoruz.

Devânın da ta kendisine malik olduğumuz halde, onu her ân lekelemekten, her ân berbat etmekten başka gaye beslemiyoruz. Nihayet, ileri, ileri, ileri diye diye, yalnız kelimesini geveleye geveleye uçurumun başına gelmiş bulunuyoruz.

Şimdi bütün dâva 180 derece bir çark hareketiyle yığını kurtarmak ve düzlüğe iade etmekten ibaret... İşte tek gayemiz bu dâvanın neslini yoğurmak, onu meydana getirmek, heykelleştirmek... Bunun da biricik şartı ruhî dayanakları aramaktan, ruhu bulmaktan, hissetmekten ve onun ayna teşkil ettiği Allah’ı, hikmetleri ve âhengi bulmaktan ve tek metod İslâmiyete sımsıkı sarılmaktan ibarettir.

(...)

İkinci Dünya Savaşı sıralarında memlekete girmesi yasak edilen bir İsviçre gazetesi hakkımızda şöyle yazmıştı:

"Bugün bir halk ihtilâli için her sebebe malik bulunan Türkiye'de, buhran, ne siyasî, ne idarî, ne içtimaî, ne ahlâkî, ne iktisadî, ne de ilmîdir; sadece ruhî... Türkiye bir (psikoz - ruh hastalığı) içindedir!"

Yâni bu hale düşebilmek için insanın deli olması lâzım, demek isteniyor. Acından ölecek hâle gelen delinin önüne bir tabak pilâv konulduğu zaman, deli kaşığı ağzına götüreceği yerde kulağına tıkmaya kalkışırsa hali ne olur? Yemek önündeyken acından ölür!

İnönü devrini, bütün malikiyetler içinde (total - topyekûn) mahrumiyet bakımından bu misal derecesinde, canlandırabilecek ikinci bir kıyas unsuru bulunamaz.

Ondan sonra gelenler, derken gelenlerin arkasından, onların da ardından sökün edenler, marazı en ileri dereceye vardırmakta, yani (psikasteni – ruh inhitatı) illetini derinleştirmekte hiçbir ihmâl göstermemişler, aksine İnönü'ye taş çıkartıcı hünerlerini belli etmişlerdir. Zâten çent zamandan beri, Türkiye'de vebâlini hafifletme usûlü, bir idarenin, kendisinden sonraki sayesinde elde ettiği "beterin beteri" avantajından başka bir şey değildir. Fakat beteri olmayan en korkunç "beter", Muhammedî Nuru peçeleme ve çuvallama davranışıdır ki, bunun mes'uliyeti bütün devrelere şâmil, bellibaşlı kahramanları da malûmunuzdur!

Bu nuru ve onun gerektirdiği ruh ve ahlâkı bütün Türkiye göklerinde mayalaştırmadıkça, ne tarlayı, ne fabrikayı, ne mektebi, ne kitabı, ne daireyi, ne kışlayı, ne mahkemeyi, ne zabıtayı, ne bakkalı, ne çakkalı, ne sokağı, ne meydanı, ne aileyi, ne gençliği, ne malı, ne cani, ne ırzı, ne namusu, ne ahlâkı, ne idrakı ayakta tutabilirsiniz!..

Bu tersinden tecelli eden mucizeye karşılık, bizde müspet tarafından tezahür halinde bir mucize:

Yeni Anadolu gençliği örneği... İşte bu örnek, Allah'ın verdiği nimetleri dile getirmek borcu adına söyleyelim ki, yine Hakk'ın iradesiyle, doğrudan doğruya bizim eserimizdir; ve -daima Hakkın iradesi icabı- biz olmasaydık, onları dış yüzünden "ilm-i hâl" bilgileriyle uyandırmanın imkânı bulunamayacak ve hep aynı yılgın, bitkin, süklüm-püklüm ve yamyassı, sözde iman nesilleri sürüp gidecekti.

İşte bizim hesabımız, gözyaşı döke döke kayaları süngere çevirircesine bir yırtınışla meydana getirdiğimiz bu gençlikledir; muhatabımız da yalnız onlardır. Yalnız onlardır ki, bizim, en küçük cüzünü feda etmektense dünya ve mâsivâyı kaybetmekten çekinmeyecek derecede şeriat bağlılığımızı bilirler, bu zamana kadar iman ve itikat bütünlüğümüzden "virgül"lük taviz vermediğimizi takdir ederler; ve hususiyle, İslâmın, dış çizgilere mihlanıp kalan bir göz yerine aynı ölçülerden ışık alıcı ve bütün dünya ve fezayı tarayıcı bir projektör istediğini, bu projektörün de bizde bulunduğunu ve şimdi ucuz tarafından din satıcılığı gayretinde bazı kabalarla aramızdaki farkın bu olduğunu sezerler.

Bu gençliğin tohumlarını atmaya başladığımız 1943 yılının "Allah" demeyi bile yasaklayıcı şartlarını bilenler, bugünün ruh ihtiyarları diye vasıflandırdığımız, malıyla hasis, eliyle korkak, diliyle muvazaacı ve gönlüyle halisiyetsiz tiplerine bizi nispet edebilirler. Paltosunu bile rizikoya sokmadan milyonlar kazanan Müslüman tacir, ekmeğinden haysiyetine kadar her şeyini verdikten sonra boynunu da ipin altına süren Büyük Doğu dâvasında, kazancının kaç meteliğini ona tahsis etmek insafını gösterebilmiştir? Bugün bizim mücadele metodumuzu şeriat adına yerenlerse, o gün, bu mukaddes kelimenin (ş) harfini olsun, dudaklarına alabilmiş midir?

İşte ruhu pörsümüşlerin hali!.. Her şey ucuzladıktan ve ayağa düştükten sonra boy göstermeye kalkan bu tiplerle hiçbir işimiz kalmamış ve olanca takdir ve anlayış ümidimiz, yeni gençliğe bağlanmıştır. Onlar yetişecek, gelişecek, kendilerinden daha hararetli çocuklara baba olacak, İslâm ateşiyle dolu ruhlarını dölleştirecek ve böylece yepyeni bir İslâm milletine tohumluk ve fidelik kuracaklardır. Başka hiçbir yol yoktur!..

Necip Fazıl Kısakürek, Dünya bir İnkılap Bekliyor, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2023, s. 96-103