Bundan bir müddet önce Ankara Televizyonu Necip Fazıl Kısakürek'e başvurarak kendisiyle bir televizyon röportajı yapmak istediklerini söylemişler ve Necip Fazıl'ın "Siz benim söyleyeceklerimi yayımlayamazsınız, korkarsınız!" sözüne "Biz muhtar bir idareyiz, fikirler size ait olmak üzere her şeyi yayımlarız!" mukabelesinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine İstanbul Radyo Evindeki stüdyoya davet edilen Necip Fazıl Kısakürek beni de yanına alarak oraya gitti ve bir taraftan televizyon kamerasına poz verirken öbür taraftan da ses alma makinesine, tek tek aşağıdaki sözleri söyledi. Televizyon ilgilileri tarafından büyük bir alakayla karşılanan Necip Fazıl'ın bu sözleri, gayet tabii ve onun tahminine uygun olarak yayınlanamadı. Üstadın yanı başında oturup kelimesi kelimesine not ettiğim bu sözleri aynen takdim ediyorum:

Sanat hayatınız?

Necip Fazıl: Sanat hayatım 12-13 yaşlarında başlar. Abdülhamid devrinin Adliye ricalinden olan Büyükbabamın tek oğlundan tek erkek torunuydum. Bu bakımdan bütün bir konak halkı, Büyükbabam tarafından bana gösterilen hastalık çapındaki sevginin mihrakı etrafında çevrelenmişti. Bir dediğim iki edilmezken, Büyükbabam, benim zeka ve istidad tarafımı kurcalıyor, adeta zorluyor ve bana 4-5 yaşlarında okuyup yazmayı öğretiyordu. Öyle ki, 6-7 yaşlarında o girift eski harfler manzumesinin bütün kombinezonlarını öğrenmiş ve 40 yaşlarında insanların başaramayacağı tarzda yanlışsız yazmaya başlamıştım. Aile doktorumuz meşhur Profesör Kadri Reşid Paşa, bana, "Yumurcak dahi!" diye hitap eder. Büyükbabam da, "aklı evvel torunum!" derdi. Terbiye bakımından doğruluğu iddia edilemeyecek olan bu (prekos-vaktinden evvel yetişkin) ifade içinde beni korkunç bir okuma merakı sardı. Akşamlara ve sabahlara kadar okur ve geceleri büyük babamdan, nefhalı bir sesle hecelediği Fuzuli Divanını dinlerdim. Okuduklarım, umumiyetle macera romanlarıydı ve bunların üzerimdeki ilk tesiri müthiş bir hayal gıcıklaması oldu. Çocukluğumda geçirmediğim hastalık da kalmadığı için, nekahet günlerimde marazi bir hassasiyet ve hayal kabiliyeti içinde kendimi alelade insanlardan bambaşka hissettiğimi hatırlarım. Akşamları salonun masif bir noktasına düşen güneş ışığının ve kapımızın önünden geçen satıcıya ait sesin, sinirlerimi anlatılmaz bir hisle dişlediğini ve beni dakikalarca ağlattığını da hatırlarım.

Nihayet muhtelif imtihanla Türk ve ecnebi ilk mektepler ve 12 yaşında imtihanla namzet sınıfına kabul edildiğim Heybeliadadaki Bahriye Mektebi... Sanat hayatımın başlangıcı işte bu mekteptir. Bu mektepte edebiyat hocasının verdiği serbest vazifeyi Büyükbabamın ölümünden aldığım intibara tahsis eden ben, sınıfta, hocam tarafından şu takdire mazhar oldum:

"Sen, deniz subaylığından ziyade büyük bir edip olmak istidadındasın! (Piyer Loti) ve (Klod Farer) gibi edibler de birer bahriye zabitiydi. Mesleğin edebiyata mani değil... Bu tarafını ihmal etme!"

Bu takdir beni o kadar şımarttı ki, birkaç gün sonra, hocam dersini bitirip sınıftan çıkarken kendisine ilk şiir tecrübemi sundum. Kağıdı aldı, şiiri gördü, yüzünü buruşturdu şöyle dedi:

"Çizmeyi aşıyorsun! Bu kadar acele etme!"

Şimdi sağ olup olmadığını bilmediğim hocamı, ben aradan 20 yıl geçip de şöhrete kavuştuktan sonra bir yerde gördüğüm zaman şu hitabına hedef oldum:

"Senin ilk kaşifin benim! Bu keşfedicilik bana yeter! Fakat sana "Çizmeyi aşma!" dediğim yerde meğer senin Allah tarafından en büyük memuriyetin varmış... Bunu anlayamamış olmaktan da mahcubum!"

Başyücelik Emirleri: Kahvehane Başyücelik Emirleri: Kahvehane

İlk şiirim, Milli Mücadele yıllarında, ben henüz 13-14 yaşlarındayken Tercüman gazetesinin edebi ilavesinde neşredildi. Gazeteyi elime alıp da sokakta yürürken herkesin durup bana baktığını ve parmakla beni gösterdiğini hayal eden bir şöhret kuruntusu içindeydim. Ondan sonra, meşhur "Yeni Mecmua"nın Yakup Kadri ve arkadaşlarınca idare edilen ikinci devresinde, Yakup Kadri'nin himayesiyle birdenbire ortaya çıktım ve ilk şöhretime ulaştım. O, Ahmed Haşim'in mecmua idarehanesinde ve herkesin içinde bana bir sözü vardır:

"Çocuk; bu sesi nereden buldun?"

Sanat hayatımın beni asıl şöhrete ulaştıran ikinci ve büyük devresi, 1928 ve ilerisi... O zaman Maarif Vekaletinin kontrolünde çıkan "Hayat" isimli mecmua ve Cumhuriyet gazetesinde Peyami Safa ile birlikte idare ettiğimiz edebi sahife, artık billurlaşmaya başlayan sanat ve dünya görüşümüzün ilk tecelli zeminleridir. Nazım Hikmet'in de parladığı devir budur. Ona ve Batıdan gelen ruhi muvazenesizliğe karşı şiirde formu, nizamı, iç ahengi, ruhçu görüşü ve mistik edayı müdafaa etmek, sanat telakkimizin temeliydi. Pariste yazılan "Kaldırımlar" bu devrenin başında ve "Hayat" mecmuasında neşredilmiş ve birdenbire fışkıncı bir alakaya şahit olmuştur. 1936'ya kadar süren bu devre, benim "fildişi kule" çağrım sayılabilir. "Fildişi kule"sine çekilmiş, kapanmış, Çin mandarenleri gibi seyrek ve ender idrak soylularına hitap eden, içtimai dava ve halk planından uzak, benlik kayası sanatkarın bulutlar üstü hayatı... Fakat bu hayat sonradan anladım ki mağrur ve kısır, sırma kaftanlı cücelerin şarlatanlık cümbüşünden başka bir şey değildir ve en büyük sanatkarlık, en küçüğü gibi, cemiyet planındadır. Buna, hayatımın en büyük hadisesi olan bir rastlama sebep oldu. 1934 yılında 30 yaşında, büyük bir veliden aldığım ilham ve peşinden geçirdiğim ölüm ve cinnetten aşırı ruhi buhran, bana yeni bir devir açmış, her zaman ruhçu sahada gezinmiş olan sanatımı yüzde yüz Allaha bağlamış ve beni "fildişi kule"den çıkararak cemiyet meydanına, (agora)ya atmıştı.

1936'da çıkardığım "Ağaç" mecmuası bu halin ilk semeresidir. Aynı sene, bizzat Ertuğrul Muhsin tarafından oynanan "Tohum", bir yıl sonra yine aynı sanatkarın sahneye koyduğu ve başrolünü oynadığı "Bir Adam Yaratmak" ve onu takip eden ve bugün 11'e varan tiyatro eserleri, başta "Çile" isimli büyük manzume bulunmak üzere şiirimin aldığı yeni istikamet, hep geçirdiğim büyük ruh zelzelesinin ve ondan sonra donan, billurlaşan ve sımsıkı temelinde oturan dinamik ifadesidir.

Buna da, sanat hayatımın şimdiye kadar devam eden üçüncü devresi diyebiliriz. 1934-1936'ya kadar 3-4'ü geçmeyen eserlerim, hepsi telif olarak bu son devrede 80'e çıkmış ve doğurma kabiliyetim nisbetsiz mikyasta artmıştır. Bu devre içinde tecelli eden ideolojik davranışım, yani fikriyat manzumem de, sanatla hiçbiri öbürünün hakkını yememiş olarak at başı beraber gitmiştir. Fakat fikriyatımı çekemeyenler davanın sanat tarafına olsun tarafsız bir gözle bakamamışlar. Bende eski ve mızmız şairi aramışlar, şiirime yazık ettiğimi sanmışlar, bana "mustafi şair, sabık şair" demeğe kalkmışlardır. Halbuki "Çile" şiirinden, tam manasıyla dava şiiri "Sakarya Destanı" ve "Zindandan Mehmed'e Mektup" manzumesine kadar güvenebilecek bütün eserlerim son devrenin mahsulleridir. İsteklerinizden biri olan "eserlerimden örnekleri, son devremin eseri "Çile" şiiriyle "Sakarya Destanı" halinde verebilirim. Bunların dışında, 80 cildi dolduran eserler içinde nesir parçaları süzmek çok zor bir iş... Onun için size Sakarya Destanını okumakla yetiniyorum.

Bugünkü Türk şiiri üzerinde görüşünüz?

Necip Fazıl: Bugünkü Türk şiiri bir harebedir; ve bu harabede, yangın yerinde oynayan serseri çocuklar gibi, birtakım marifetler yapmaya yeltenenler vardır. Bu fikir, Televizyon Müessesesinin değil, benim olduğuna, müessesenin de vazifesi tarafsız bir nakledicilikten ibaret bulunduğuna göre, maddi ve manevi çizgilerimi seyirci ve dinleyicilerinize en medeni bir rahatlık içinde takdim edebilirsiniz. Lütfen dinleyiniz: Bugünkü Türk şiiri, bugünkü üniversite keşmekeşi, bugünkü kültür sefaleti, bugünkü ahlak faciası, bugünkü iktisadi cinnet sahalarında olduğu gibi, cemiyetin bütün iş şubelerinde patlak verdiğine şahit olduğumuz ruh inhitatının en canhıraş tezahür planıdır; ve hükümetsizlikten yana, tek jandarması, savcısı, gardiyanı, ölçüsü ve hatırası kalmamış bir sanat dünyasında misli görülmemiş bir gecekondu ihtilalinin cümbüş meydanı halindedir. Dünkü, belki dar, belki sığ, belki taklidci, belki büyük fikir ve duygu yoksulu şiirle bugünkü arasındaki fark, fraklı bir adamla bitli bir Hippi arasındaki farka tipa tıp uygundur, ve günün şiir anlayışındaki en büyük delalet şudur ki, aslında ulvi bütün kıymetlere isyan ve nihayet müstekreh bir Hippi manzarasıyla ortaya çıkmak, ayrı bir nizam ve aksiyon sanılmaktadır. Girift insanın dilini hayvan harharaları almış, ulvi "zor" un yerinde sufli "kolay" istiklal ilan etmiş ve önüne gelenin en büyük sanatkar kabul edilmesi için hiçbir engel ve (handikap) kalmamıştır. Bu hal, cemiyetimizin artık arazi deri üstüne vuran iman buhranından, gençlik ruhunun aç bırakılmasından doğmaktadır, ve bu cemiyet, büyük iman ve ruh muvazenesine kavuşuncaya kadar tedavisi imkansız bir şeydir. Benim 28 yıllık fikir mücadelem ise, işte cemiyetin kavuşturulması gereken bu muazzam iman manzumesini örgüleştirme yolunda... Demek ki, ben, şiirden uzaklaştığım hissini veren fikir hayatımda da yine şiirimin içinde, şiirimin muhtaç olduğu iklimi kurma davasındaymışım... Büyük bir Avrupa ansiklopedisi bana ayırdığı satırlarda şunları yazıyor: "Hapisleri üniversitelerini geçen fikir ve sanat adamı"... İster bu yandan, ister o yandan, dava sahibi olmayan sanatkara benim aklım ermez; ve böylelerinin hayatı, benim gözümde bir (amip) yaşayışı kadar değersiz kalır.

Hayatınızdan bir hatıra...

Necip Fazıl: Hatıralar, ya yekûn halinde büyük, ya şekil halinde ince olarak insanda yer eder. Ben bunların türlüsüyle doluyum. Hangisini ele alayım?.. Bir çiçeği oğalarken düşünceler içinde geçirilen derinliğine bir anla, dağları havaya fırlatıcı bir deprem hatırası arasında kıymet acaba hangi tarafın lehindedir? Buna rağmen hepimizin hayatında "Dur, olduğun yere mıhlan ve geçme!" diye zamana haykırmış olduğumuz anlar vardır. Fakat yekûn halinde olmaktan ziyade şekil halindeki bu hatıralar dile getirilecek olurlarsa sırlarını ve sahibine fısıldadıkları hususiyetlerini kaybederler. Benim de her iki neviden en zengin hatıralarım biraz evvel bahsettiğim büyük veli ile geçen zamanlarımda... Bir gün, malik ve mahrum olma hikmetinden bahsederlerken şöyle demişlerdi: "Allah'tan mahrum olan neye maliktir; Allah'a malik olan da neden mahrumdur!"

Büyük Doğu Dergisi, S.1, sh.10 (6 Ocak 1971)