Murat Pay: Sinemada bir şeyi ne kadar gizleyip, kapatırsam, o şey o kadar açığa çıkıyor. Tezat olan sinemanın örtme eylemini açığa çıkararak yapması.

Murat Pay kimdir?

Marmara Üniversitesi Radyo-Televizyon-Sinema Bölümü’nü bitirdi (2003). Yüksek lisansını Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü’nde ‘Gölge Oyunu, Karagöz ve Sinema’ adlı teziyle tamamladı (2012). Sinemayla ilgili ilk teorik ve pratik çalışmalarını 2005 yılı itibariyle Bilim ve Sanat Vakfı’nda gerçekleştirdi. Filmlerinin bir kısmını Kaplan Film (2012-2014) ve Rasathane Film (2015-2019)’de gerçekleştirdi. Hâlihazırda çalışmalarını Asabi Film bünyesinde sürdürmektedir.

Sinema; teknoloji ve diğer sanat dallarından etkilenen bir şey mi yoksa direkt teknolojinin kendisi mi? Sinemayı, klasik bildiğimiz sanat dalları gibi düşünemiyoruz. Meselâ tiyatro, roman, şiir ve resim gibi bir sanattan söz etmiyoruz. Bize sinemanın ne olduğunu tarif edebilir misiniz?

Evet, sinema dediğimizde araya devasa bir perde giriyor, bu perdenin adı teknoloji… Bunu iyi teşhis etmek gerekiyor. Bu perde, sanatın icrasında farklı imkânları beraberinde getiriyor. Ama aynı zamanda bu “perde”, diğer sanatlarda olmadığı kadar sanatkâr ile sanatı arasına bir mesafe koyuyor. Mesela, şair sanatına kalem ve kâğıt eşliğinde hızlıca yaklaşabiliyor… Ama sinemada böyle değil… Yüzlerce, binlerce unsur devrede. Kısaca sinema, teknoloji perdesini kaldırarak beyaz perdeye hareketi yansıtma sanatı şeklinde tanımlanabilir pekâlâ.

“Hayatımdaki yansımalar”

 

Sinemanın bize göre aslî vazifesi nedir? Sinema anlayışımız nasıl olmalıdır, bu anlayışla siyasî, iktisadî ve içtimaî alanlara nasıl tesir edebiliriz?

Sinemanın muhakkak bir mesaj içerdiğini, barındırdığını düşünüyorum. “Film mesaj içermez” yaklaşımının doğru olmadığı kanaatindeyim. Bununla birlikte filmi çekerken, illa ki “şu mesajları filmin içerisine koymalıyım, şöyle bir hiyerarşide mesaj yerleştirme yapmalıyım” demiyorum. Mesajın daha çok kendi yaşantımla alâkalı bir durum olduğunu düşünüyorum. Benim hayatımın bizzat kendisi, hâliyle bir mesaj içeriyor ve hayatımın izdüşümleri belli bir hiyerarşide perdeye görüntü olarak ister istemez yansıyor. Ama filmi çekerken ek bir mesaj verme kaygısına düşmüyorum, düşmemeye çalışıyorum. Öyle bir kaygım varsa da, ondan uzaklaşmaya gayret ediyorum.

Malum, toplum olarak göstermek istediğimiz her şeyi insanların gözünün içine sokuyoruz fakat hiçbir şey gösteremiyoruz. Dilsiz isimli filminizde, “Göstermek değil, sezdirmek gerek” diyorsunuz. Tüm mesele telkinden mi ibaret?

Bizim meselemizin bir boyutu da seyirci… Seyircinin bir insan, bir fert olduğunu düşünmeliyiz… Seyirciyi adam yerine koymak lâzım. Hangi anlayışta olursa olsun, kapasitesi ne olursa olsun, kendi varoluşuyla bir insan olduğunu ve küçümsenmemesi gerektiğini, tahkir edilmemesi gerektiğini hep hatırda tutmak lâzım. Bu durumda iki aynı tür (insan olarak yönetmen ve insan olarak seyirci) bir şekilde anlaşıyor. Niye tahkir ederek, gözüne sokarak kendimi ifade etmeye çalışayım ki? Benim bir şeyi en doğal haliyle ortaya koymam, onun zaten beni anlayacağını düşünmemden ileri geliyor. Yani, burada organik bir ilişkinin peşinde olmak lâzım bence.

Bu da tamamıyla yönetmenin elinde olan bir şey değil mi? Teşhircilik yapmak yerine üstü kapalı mesaj vermek de bir usûl.

Yönetmenin bir seçimi… Mesela Karagöz ve Hacivat’ta göze sokmak, teşhir etmek yerine temaşa yöntemi hâkim… Temaşada monolog yoktur, hep diyalog vardır. Çünkü temaşa seyircinin son derece dinamik olduğu, aktif katıldığı bir zemindir. Teşhirciliğe gittiğinde karşı tarafın algılarını köreltmek istiyormuşsun gibi bir hava oluşabilir. Bunun önüne bir sanatçı nasıl geçebilir? Teşhir yöntemi ile mi temaşa yöntemi ile mi?  

Başka bir röportajınızda, “Bir şeyi ne kadar açık edersek, o kadar tesirini kaybediyor” mealinde bir şey söylemiştiniz.

Şöyle izah edeyim… Sinema için konuşuyorum, bunu sanat için genelleyebilir miyiz bilmiyorum. Sinemada bir şeyi ne kadar gizleyip, kapatırsam, o şey o kadar açığa çıkıyor. Tezat olan sinemanın örtme eylemini açığa çıkararak yapması. Dolayısıyla biz de açığa çıkarırken, örtme yolunu bulmamız gerekiyor.

Güney Kore asıllı Alman bir filozof var, Byang Chul Han… Mealen diyor ki, “Bir sanat eseri mesela Mona Lisa’yı sokakta sergilesek, cazibesini tamı tamına kaybeder.” Bunu “Şeffaflık Toplumu”nda söylüyor, bir başka eserinin adı da “Güzeli Kurtarmak”.

Kendisini okumadığım için pek bir şey söyleyemeyeceğim ama benim gelenekli sanatlarda gördüğüm şey bu… Örtme tavrı üzerine sanatçı bir pozisyon geliştiriyor kendince. Örtebildikçe, güzel örtebildikçe seyircinin de münasebet kurabildiği bir zemin ortaya çıkıyor.

“Sinemada dil görüntülerle inşa ediliyor”

 

Dilsiz ve ayrıca Saklı Miras filminizde de bir şeyi yoğun hâlde söylemeye gerek duymuyorsunuz. Belirli geçiş ve teknik usullerle seyirciye hissettirebiliyorsunuz.

Bunu ne kadar başarıyorum bilmiyorum. Benim de sevmediğim taraflar olabiliyor. Bir noktadan sonra beğenmeyebiliyor insan. Artık seyircinin kanaati gerisi, benim dışımda bir mesele.

Zaman çok hızlı akıyor, toplumun yapısı da değişti. “İnsanın aşina olduğu tını değişti, eserleri dinleyecek kulak kalmadı” minvalinde bir replik var filminizde. Filmlerinizde sesten çok görüntüye yer veriliyor diyebilir miyiz?

Yüksek lisansta Karagöz üzerine çalışmıştım. Karagöz sözün ağırlıklı olduğu bir sanat ama aynı zamanda da görsel bir sanat. Görsel bir sanat olduğu için gölgeler üzerinden muhataplarına ulaşıyor. Karagöz merak unsurunu görsel boyut üzerinden sağlıyor. Ama söz yine ön planda. Şimdi sözlü kültürün hâkim olduğu ortamda bu doğru bir şey. Fakat bugünü Aydınlanma öncesi ve sonrasıyla ilişkilendirerek görsel bir çağ olarak yorumlayabiliriz. Bu teknolojik gelişmelerle beraber daha da hızlandı. Dolayısıyla algılarımız bugün görüntüye daha da açık. Tecrübe alanımızı görüntü üzerinden kuruyoruz. Mesela benim çocuğum fil ile ilgili tecrübesini televizyonda gördüğü üzerinden inşa ediyor. Gerçekte fil ile karşılaştığında “A ben bunu televizyonda görmüştüm” diyor. TV’deki fil üzerinden gerçek fili yorumluyor. Sözlü kültürün de önemli olduğunu düşünüyorum. Bizde kulakla mayalanır ya insan, sözlü kültür tecrübenin aktarımı konusunda son derece hassas ve güzel çözümlemeler sunar, sunmuş. Karagöz’de bunu kendimce az-çok tespit etmeye çalıştım. Sinemaya, görsel kültüre döndüğümüzde şöyle düşünüyorum, “Evet bunu kabul ediyorum ama acaba sözlü kültürün bağlamını görsel bir zeminde yorumlayamaz mıyım?” diye kendime soruyorum. Filmlerdeki bir başka çabam biraz da bu.

Sanatçı Hasan Aycın’dan çok istifade ettim

 

Hasan Aycın’ın hatırına düzenlenen bir programda, “Sinema için konuşuyorum… Benim etrafımda ‘usta’ diyebileceğim bir insan yok. Olsa da Türkiye’de yok.” diyorsunuz. “Türkiye’de yok” derken, aslında birisinden bahsedecek gibi oluyorsunuz fakat mesele Aycın olduğu için sözü oraya bağlıyorsunuz. Dışarıdan örnek aldığınız “usta” gibi gördüğünüz sinemacı kimdir?

Sinemayı öğrenirken, birçok sinemacı, yönetmen ve filmden etkilenmişimdir elbette. Bunlardan beslenmişimdir daha doğrusu. Ustalık bahsine ben biraz daha farklı bakıyorum. Usta-çırak dediğinizde, gerçekten işinin ehli birinin dizinin dibinde çıraklık yapmak gerekir. Yâni onun deyişiyle demek, dinleyişiyle dinlemek, sezişiyle sezmekten bahsediyoruz… Böyle bir ortamla karşılaşmadım, bu süreci yaşamadım. Tabiî ki istifade ettiğim yönetmenler oldu. Semih Kaplanoğlu’nun yanında birkaç sene çalıştım. Kritik isimlerden birisi de, tanıştığım ama beraber çalışmadığım Ahmet Uluçay… Kendisini önemli buluyorum, onun yanında çalışmayı isterdim, imkan olmadı. Hasan Aycın ile başladık, onunla bağlarsak eğer… Aycın’ın bende şöyle bir yeri var; hoca ile çok önceden beri görüşüyoruz, bende bıraktığı etki usta-çırak ilişkisine yakındır. Fikrî açıdan bu coğrafyada her geçen gün artan sorularımın cevabını Hasan hocada bulmuşumdur. Sadece sinemada değil genel, sanata dair birçok konuda Hasan hocanın hep kapısını tıklamışımdır. Ondan çok istifade ettim. Sinemanın inceliklerini Hasan hocadan öğrendiğimi söyleyebilirim. Onun ortaya koyduğu da görsel sanat malum. Dolayısıyla aynı yerdeyiz. Ben de sinema aracılığıyla görsel bir sanat icra ediyorum. Onun yaptığı işin inceliklerini tespit ve teşhis ettiğimde kendi icra ettiğim sanata da bir imkân sağlıyorum. Bunu tamamen becerebildiğimi söylemiyorum elbette. Bu bir yolculuk sonuçta.

Hasan Aycın ile biz de bir röportaj yapmıştık Aylık dergisi için… Aycın “Sanatçı, bir kimlik sahibidir. Onun kimliğini belirleyen değerler vardır. O değerlerin ne olduğuna bakmak zorundayız.” demişti. Bu bağlamda, siz de işlerinizde İslâm sanatlarını işliyorsunuz. Suallerinize cevaplar ararken, bulduğunuz şeyleri de seyirciyle paylaşıyorsunuz yahut sormaya itiyorsunuz. Bu alanda eksiklik olduğunu düşündüğünüz için mi bu tür işlere yöneliyorsunuz?

Bu alanda eksiklik olduğu için oraya gitmiyorum aslında… Benim kendi sorularım, ihtiyaçlarım beni o alana çekiyor. Gelenekli sanatlarla alâkalı ortaya koymuş olduğum filmlerde “Ben bu yolda şu filmleri yapacağım” demedim. Ama sorularım, beni buralara yaklaştırdı. Bahsettiğim şey kimlik meselesiyle ilgili de olabilir. Bu sanat bu coğrafyada nasıl icra edildi, nasıl icra edilebilir? Hepsini kapsayacak şekilde söylüyorum; bunlar zihnimdeki soruların beni götürdüğü yerdi. Bazen gittiğim yerlerden sıkıldım, çok neşelendim, bunaldım da, mutlu da oldum… Günün sonunda ihtiyaçlarım beni oralara götürdüğü için süreci anlamlı ve değerli buluyorum.

Batı sineması çıkmazda. Belki de bu kendilerini yenileyemediklerinden kaynaklı bir durum. Bize dönecek olursak, bu kıskaç içerisinde kendi kültür ve anlayışımızı sinemaya nasıl aksettirebiliriz?

Buna çok net bir cevap veremeyebilirim… Genel geçer olacak belki ama, eğer çıkmaz sözkonusu ise ne yapılabilir? Şunu da söyleyeyim, böyle bir kıskacın varlığı beni çok ilgilendirmiyor. Ben kendi kültürümü ne kadar içselleştirip, bünyeme dahil edebiliyorum? Buraların daha önemli olduğunu düşünüyorum. Benim gözlemlediğim şeylerden birisi, bir filmin samimi ve kalıcı olmasının yegâne yolunun o bahsettiğimiz beslenme kaynaklarının bizim bünyemize doğal bir şekilde dahil olması. Başka türlü sahiciliğin pek mümkün olmadığı kanaatindeyim.

2 sene hat meşk ettim

Peki Dilsiz filminin kısaca serüveninden bahseder misiniz? Hatta bir konuşmanızda hat sanatıyla meşgul olduktan sonra senaryoyu yazmaya başladığınızı ifade etmiştiniz. Bunu sizden dinlemek isteriz.

Hat sanatı ile alakalı bir şey yapmaya niyet ettiğimizde tabii uzunca okumalar, hattatlarla görüşmeler gerçekleşti. Fakat senaryo bir noktada tıkandı, ilerleyemedi pek. Yani bunun sebebini bilmiyorum ama sonuçta bir tıkanma söz konusuydu. Bunun üzerine ben de şöyle bir şey düşündüm, hani bu kadar çok şey okuduk, bu kadar çok insanla görüştük ki o dönem bazı hattatlardan daha fazla malumat sahibi bile oldum ama ilerlemedi bir türlü. O zaman dedim ki, acaba sorun hat sanatına yeteri kadar nüfuz etmememden kaynaklanıyor olabilir mi? Akabinde bir hat hocasından meşk izni istedim ve takriben 1-2 sene kadar da hat meşk ettim. Oldukça da ilerledim sayılır. “Rabbi yessir”leri vesaire geçtim. Tabii bu sürecin içerisine girdiğimde senaryo serüveni de çok daha hızlı ve suhuletle tamamlandı.

Osmanlı kültürü çok zengin ve çok derin, bu beni şaşırtıyor

Aslında bizim musiki kültürümüzü, adab-ı muaşeretimizi sinemaya yediriyorsunuz diyebilir miyiz?

Bu iddiaya “yapıyorum ya da yapamıyorum” demem biraz beni aşan bir cevap olur. Çünkü bunlar seyircinin takdirine kalmış şeyler. Ama şuna inandım: Var olan kültürel herhangi bir detayın ve unsurun, siz adab-ı muaşeret diyebilirsiniz ya da başka bir şey diyebilirsiniz, perdede sahici var olması benim açımdan kritik bir şey. Hassas olduğum bir alan burası. Herhangi bir detayı kaçırmak istemem. Daha doğrusu o detayla beraber onun sahici bir şekilde ekranda, perdede var olması gerektiğine inanıyorum. Bir de öyle ya da böyle sonuçta Osmanlı bakiyesi bir kültürden bahsediyoruz; çok zengin ve çok derin. Bu beni şaşırtıyor, zevk veriyor ve büyülüyor ama bazen de anlayamamanın getirdiği bir korku ve ürperme haline de sürüklüyor.

Sizin Saklı Miras filminizde, “Osmanlı birikimi rafa kaldırıldı. Sadece musiki değil, edebiyat, mimari ve hat sanatının hepsinde ciddi hafıza kaybı oldu.” şeklinde bir cümle geçiyor. Biz koca bir müktesebatı kaybettik. İşin daha vahim tarafı biz neyi kaybettiğimizin de şuurunda değiliz. Yani sizin filmlerinizi izlerken bir şeyleri hatırlıyoruz. Hani “unuttum ama işte görünce tanıdık geldi” dediğimiz şeyler var ya, o film de bize bunları hatırlatıyor. Böyle bir his uyanıyor. Peki siz bunları nasıl bir hisle yaptınız veya sizde nasıl bir his uyandırıyor?

Mesela benim yolculuğum mevlit üzerinden başladı. Sonra mesela Miraciyye’ye niye gittim? Mevlid filminden sonra Türk müziği konusunda kulak olarak yetkin olduğumu düşünmüştüm. Mevlidhânlar ile tanıştık, meşk ortamlarına girdik, makamlarla meşgul olduk. Bir mevlidhânın nasıl icra yaptığını az çok anlayabiliyordum. Ama film bittikten sonra bir arkadaş geldi, biraz da abartarak “Türk müziğinin Süleymaniye'si gibi bir eser var, Mirâciyye” dedi. Şaşırdım, çünkü Mirâciyye’yi hiç duymamıştım. O kadar mevlidle ilgilenmiştim, Türk müziğiyle uğraşmıştım ama Mirâciyye’yi duymamıştım. Bu durum o zaman ağır gelmişti bana. Ve belki de o mahcubiyetten dolayı filmi yapmaya niyet ettim. Ama tamamen kaybolduğunu düşünmüyorum bu mirasın. Çünkü kayıpsa zaten yok. Biz o yüzden Saklı Miras dedik. Aslında Kayıp Miras adını koymayı düşünmüştüm. Hikâyenin dördüncü kısmındaki Safiyüddin Erhan Efendi, “Saklı Miras’ diyelim, kayıpsa zaten yoktur ama saklı ise bir gün bulunabilir.” diyerek bizi uyarmıştı.

Bu yüzden galiba filmlerinizden birinde “sır kaldırıldı” diye bir cümle geçiyor.

Yani tabii sırlanıyor aslında. Sırlanmak da şu demek: Vakti geldiğinde bu sır açığa çıkabilir. Ama kayıp dediğimizde sanki yokmuş muamelesi yapmanın önü açılıyor. Bu yüzden bilerek Saklı Miras kelimesini kullanmayı tercih ettik. O da işte Safiyüddin Erhan Efendi'nin şerhiyle gerçekleşti.

Hikmet Öğüt Hanımın belgeselini yaptınız. Bir Osmanlı kadını, yaşayan tarih olması ve anlattıklarıyla günümüze ışık tutması mı yoksa musikiye olan alakası mı sizi bu belgesele sevk etti? Çünkü diğer belgesellerinizde yine musiki ön planda. Maşuk’un Nefesi, Mirâciyye: Saklı Miras vs. hem usta çırak ilişkisi var, yani bir terbiye var aynı zamanda da musikinin meşk edilmesi var.

Hikmet Öğüt ile ilgili belgesel tamamen kader kesişmesi. Yani benim o belgeseli yapmaya niyetim yoktu. O işin içinde değildim ama bir şekilde o filmi yapmakla alakalı yolum kesişti; güzel de oldu. Yani belgeselin şöyle bir tarafı var; bir öğrenme alanı açılıyor size. Dediğim gibi, zihnimdeki soruların beni, coğrafyayı, özellikle de kendimi anlamaya sevk etmesi hoşuma gidiyor.

Hepsi insanın kendisini aramasından ibaret aslında. Yani siz belki bunu kendiniz için yapıyorsunuz. Bu kadarıyla bu sizin kendi arayışınız biz de ondan etkilenip kendimize pay çıkartıyoruz.

Sonuçta ne derseniz deyin herkes aslında yalnızdır değil mi? Sabah gözlerinizi açtığınızda yalnızsınız. Tek başına gözünü açıyorsun, güne öyle uyanıyorsun. Yani o eylemi sen kendin gerçekleştiriyorsun. Ama şunu da kabul ediyorum, ben bu coğrafyanın bir parçasıyım ve bu toprakların, bu coğrafyanın parçası olmaktan gurur duyuyorum ve bundan memnunum. Ve kendimi anlama çabamın bu coğrafyayı anlama sorularıyla örtüşmesini hem doğal buluyorum hem de anlamlı.

İnsan bir şeyi seyrederken ya da bir diyaloğa tanık olurken hep bir taraf olur ya. Yani kendini bir şeyin yerine koymak ister. Ben filmin sonunda şöyle bir düşündüm, dedim ki ben şimdi burada hangisiyim? Şuraya gelmek istiyorum, acaba yaptığınız filmlerde, projelerde “üzerine su damlamış” diyebileceğimiz, yani baktığınızda bittikten sonra yarım bıraktığınız, yapmak istemediğiniz, vazgeçtiğiniz ya da yaptıktan sonra “bunu aslında böyle yapabilirdim” dediğiniz şeyleri bizimle paylaşır mısınız?

Bir film “şurası böyle olsaydı, burası şöyle olsaydı” demekle bitmez. Film yaparken zihin o kadar hareketli oluyor ki sonrasında da bu hareketlilik devam ediyor. Mesela Mâşuk’un Nefesi’nde senaryoyu yazamıyorduk. Senaryo dinamik olması gerekiyordu ve bu senaryonun tamamlanmaması bende bir gerginlik oluşturuyordu. Ve ilginç bir şekilde o dönemde Hüseyin Vassaf Efendi'nin Gülzar-ı Aşk şerhini almıştım ama okumamıştım. Sonra “Bu çıkmaz sokaktan, yani bu belirsizlikten çıkmanın bir yolu acaba o kitabı okumak olabilir mi?” diye içimden geçirdim. Ardından kitabı okumaya başladım, kitabın sonuna geldiğimde Hüseyin Vassaf Efendi’nin şu mealde bir şey yazdığını fark ettim: “Ben bu kitabı bitiriyorum ama bu kitap muhakkak ki en kemâlli halinde değil. Kusurlarını da içerisinde barındırıyor vesselam.” Sonra kendi kendime dedim ki “Çok fazla bir meseleyi takıntı haline getirip de mükemmellik hatasına düşmeyeyim ve yola devam edeyim”.

Bir de Miraciyye’yi bir ara yapmaktan vazgeçmiştim. Hakkında fazla malumat ve bilgi olan bir eser değil maalesef. Orada da şöyle bir durum oldu. Safiyüddin Erhan Efendi’yle tanıştım. Kendisinin 40 yıl boyunca Mirâciyye’yi kesinti olmadan her sene Bursa'da okutuyor olmasından çok etkilendim. Sonra kendime şöyle dedim: “Ne olursa olsun bu filmi yapmak lazım.”

Birbirinden apayrı dört hikâyeden oluşan bir film Miraciyye, fakat dört film de birbirinden kopmuyor.

Filmin zorlandığım tarafı orasıydı. Mesela filmi o şekilde yapmaya ikna ettim kendimi. Çünkü hikâye kurmam lazımdı. Mevlit’te malzeme çok ama Mirâciyye’de o kadar fazla malzeme yoktu. Burada Safiyüddin Erhan Efendi bir nevi filmin gizli mimarı olmuştur. Bunu not etmeliyim.

İzleyiciyi koparmama sebeplerinden biri ani geçişler olabilir mi? Mesela akşam oluyor, Raci ışığı kapatıyor ve anında gündüz oluyor ve sema başlıyor. Bu durum da izleyiciyi koparmamış.

Dediğim gibi biraz seyirciye göre değişir ama benim o filmde zorlandığım şeylerden biri buydu. Yani 4 hikâyenin birbirine bağlanma meselesi.

Filmlerinizin hemen hepsinde bir su sesi, bir musiki var ve bunların da birbiriyle olan ilişkisi söz konusu. Siz buna nasıl bakıyorsunuz? Nasıl geçiriyorsunuz?

Bu bir tespittir. Ama bununla alakalı çok belirgin bir şey söyleyemem; söylemem de doğru olmaz sanki. Benzer bazı izlekler farkında olmadan tekrar ettiğim şeylere dönüşüyor olabilir ama bunlar hakkında bilinçli, “Bu filmi yaparken muhakkak bunu koymalıyım, muhakkak şu olmalı” gibi düşünmedim açıkçası. Birazcık işin doğal seyrinde çıkıyor.

Dilsiz filminde dikkatimizi çeken birçok sözler var. Fakat bu hikmetli sözler özenle seçilmiş ve bir diyalektik halinde verilmiş. Yani en sonda söylenen bir sözü başta da birine söyletebilirdiniz fakat bir olgunlaşma süreci yaşanıyor, o sürece göre de hikmetler sıralanıyor.

Tabii. Orada ister istemez bunu kuruyorsunuz zaten. Burada Selman Kılıçaslan'ın çok büyük payı var. Buraların Selman’ın ince işçiliği ile alakalı olduğunu düşünüyorum.

Dilsiz’i yahut Saklı Miras’ı bugün çekiyor olsaydınız, herhangi bir müdahalede bulunur muydunuz?

Geçmişte olan bir meseli tekrar ele alıp yoğurmayı düşünmüyorum. Gerçi bu biraz yaşımla alakalı da olabilir, olan olduğu kadar olmuştur diye bakıyorum. Fakat şu tarz şeyler denemek isterdim; 5 yılda bir Dilsiz filmini çekmek. Aynısı olmayacak, her biri birbirinden çok farklı olacak. Ne olacağını ve arasındaki farkları seyirci gibi ben de merak ederdim.

Bir film güzelse insana ulaşır

Toplumun da algısı değişti artık. Filmlerde keyfiyete bakılmadığı, daha çok ne kadar izlendiğine bakıldığı bir zamandayız. Haliyle ortaya koymuş olduğunuz kaliteli bir film de herkesin dikkatini çekmeyecek. Bu durum sizi rahatsız ediyor mu?

Tam tersine rahatsız olmuyorum ve Dilsiz filminin de insanlara ulaştığını düşünüyorum. Bu filmi ortaokul öğrencileriyle de lise öğrencileriyle de üniversite öğrencileriyle de yaşlılarla da seyrettim. Elbette ilk başlarda bu filmin 50 yaş üstü kimselere hitap ettiği konusunda ön yargılar vardı. Film vizyona girdiğinde ancak 2-3 bin izlenir, bunu hiç vizyona sokmayın diyenler de oldu. Ama film vizyona girdi ve bir aydan fazla vizyonda kaldı yoğun talepten dolayı. Yani demek ki, Türkiye'de bu tarz meseleler, sorular, bir şekilde gençten yaşlısına insanların gündeminde. Bunun bir şekilde insanlara ulaşması lazımdı ve ulaştı. Kısaca beklentileri de aştı. Bir filmin güzel olduğu müddetçe insana ulaşacağını düşünüyorum.

Bu meselelere olan açlık hissini uyandırmak mı gerekiyor diyorsunuz?

Tabii ki. Bu açıdan seyirciyi küçümsememek gerekiyor. Seyirci yeri geldiğinde çok akıllı ve doğru hamleler yapabilir. Bu ihtimali, seyircinin bir arayış içinde olduğu ihtimalini de göz önünde bulundurarak güzel filmler yapmaya çalışırım.

“Dilsiz’in Dile Gelişi” isimli bir de kitap var. Bundan da bahsedebilir misiniz?

“Dilsiz’in Dile Gelişi” kitabı için Türk sinema tarihinde yapılmış ender çalışmalardan bir tanesi diyebilirim. Bu kitaba, çekime girmeden bir gün önceki senaryoyu koydum. Yani kişiler senaryoya bakıp ortaya çıkan filmle kıyas yapabilir; hangi sahneleri çıkarmışım, hangi sahneleri bırakmışım vs. Ayrıca hiçbir yerde yayınlanmamış, sadece kitapta yer alan sadece kitap için yazılmış makaleler var, ki bu çok önemli. Değişik yerlerde yayınlanmış yazıların derlenmiş halleri de mevcut. Filmin ekibindeki önemli isimlerle röportajlar ve benim filme dair aldığım bazı notlar da kitapta yer alıyor.

Aslında yeni bir film var kitapta…

Evet. Bu kitaptan maksat hafızayı elle tutulur bir hale getirmek. Yani bir gün insanlar filme bakmak istediklerinde nasıl yapıldığını, arka planının nasıl olduğunu görebilsinler diye.

 

İslam ansiklopedisinin filmini çektik

Yeni çalışmalarınız var mı?

Şu an bitirmek üzere olduğumuz bir film var; İslam ansiklopedisinin filmini çektik. İnşallah 2023 yılında gün yüzüne çıkacak. Festivalleri ve vizyonu düşünüyoruz. Güzel bir çalışma oldu. Haricinde birkaç tane kurmaca projemiz var. Bunlardan hangisini tezgâha indireceğimiz 2023'ün Ocak veya Şubat aylarında belli olacak. Yani bir şekilde film yapmaya devam etmek istiyorum.

Bu zamana kadarki filmlerinin çekimleri sırasında başınıza gelen ilginç bir hadise var mı?

Çok vardır fakat aklıma Dilsiz filminde yaşadığımız bir hadise geldi. Dilsiz filminde handa asansörün yanında çalışan bir çaycı vardı. Mesela o çaycı aslında metro çıkışında kâğıt mendil satan bir amcaydı, yani oyunculukla hiçbir alakası yoktu. Hatta ofise giderken her gün gördüğüm birisiydi. Oyuncu direktörü arkadaşın isabetli hamleleriyle kendisini filme dahil ettik. Gerçekten de filmde güzel oynadı; sahici oldu. Fakat filmi ona izletemedik. O amca rahatsızlandı ve vefat etti. Ona izletmeyi düşünmüştüm ama kısmet olmadı.

Bir filmin senaryosunu yazabilmek için o senaryonun içinde olmak gerekiyormuş, senaryoya hakiki duyguları katabilmek için bir yerinde olmak gerekiyormuş ki senaryo tam manasıyla olgunlaşsın. Dilsiz filmi için hat eğitimi almanız buna en güzel örneklerden biri. Hatta oyunculardan Vildan Atasever’in de birkaç ay hat eğitimi alması filmi güçlü kılan etkenlerden. Senaryonun nasıl yazılabilirliği konusunda da aslında siz ipuçları vermiş oluyorsunuz ama kelimelere dökecek olursak neler söylemek istersiniz?

Elbette senaryo şöyle yazılır, böyle yapılır demek de doğru değil, sonuçta her yiğidin bir yoğurt yiyişi var. Genel geçer bazı kuralları vardır bu işin muhakkak. Senaryoyu işin beyni gibi düşünmek gerekiyor. Senaryoda tatmin olduğun bir yerde değilsen yola çıkmamak lazım. Dinamik ve sürekli değişen bir senaryo mantığı ile yola çıktıysanız o başka. Senaryoda anlatmak istediğim hikâye, zemin, zaman, eşya vs.’ye olabildiği kadar nüfuz etmeye çalışıyorum, onları anlamaya çalışıyorum, öncesinde onlarla konuşuyor ve zaman geçiriyorum.

Tabii ki bu durum da mesela Dilsiz filmindeki çaycının asansörde birine ders vermesi gibi küçük ama özünde büyük bir mesajı ortaya çıkarıyor. Kişiye her sahneden bir kıssa vermiş oluyor. Anlıyoruz ki, senaryoda yaşanan bir şeyler var ki, filmin sahnelerine aksetmiş.

Tabii. Sonuçta bir filmin her sahnesi dikkatle düşünülüyor. Ama filmi tamamen sınırlandırarak bir kutunun içerisine mahkûm etmek de istemiyoruz. Bir yanıyla ona çok hakimsin ama bir yanıyla da aslında onun azat olmasını arzu ediyorsun. Bu denklem, bu gerilim film dilinin yolunu yöntemini yordamını belirliyor...

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.