Abdülhâkim Arvasî Hazretlerinin Torunu Tâhâ Üçışık (Arvas) ile söyleşi...

 Tâhâ Üçışık (Arvas) Kimdir?

Esseyyid Abdülhâkim Arvasî Hazretlerinin oğlu Ahmet Mekkî Üçışık (Kadıköy eski müftüsü) oğlu Mehmet Süheyl oğlu Tâhâ Üçışık (Arvas)… Doğum tarihi 1942… Üstad ile aileden gelen teamül gereği her gün beraber olan ve Üstad’ın çok sevdiği bir zat… Büyük Doğu’larda yazıları çıkmış, özel sektörde üst düzey yöneticilik yapmış, şu an emekli… Şeriat için gözaltında kaldığı kısa bir anı hayatının şefaatçisi görecek kadar Allah yolunda çileyi önemseyen bir zat… Seyyid ailesinin yakınlığıyla bizi karşıladı ve uğurladı. Ayrılırken, “Salih Mirzabeyoğlu’nun gözlerinden öperim. Madalya üzerine madalya kazanıyor. Allah ecrini artırsın” diye duada bulundu.
 
Üstad ile münasebetinizden bahseder misiniz?
Her gün beraberdik aşağı yukarı. Yol üstü oluyordu, işimle evim arasında… O Erenköy İstasyonu’nda oturuyordu, biz de Bostancı İstasyonu’nda oturuyorduk. Her akşam uğruyorduk, uğramasak zaten kıyamet kopuyordu. “Sevgilim neredesin? Bugün gelmedin.” Öyle bir şeydik.
Allah muhabbetinizi arttırsın hocam.
Amin. Şimdi ben Baran Dergisi’ne bakınca, dergide “kahrolsun demokrasi” diyorsunuz, demokrasiyi Üstad komünizmanın arpalısı olarak addederdi. “Komünizmanın neşrini alması, genişlemesi, büyümesi için araçtır demokrasi” derdi.  Bize verdiği bir şey yok; ama Komünizme verdiği çok şey var. Türkiye’de bazı şeyler var, çok özel böyle sohbetlerde konuşurduk.
Demokrasi mevzuuna devam eder misiniz?
Komünizmanın neşvünema olması için bir çöplük… Yemlemedir. Demokrasi adı altında komünizmi değiştirmek... Söz hürriyeti, vicdan hürriyeti; yani istedikleri ne? Kendi önlerinde hiçbir set olmaması... Üstad, her hareketi bir denge politikası olarak addederdi. Mesela Doğan Hızlan televizyonda program yapıyordu. Onu çağırdı pazarlık etti “hiçbir sözümü kesmezsen konuşurum” dedi, o da söz verdi; ama sözünde durmadı. Ve onu şöyle düşündü, bunlar mutlaka ağır bir solcu çıkartacaklar, halkın infialini önlemek için “bakın Necip Fazıl’ı da çıkardık, ama ona serbest bize kısıtlı yani kuşa çevrilmiş bir röportaj yayınlayacaklar”… Analoglar yok edildi. Gayet sathi bir Necip Fazıl’la görüşme oldu. Yani bunlar her şeyi, sağı bile kendi yollarında kullanmaya kalkan insanlar.
Demokrasiyi yemlemek için kullandılar.
Türkiye’de kanaat önderi dedikleri adamlar çıkıyor, adam “kanat” önderi bile değil, zibidinin birini buluyorlar, başa getiriyorlar, adamları böyle kullanıyorlar, bazılarının işine geliyor, bazıları prim yapmaya çalışıyor. Hele şeyhlik iddiaları zaten almış başını yürümüş her köşe başında bakkal dükkânı gibi bir şeyh olmuş, Türkiye buna dönmüş.
Keyfiyet önemli…
Bizde kemmiyet var, keyfiyet sorununa gelince içimize atılmış bir nifak var, şucu bucu, falancı filancı. Üstadın çok güzel bir tespiti vardı, “şucu bucu, ama hiçbir Abdulhakim’ci de yoktur” derdi. Çünkü hakikat hiçbir zaman ayağa düşmez derdi. Hepsinin sonunda bir cu vardır, İslamcı, adam Müslüman değil; ama İslamcı, Müslüman olsa, Mü’min Mehmet efendi der, İslamcı Mehmet Efendi nedir?  Cı ile cısızın farkını bulmak lazım. Karşımızdaki bize ne yakıştırırsa ertesi gün çıkıp onu aynen kabul ediyoruz. Tıynetimiz bu, zaaflarımızdan biri bu.
Dil, kavram, diyalektik ve dünya görüşü…
Hiçbir şey yok…
Necip Fazıl ne için uğraştı?
Necip Fazıl bunun için uğraştı. Zaten Necip Fazıl’ı biz tarif ederken dar bir çerçevenin içine oturtuyoruz. “Şair Necip Fazıl” diyoruz, adamı bir şiirin içinde oturtuyoruz, “tiyatro yazarı Necip Fazıl”, “roman yazarı Necip Fazıl”, “gazeteci Necip Fazıl” diyoruz. Ya bunlar Necip Fazıl’ı küçültmek, yok etmek, çapını küçültmek içindir. Necip Fazıl bir dava adamıdır! Bir Mücahiddir! Şimdi bir adam çok kavgacıdır; ama bir kavgaya gider tabancayla… Öyle gerekir… Bir kavgaya gider yumrukları ile, bir kavgaya gider kürek sapıyla, bir kavgaya gider sopayla, bir kavgaya gider muştayla; ama adam neticede kavgacıdır. Üstad ise mücahiddir, o gün için o kavgaya ne ile girmesi gerekiyor ise onunla girmiştir. Şiirle mi, dergiyle mi, günlük yazı yazmak ile mi, konferans ile mi var, ideoloji ile mi? Hepsi Necip Fazıl’da var… Neden? Adam basit bir adam değil. Şimdi bir adama bakıyorlar şair diyorlar, Şimdi Nazım Hikmet’i komünist bir şairlikten başka ne ile anıyorlar. Adamın Üstad gibi “İdeolocya Örgüsü”, böyle geniş ufku yok, eseri de yok, şimdi biz niçin getirip de Üstadı, küçültmeye çalışıyoruz? O gün için şiir ile mücadele etmek gerekmiş. Biri çıkmış meydanda bağırmış, o gitmiş konferans salonunda bağırmış. Nerede ne gerekiyorsa o enstrümanı, o silahı kullanmış olan büyük bir mücahiddir. Ve de Abdülhâkim Arvasî Hazretlerinin en büyük kerametlerinden biridir. Çünkü mevziye girmiş bir topu ele geçiriyor, namluyu bir taraftan bir tarafa 180 derece çevirmiştir. Mesela şapkayı giymezdi ve her türlü şapkaya çok kızardı. “Fransa’ya okumaya gittiğimde, gemiler boğaza dubaya yanaşıyor. Karadan aştı tekne, beni gemiye götürecek, artık pis fesi giymeyeceğim, şapka giyeceğim diye, alıp denize attım. Fese bile bu kadar kin ve nefret içindeydim” diyor. Şimdi Necip Fazıl’ın durumu bir inkârdır, bu bir reddir… Neyi reddir? Geçmişi reddir. Geçmişi reddetmek imandandır. Sahabi geçmişi reddetmese Peygamberin peşinden gider miydi? Etmeyenler ne oldu, onu kabul edenler ne oldu? Bir yerde inkâr kurtuluştur, bizim açımızdan; çünkü o yaptığının yanlış olduğunu, hata olduğunu, artık o yolda gitmeyeceğini, onun beni felakete götürdüğünü, bundan sonraki hayatımda onu asla anmayacağını… O hayatı reddetmedikçe hiçbir şey olmaz.
Veli de geçmiş halini hep reddediyor.
Şimdi onun reddi şöyle, velinin her gün terakkisi var, dinimiz de böyle değil mi? Bir ayeti kelime ile geldi “ikra” ile… Hiçbir şey yoktu, 23 sene sonra ne oldu? Her şey oldu. Eğer 23 sene değil de 20 senede olsaydı, mesela hac olmayacaktı. Hac en son farz olan emirlerdendir. Yani bunun bu sistemde yayılması, terakkisi, insanların içine yavaş yavaş çok güzel bir şekilde yerleşmesi budur. 
Sanki bir kâmil insan oluşumu gibi…
Tabiî… Diğer kitaplar, diğer dinler vahiy yolu ile bir seferde gelmiştir. Vahiy gelmiştir, kitap tamamlanmıştır. Kuran-ı Kerim’e mahsus bir haldir 23 senede ikbal olmak, tamamlanması.
O zaman son ümmetin bir özelliği de burada ortaya çıkıyor?
Yani her güzellikler İslâm’da. İslâm’da olmayan hiçbir şeyden fayda yok. İnsan her gün kemale eriyor. Şimdi büyük dedem Abdülhâkim Arvasî buyuruyor ki, “bir alim kendisine bir soru sorulsa ve ben bunu bilmiyorum kitaba bakıp sana cevap vereyim derse, bu o alimin ziynetidir” diyor. Şimdi adam 1400 senelik İslâmiyet’i ters çevirmeye çalışıyor, Ramazan geliyor kavga başlıyor. Bir saat önce mi oruca başlıyoruz, bir saat sonra mı? Kardeşim burada bir defa 1400 senedir sana kadar herkes yanlış bir sen mi doğrusun? Bu yalnız burada değil ki… Bu hükümlere, bu kaidelere, takvimlere bir buçuk milyar insan uymuş ve 1400 senedir de her senede bir defa bu tatbikat yapılmış. Hep yanlış yanlış, bir sen doğrusun.
Üstad’ın vasıflarından bahseder misiniz?
Tabiî Üstad’ın Allah rahmet eylesin, çok Faruk bir vasfı vardı, yani önüne bir şey konduğunda hemen tepki verirdi, “olmaz öyle şey, İslâmî değil” derdi. Aman ben yanılmışım yok, anında böyle tefrik, farkı bulabilmek, farkı anlayabilmek ve tepki koyabilmek vasfı vardı.
Vehbî değil mi?
Elbette… Fıtrattan veya sonradan efendisinin ona verdiği, kalbine doldurduğu vasıf… Bir gün Efendi Hazretlerine gelirken sual hazırlıyor kendi kendine, Üstad gelince de herkes seviniyor, “çok uzun muhabbet olacak” diye. Oturuyor, “efendim, iyi bir insan, iyi bir Müslüman nasıl olur?” diyor, büyük dedem buyuruyor ki, “Necip Fazıl, bu bir nasip kısmet meselesidir”. Şimdi gitsen birisine “iyi bir Müslüman nasıl olacak?” desen, “gri cübbe giyecek, başına sarık koyacak”, diye cevap veriyor, adamı konfeksiyona gönderip iyi Müslüman yapıyor. Peki bu adamın kalbinde ne olacak kardeşim? Konfeksiyona gitmekle iyi Müslüman olunuyorsa, ben her gün Beymen’den bir takım elbise giyerim. Bu kalp meselesi… Kalpte olacak? Burada bir metodoloji vardır. Akşam bal yedin bir tabak… Baldan daha temiz bir yiyecek var mı? Yok. Sabahleyin çocuğun dese ki “bunun içine bal dök baba yiyeyim”, ne dersin? Kızım o tabak pis. Ne var bunda? Bal var, akşam yedin sabaha kirlendi. Kalp kirlenince güzeli nasıl koyacaksın içine… İman ile küfür bir arada olmaz. Evvela kalpte bulunmaması icap edenlere attırıyorlar. Adam kalkıyor bir tesbih hediye ediyor, “şu kadar bunu çek, bu kadar bunu çek, şöyle içeceksin böyle kaçacaksın,” işte o İslâmiyet’te yok. Kirlendin mi imanı bir kere buraya koyamaz. Evvela burada imana mani, güzelliklere mani, ne kadar bulaşık, ne kadar pislik varsa, muhabbet edilmeyecek insanlar varsa nasıl konuşulacak.
Efendi hazretlerinin hayatıyla ilgili Süleyman Kukulu’nun çıkardığı 2 cilt 1500 sayfalık bir kitap var. Onu da tashih ettim. İkinci baskısının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. O kitabın içinde bütün kitapları, sohbetleri kayıt altında; bir süzgeçten geçmiş… Yazarın kendi ilavesi yok… Güvenilir. Kitabın ismi “Son Devrin Halkaları”…
“Başbuğ Velilerden 33” kitabında Üstad’ın Abdülhâkim Arvasî Hazretlerinin 33. ve son halka olarak özlüce anlattığını da biliyoruz. Ve “O ve Ben” eserinde Üstad’ın Efendi Hazretleriyle buluşmasının ve Üstad’ın ruhî hayatının inkişafının otobiyografik anlatımı… İmam Gazali’nin “El-Münkız Mine'd Dalal” eseri gibi… 
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu bir eserinde “Üstad ile Erenköy’deki evinde otururken Taha Üçışık geldi” diye sizden bahsediyor.
Doğrudur. Gidiyordum. 1-2 saat yanında kalıyordum. Genellikle akşam yemeğini beraber yiyorduk. Sigaralarımızı içiyorduk. Bazen kızdırırdım Üstad’ı… “Bana karşı mı geliyorsun” diye kızıyordu, sinirleniyordu… Benden başka kimse onunla öyle konuşamazdı.
Belki sizi o yüzden seviyordu.
Allah rızası için konuşacaksın, menfaat için konuşmayacaksın. Davanı ortaya koyacaksın.
Salih Mirzabeyoğlu’nun, alt başlığı “Necip Fazıl’dan Esseyyid Abdulhakim Arvasi’ye” olan “Kökler” eserini size takdim ediyorum. Takdimde Salih Mirzabeyoğlu şöyle diyor: “Bu eseri, dostum ve sevgilim, zekâi nazır Ahmet Necip Fazıl’a. Onun ağzından da dünya gözüyle yüzünü görme devleti ve saadetinden mahrum olduğum, “Manzuru nazarı pirani kiram; Keremli pirlerinin nazarlarına görünen” lakaplı muhsî ve muhsîne bütün yüceliklerin altun pınarı büyük irşad kutbu Efendimiz Esseyyid Abdulhakim Arvasi Hazretlerine ithaf ediyorum.”
Doğru. Aynen doğru, aynen yerine oturmuş eksiği gediği olmayan bir tabir. Bunun için yalnız bugün yapılacak iş, İslam’a hizmet etmenin üç şekli vardır ve evvela ilimsiz olmaz. İslam zaten kendisi ilimdir. Bu ilmin tecrübesini yani ilmiyle amil olmayanın bir hükmü yoktur. Yani bir adam size ne kadar namazı tarif etse, efendim ne kadar size namazın özelliklerini vacibini mendubunu sünnetini neyini anlatırsa anlatsın, kendinde o amel yoksa o tecrübe yoksa karşısındakinin bir kulağından girer diğer kulağından çıkar. Ondan sonra akıl var. Şimdi bizim dinimiz aklı kabul eder. Bizim dinimiz naklidir, akli değildir. Akıl dini değildir. Vahiy olduğu yerde akıl yok.
Evet…
Vahiy akıldan üstün ama onun ilmini yaptığın zaman akla bunların uygun olduğunu görürsün, ama akıl olduğunu görmezsin akla uygun olduğunu görürsün. Mesela o incelik onun için. Bir de ihlas olursa kalp ile, halis bir niyet ile Allah rızası için çalışmak gerekmektedir ve Allah büyükleri çalışmışlar. Başka bir şey için çalışmamışlar.
Şimdi Salih Mirzabeyoğlu nerede? Hâlâ hapiste mi?
Uzunca bir süre suskunluktan, sonra Salih Mirzabeyoğlu davası kamuoyunda tekrar konuşuluyor. Hükümetin de çalışmaları var. Ne diyorsunuz bu hususta? 28 Şubatta idam cezası almıştı.
Tabiî adamların ne olduğu ortaya çıktı. Nâhak yere yattı. Nahak yere bu cezaları verildi. Ayan beyan ortada... Bu cezayı verenler şimdi cezalandırılıyor.
Salih Mirzabeyoğlu hâlâ içerde!
O içerde kalabilir. O da onun “indallah”ta (Allah katında) Allah’ın hesabında kendisine şefaat edecek en büyük hadise. Ben de bir tarihte üç saat nezarette kaldım şapka kanununa muhalefetten. Hayatımın en büyük şefaatçisi kabul ederim bunu. Bunların cezalandırması bizim için bir nimettir. Öbür tarafa temiz gitmek için
Cezaevine girmek, çile çekmek mükâfat oluyor.
Tabiî ki. Benim çektiğim cezanın İslâmî bir suç yönü yok ki. Ben alenen oruç yemekten hapse girmiyorum, namaz kılmamaktan, Allah’ı inkârdan, Peygambere dil uzatmaktan hapse girmiyorum. Neden hapse giriyorum? İmanımdan, Müslümanlığımdan dolayı hapse giriyorum. Bu bir gurur vesilesidir. Efendi Hazretleri niçin Menemen’e götürüldü. Hangi suçundan dolayı?
Son demlerinde değil mi?
Son demlerinde. 30 yılında Menemen vakasında… Şimdi bunları düşündüğün zaman…
Hiç aklının ucundan geçmeyen Ankara’da Bağlum’da vefat etmesi…
Vefat etmesi. Bundan sonra haritada yerini bile bilmediği Menemen’deki hadisede buradan oraya götürülmesi, orada hapsedilmesi, muhakeme edilmesi. Cilve-i Rabbani. Senin günahın artacak benim sevabım artacak, sen keseyi doldurup gideceksin ben de keseyi doldurup gideceğim.
Yani doğru safta, doğru yerde durmamız önemli değil mi?
Tabiî ki; bunun cezasını bize çektirmeye çalışıyorlar bize, sözde… Belki bir yerlerde yanlışlıklar yapmışızdır, bunu kefaret olarak sayabiliriz. Doğruyuz demiyoruz. Neticede biz de nefsimizi aşamayan insanlarız. Nefsimizi aşmış bir insan değiliz. Çünkü beşeriz. Avam-ı nastanız havastan değiliz. Bu bir derece... Derecen artar artar; ama nerde artar, olduğu yerde artar, Allah seni sevgili kulu seçmiş, sana birçok nimetleri nasip etmiştir. Şimdi Necip Fazıl'ın halini düşünüyorum. Bankaya müfettiş olarak gidiyor. Adam bankacılık hayatında tahsil etmemiş, oraya gidiyor müfettiş, buraya gidiyorsun işte İş Bankası’nda memur, ne işin var? Şöhret seni nerelere getirmiş koymuş. O şöhretin üstüne neler koyabilir, ne dünyalıklar yapabilirdin. Milletvekili olması içten bile değildi. Milli Eğitim Bakanı olması, Kültür Bakanı olması içten bile değildi. Ama bir yere kadar o yolda devam etti. Allah-u Teala ona hidayet verdi. Hidayet Allah-u Teala’dandır. Peygamberimiz (S.A.S) dua ediyor: “Allah’ım bu dini ya Ömer'le ya da Ebu Cehil'le kuvvetlendir.” Gönlü kimde? Ebu Cehil’de… Akraba, daha yüksek aile, daha zengin, daha kuvvetli... Neticede Hz Ömer (R.A.) Müslüman oluyor ve ayet-i kerime nazil oluyor: “Ey Habibim ben hidayeti istediğime veririm.” Bilal-i Habeşi kalkıyor başlıyor sevinçten oynamaya. “Ya Bilal niye oynuyorsun?” diyor Resulullah. "Ya Resulallah" diyor Bilal Habeşi: “Hidayet senin elinde olsaydı sen Habeşli Bilal’i düşünmezdin.”
Duymamıştım bunu
Evet, düşünün hidayet Allah’tandır . Efendi Hazretlerinin dahli vardır. Cenabı Hak hiçbir şeyi sebebsiz halk etmemiştir, vakti saati geldiğinde o iş olur. Şimdi en büyük yanlışlarımızdan bir tanesi nedir? “Adem (A.S.) cennetten kovuldu.” Hayır Adem (A.S.) cennetten asla ve kat'a kovulmadı. Kovulan şeytandır. Adem (A.S) cennetten kovulsaydı iblisle beraber, biri esfeli safiline, öteki niye cennete gitsin? İkisi de Allah'ın kovduğu değil mi, ne farkı var? Allah Adem (A.S.)’ın sülbünün-neslinin dünyaya gelmesini istedi. Bir anda bir hata.... Oruçlu olduğunu unutarak su içmesi gibidir.
Salih Mirzabeyoğlu “Bize insan olmanın yolunu gösteren Üstadıma” diye ithaf ettiği “İnsan” kitabında, “insanın efendiliği görünsün diye bu hata” diyor.
Öyle... 300 sene ağladı Adem (A.S.) “Yarabbi beni affet” diye. En sonunda “Resulullah hürmetine” deyince, Allah-u Teala "sen nereden biliyorsun?" dedi. “Cennette yazıyordu” diyor: “lailahe illalah muhammedurrasulullah.” Arkasından buyuruyor ki Cenab-ı Hak: “Eğer deseydin ki onun hürmetime bütün soyumu affet, bir tek adamı cehenneme sokmazdım.” Dünya hayatının üçte biri, ağlayıp Cenab-ı Haktan af dilemekle geçmişti. Tevbe o kadar mühimdir ki bizim dinimizde.
Üstad, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Kültür Davamız” eseri için "Bu kitap Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir" diyor.
Valla Necip Fazıl bir adamı kolay methetmez. Üstad bunu babasının oğluna yazmaz.
Salih Mirzabeyoğlu'nun “İktisat ve Ahlak” kitabını da veriyorum size. İktisat ve Ahlakın ilişkisini de...
Ahlâkın bozulmasının sebebleri nedir? İcatlardır.
İcatlar?
Tabiî “icatların hepsi muzırdır” diyor Efendi hazretleri. Bugün televizyonun verdiği zararı kim verebildi, radyonun verdiği zararı kim verebildi, elektriğin verdiği zararı kim verebildi. Televizyon olmasaydı herkes namazını kılıp yatacaktı.
Siz, Efendi hazretlerini gördünüz mü?
İki seneye yakın. Ben idrak edemedim; ama o beni idrak etti. Hatta hakkımda söylediği bir söz var: “Bundan iyilik görmeyen kalmayacak, dokunan yanacak” diye. Evet, bir yerde iyi, bir yerde çok tehlikeli bir adam yaptı beni. Onun için ben böyle kabuğuma çekilirim kimseye zarar vermemek için. Aslında çok güzel şeyler olacak; ama İslâm gittikten sonra hiçbir şeyin kıymeti yok. Bugün işte millet camiye geliyor namaz kılıyor çıkıyor, imamı tenkid ediyor. Sen bu adamı tenkid etmek için mi geliyorsun camiye yoksa namaz kılmak için mi? Yani size faydalı olabilirsem kendimi mesut ve bahtiyar hissederim.
Bize ait o şeref.
Üstad muzdarib ve mustaribti. Yazı yazdım götürdüm Büyük Doğu'ya girmesi için beni çağırdı acele. Gittim. “Ne biçim bir yazı bu” dedi. “Neyi var efendim?” dedim. “Hayatımda ilk defa bir yazıyı tashih etmeden koyuyorum. Ne profesörlerin yazısı geliyor, tashih ederek basıyorum seninkinde bir tek harf dahi değiştirmedim. Ne kabiliyet sende ya?” dedi. Tabiî biz de muhasebeci olduğumuz için yazı kabiliyetine sahip değiliz. Konuşuyorum fakat yazamıyorum. Çünkü bütün hayatım rakam ve kelime, rakam kelime üzerine kurulmuş meslek itibariyle... 52 sene çalıştım. Biraz da maddi sıkıntılar içinde ilim yapıp oraya buraya yazılar yazdım yazdım yırttım attım. Çünkü fırsatım olmadı. Kaçarak yaşadım.
Akademisyenlik yok değil mi?
Yok bizim birader de var o profesör. Sizden önce Abdülhâdi abi geldi. Ona ziyarete gitmişsiniz Şeyh Fehim Efendi hazretlerinin torunu. İki cami ötede cenazemiz vardı. Ben gidemedim. Oradan çıkışta bir geçmiş olsuna gelmiş.
Ağustos ayında, Van Arvas’ta, Seyyid Fehim ve Şemdinli’de Seyyid Taha’nın kabirlerini ve Güneydoğu’yu ziyaret etmiştim. Oralardan aldığım bilgiler üzerine Abdülhâdi Arvasî Efendi’yi ziyaret ettim, iki oğluyla beraber beni çok sıcak karşıladılar. Ellerini öpüp dualarını almak nasib oldu ve mülakat talebim üzerine de sizin adresinizi verdiler.
Evet, ziyaret ettiğiniz Şeyh Fehim hazretlerinin torunudur. Muzdariple mustaribin farkı nedir? Biri ızdıraptır, bir tokat atılır mesela yanağınız ağrır, on dakika onbeş dakika sonra geçer. Mustarip ise acıyı kalbde hissetmek. Cemiyetin şu halini görüp üzülmek... Müslümanların kâfirlerin elinde şu hale gelmesi insana ıstırap verir.
Müslümanın kanının akmasının sebebi nedir? Salih Mirzabeyoğlu diyor “biz adam olsaydık akar mıydı?” Yani onun ıstırabını duyan bir insan...
Dokuz sefer Suriye'ye gittim, çalıştım, fuarlarına katıldım. “Bade harabül Basra” demişler. Basra harab olduktan sonra, memaliki Osmanlı’da hiçbir yerde huzur yok. Ne Yemen, ne Yugoslavya, ne Romanya... Osmanlıdan sonra hepsi perişan... Kusura bakmayın hastalığın verdiği şeyle kelimeler oynuyor yerli yerinden.
Estağfirullah. Ne yapmamız lazım? Müslümanların bu duyarsızlığı mı diyelim, ıstırab eksikliği mi diyelim?
İslam'ı anlatacaksın.
Allah sevgisi ve Resul aşkı kalbde yok, dilde var…
Evet... Mevlüde gidiyorsun, kadınlar Kur’an okunurken bıdı bıdı yapıyor. “Sordum sarıçiçeğe” deyince hepsi gözyaşı döküyor. Yani bugün Kur’an ahlakı yerleşmedikten sonra bir şey olmaz. Şimdi lokomotif İslâm. Adam lokomotifi vagonların arkasına takmış “Komünizm, Sosyalizm, Liberalizm ve İslâmiyet” diye kitab çıkarmış. Ergun Göze’nin kitabı... İslâm’ın olduğu yerde ne komünizm vardır, ne kapitalizm vardır. İki zıt bir arada olur mu? Birisi Allah’ın şeriatı, diğer ona muhalif insan uydurması…
Yani merkez bir ideolojimiz yok. Necip Fazıl da bunu kurdu zaten...
“İdeolocya Örgüsü”ne baktığımız zaman, Kur’an ahkâmından bahseder. Dediğim gibi Necip Fazıl İslâmiyetle komünizmle mukayese etmiyor, İslâm’ı anlatıyor. Merkez İslâm. Bu ev ya senindir ya da benimdir. Bu insanlara İslâm’ı anlatacaksınız, fıkhî bilgiler vereceksiniz. Bir kişi var ya, Mehmet Akif… Millet göğe çıkarır hutbelerde okutur. Bu adam Abdülhamid Han için meşhur bir kitabında “sen öyle bir mel’unsun ki, iblise rahmet okutursun” diyor.
“Baykuş” diyor.
Hutbede şiiri okunuyor. Şapka giymemek için Mısır’a gitmiş. Bu adamın fötr şapkalı elli tane resmi var. Bu adam rejime düşmandı da niye Mısır’dan döndükten sonra Burdur milletvekili oldu. Şimdi Halk Partisi ben müracaat etsem beni milletvekili yapar mı?
Samimî bir adam; ama ideolojik olarak, siyasi olarak da eksiklikleri var.
Adamın biri şeytanın peşine takılmış, millete nasıl iğva ediyor, nasıl yoldan çıkarıyor, nasıl fesat çıkarıyor bakıyormuş öyle. Epey zaman peşinden gitmiş. Bir gün şeytanla sohbete oturmuşlar. “Bu kadar sene senin peşindeyim geliyorum, herkesi yoldan çıkardın bir beni yoldan çıkaramadın” demiş. “Oğlum çıkartmaya ne gerek var zaten peşimdesin” demiş. Şimdi bunlar böyle. Necip Fazıl’ın ideolojisi ona muhalifti. Çanakkale şehitleri için yazdığı… Şehadeti inkâr edecek insan değiliz. Şehitler çok yüksek insanlardır; ama sen kalkıp da Bedr’in aslanlarını bunların altına koyarsan, “Kâbe’yi başına taş diksin” ne demek? Kâbe peygambere taş olmamış...
Hocam, Mehmet Akif'in Müslümanlığı revaçta da niye Necip Fazıl'ın Müslümanlığı revaçta değil?
Onun geldiği ekol Abduh ekolü, el-Ezher ekolü, İbn-i Teymiyye’den beri gelen bir ekol. Sen de daha nicelerini sayarsın.
İngilizlerin de desteği... Bu Kemalizm’i de zaten İngilizler kurdu. Mustafa Kemalle beraber kurdular cumhuriyeti.
Bu açık bir şey, su götürmez bir şey. Dört tane devlet sana saldırıyor bir tane devletle harbediyorsun. Bir kere eşyanın tabiatına aykırı... Dört adam beni dövmeye gelmişsiniz, ben birinizle dövüşüyorum üçü seyrediyor.
İri olanlar gidiyor değil mi? Sadece Yunanistan’la harbediyoruz.
Yunanları buraya getirenler seyirci ve belki de herifler geri gitmesi için alttan bize yardım bile ettiler. Tabiî onu durdurmak için… Şimdi bizim hadiselere bakış açımız, bir dergi çıkarıyorsunuz bir mesele var. Adam size “püf” yapıyor, sen de ona “üf” yapıyorsun. Olmadı “püf” yaptın ama ayete göre küfrün eseri, imanın eseri değil. Bugün” Fethullahcı cartçı curtçu” diyorlar; bir tane Abdülhakîmci yok. Bunlar Necip Fazıl'ın tesbitleri, benim değil. Çünkü “Hakikat hiçbir zaman ayağa düşmez.”
“Mehmet Akif Müslümanlığı revaçta” dedik hocam, kolay geliyor…
Kolay gelmiyor ki. Şartlanmış adam.
Bir de düzenle İstiklal Marşı’nı okuyarak…
İstiklal Marşı yazıldığında, kabul edildiğinde bu düzen yoktu. Düzenin şekli daha belli değildi. O mühim değil.
Fakat şimdi düzenle beraber anılıyor.
Efendi hazretleri ne buyuruyor: “Genç olsaydım elime silah alırdım, Anadolu ordusuna katılır, bu memleketi müdafaa ederdim” diyor. Memleket bizim memleket; ama memleket bizden gitti. Necip Fazıl “ayağa kalk Sakarya” diyor. Bu Sakarya biziz. Biz ayağa kaldıracağız; ama kalkamıyoruz ki... Şimdi adama köpek havlıyor, “hoşt” diyorsun, o “hav hav”, sen “hoşt” diyorsun… Bu iş nereye varır? Şimdi biz olan biten hadiselere İslâm’ın bakışını anlatamıyoruz. “Asrın idrakine söyletelim Kur’an-ı” diyor Mehmet Akif... Asrın idraki bombok bir idrak, asrın idrakine söyletirsen, karşına Yaşar Nuri, Zekeriya beyaz gibi birini çıkartman lazım… Ama Kur’anî idrak bu asır hakkında ne diyor onu idrak etmek lazım.
Karşıdakinin yedeği oluyorsun, hâlbuki merkez biziz.
Mecliste konuşma yapılıyor, başbakan tökezliyor, “üç tane semavî din mensubu” diyor, oha! Semavî din bir tane… Adem (A.S.)’den beri amentü değişmemiştir. Adem (A.S.)’e inen kitab bu harflerle İslâm harfleriyle, Kur’an alfabesiyle inmiştir. “Türkiye’de yaşayan üç din mensubu” diyebilirsin; ama üç tane semavi din olur mu? Ötekiler semavî dinse, Müslümanlığın ne gereği vardı? O semavî din dediğin bozulmadan gelmedi ki… Başbakanımız bu kardeşim. Hacı Bektaşî Veli’yi sazcılara çaldırdık, Mevlana Celaleddin Rumî’yi de düdükçülere çaldırdık, öyle oturuyoruz. Hacı Bektaşî Veli Hazretleri (K.S.)  bizim değerimiz. Neden? Sünnî. Bayramî kolunu kabul ediyoruz, onun da Bektaşî kolunu niye kabul etmeyelim? Mevlana bizim ya. Gidip de basketbol sahasında iki tane fırıldak gibi dönmekle Mevlana anılır mı? Mevlana ne zaman ney çalmış? Şimdi niçin tarikatlarda şarabın sarhoşluğu anlatılır? Çünkü geçmez ağırdır. İzafiyet vardır. Şarap işlemez ki. Onu misal gösteriyor. “Ondan kurtulamıyorsan sen de buraya geldiğinde benden kurtulamayacaksın” diyor. İzafiyet var İslâmiyet’te. Bugün bir mezarlığa gidiyorsun taşa bakıyorsun altındakini gösteriyor sana. Şeyh miydi, subaşı mıydı, mevlevî miydi, kadın mıydı, kaptanıderya mıydı, veziri azam mıydı? Kabir taşı izafiyet. Taşta yazanı görünce yatanı tanıyorsun. Başbakanımız yaptığı hatayı görsün. “Üç semavî din” diyor, inanıyorsa küfre bile girer. Yeni icat mı çıkarıyor?
Bu diyalogcular da var…
Onları bırak. Diyalogdan kaçınalım. Dinler arasında diyalog olmaz. Fertler arasında diyalog olur. Ermeni terzin vardır, gidersin ceketini diktirirsin, diyaloğunu kurarsın, alır gidersin. Dinler arası nasıl diyalog kuracak? O kurban kesecek, biz Noel mi yapacağız? Hangi mevzuda diyalog kurup anlaşacağız. Nasıl bir şey ya dinlerarası diyalog? Din bir tane. Adam kendi kendine diyalog yapar mı?
“İslâm’da estetik idraki başa almamız gerekiyor” diyor Necip Fazıl…
“İslâm’a söyleteceksin, Kur’an’a söyleteceksin asrın idrakini” diyor.
Hatta Mevdudi’yi tenkit ederken “Merdudi” derdi Üstad. Hamidullah’a da “Baidullah” derdi. “Taha, dünyada doğrunun olmadığını, münhani olduğunu bilmiyorlar” derdi. Yani buradan çıktığında münhani ne demek? Buradan gidip 40 bin km yürüdüğün zaman yine buraya gelirsin. Miraç’taki hadiseyi söylüyor, “Miraç eğer Kudüs’de oluyorsa Allah’a mekan ittihaz etmiş oluyoruz” diyor. O da diyor ki “doğru yok, münhani var” diyor. Sen doğruyu bile bilmiyorsun ki.
Bu daire sırrı mı?
Evet. Bu böyle ve o yüzden bizim yolumuz Kur’an ahlâkı. O yüzden başbakan “Üç semavî din” dediğinde ben alkışlamazdım. İki muharref bir semavi din…
Diğer dinler beşer olmuş… Felsefî bir eser olmuş…
Aynen öyle…
Salih Mirzabeyoğlu için dua…
Allah-u Teala Salih Mirzabeyoğlu’nu kurtarsın, Allah ecrini artırsın. Onlardan gelen her bela, musibet bizim için şefaattir, rahmettir. Allah ne yaptı? Ayaklar baş, başlar ayak oldu. Koskoca Genelkurmay müebbet hapis. Bir dik duruş. Salomon olsaydı 50 defa şapkayı alır giderdi, 49 defa geri gelirdi.
Teşekkür ediyorum hocam.
Estağfirullah, adam yerine koydunuz beni, konuştunuz.
Estağfirullah ne demek hocam, elinizi öpmek bizim için şereftir. Seyyid ailesi bizi kabul etti.
Keşke layık olsak o aileye. Onun için ben biraz düşüncelerimde Necip Fazıl’la olan münasebetimde 70 senedir dedemin etrafındakilerle hep böyle hayatım geçti. Ortaokul ticaret, lise ticaret, üniversite ticaret, akademinin işletme bölümünü bitirdim, Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunuyum. İki tane defter alırdım, dünyanın peşinde koşardım. Benim yaşayışım büyük dedemin yaşayışını örnek almak. Onu yaşamak, onu yaşatmak… Kime? Etrafımdakilere...
Necip Fazıl'ı anlamak mevzumuz… Zahiriyle bâtınıyla anlamak. Esseyyid Abdülhâkîm Arvasî Hazretleri “altın harflerle yazılacak yazı” diyor Üstadın bir yazısı hakkında…
Arvasî Hazretleri Üstad’a bu ruhu üfledi ve o da birçok eser yazdı, cemiyet meydanında kavgaya atıldı.
Bu eserlere bakıldığı zaman, sadece lafziyle okumak değil... Yani yazı yazmış, güzel yazmıştan öte bir de oradan, eserden yürüyerek ne demek istemiş, bize ne vermiş, bize ne anlatmış; onu anlamak, idrak etmek lazım... Şimdi Sakarya’nın ayağa kalkmayacağını herkes bilir, neticede bir deredir. Bir yerden gelir bir yerden gider. Ayağa kalkan bir dere yoktur. Hep yokuş aşağı gider. Ayağa kalk ey Sakarya diyor, orada ne diyor? Kime hitap ediyor, ne için hitap ediyor? Bunu bulmak, bunu araştırmak gerekir. Yoksa şiir güzel olabilir. Şiirde Türkçe çok güzel kullanılmış olabilir, sonuçta Türkçe kullanmak da bir sanattır. Üstadın eserlerine baktığın zaman Türkçe muazzam bir kullanım sanatı ile ortaya çıkıyor, yani öyle atıflar var, öyle kelimler var, “künde üstüne künde” diyor,  şimdi ensede künde atılmaz. 
Üstadın edebî ifadelerine kuru hayranlıktan ziyâde içine girmek gerekiyor. Zaten Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu’nun içindekileri bulmak için 60 küsûra yakın eser veriyor; ama Salih Mirzabeyoğlu’nu anlamakta zorluk çekiliyor. Hâlbuki Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu’yu açmaktan başka bir gaye gütmemiş, bunun arkasını kurcalamış, yürütmek için Büyük Doğu’yu…
Bakın, “İdeolocya Örgüsü” diyor; örgü yani, karmaşık bir şey, bu örgüyü çözebilmek, kazak bir örgüdür, güzel örmüşsün eline sağlık, sen bunu aç bakalım, nasıl örmüş bunu, hangi atraksiyonları yapmış, nelere nerden şişi geçirmiş, nerden almış, boşluk mu bırakmış… Şimdi “ideolacyamız” diye kitapta yazabilirdi. Ne fark eder ki? Ama ideolocya bir örgü. Şimdi bunu örmesi de bir dert, sökmesi de bir dert, hani bazı kadınlar olur, yanlış olur örgüyü söker ya, o bile bir maharet ister, kopmadan, bozulmadan, ipler dağılmadan, düğüm olmadan, bunu çözebilmek, yani örgünün çözülmesi, anlayabilmek, bunun için “İdeolocya Örgüsü” kitabını açabilmek için bir 60-70 tane daha kitap yazabilmek lazım. Nereden nereye gidiyor, niye almış, onun beraberinde nelerin gelmesi lazım… Örülmüş, karmaşık, kompleks bir şey yani bunu anlamak, mefkure teşkil edebilmek…
Hayatın gayesi nedir meselesi.
Şimdi burada mefkûresiz bir hayat var. Yoldan geçen adama soruyorsun, ne olmak istiyorsun, “emekli olayım yeter!” diyor; bir insan gayesi kadar büyüktür. İnsanı büyüten gayedir, idealdir.  Bir gaye ne kadar büyükse, bir insan da o kadar büyüktür… Şimdi, gayesi en büyük insan kimdir? “Gaye Peygamber” diyor Üstad; Allah Resûlü kadar gayesi büyük hiçbir insan dünyada yoktur. Neydi onun gayesi? Bütün insanları kurtarmak. Tâif dönüşü, Cebrail (a.s) ne dedi? “Dile, iki dağın arasına Taif’i yok edelim.” Hayır!.. “Allah onlara hidayet versin” der… Çünkü gaye helak etmek değildi, yok etmek değildi. 
O gaye uğrunda Peygamber neler yaptı?
Kılıç ta kullandı, vâz-ü nasihat te etti, ayaklarına kadar da gitti, hakaretlere de uğradı; ama gayesi asla ufak değildi. En büyük gaye budur, insanı büyüten budur. Şimdi bizlere gelirsek, Müslüman isek dinimizi bileceğiz, Türk isek tarihimizi bileceğiz. Bu ikisini bilmeden şuradan şuraya gidilmez. Adam haremin kelime manasını bilmeden, harem üzerine senaryolar yazıyor. Ya sen kelime mânâsını bilmiyorsun bunun, mânây-ı asliyesi bir tarafa, mânây-ı mecaziyesini bilmiyorsun. Harem demek; kadınlarla, kızlarla oturulan bir yer değildir, her evin bir haremi vardır,  bir misafiri gelir eve, o misafire mahrem olan yer vardır, yatak odasıdır, mutfaktır. Harem, mahrem yer demek. Bugün Topkapı Sarayı, dün İlber Ortaylı söylüyordu, Fatih zamanındaki hâline bakınca, âdeta bir kışla, bugün dünya saraylarının içinde padişaha yer ayrılmış saray, Topkapı’dır.  Bir harem dairesi vardır bilmem kaç metrekare, yatması için, bir de arz odası vardır. Etrafı nedir? Enderun, muhafız alayı gibi, iç içe yaşamışlar. Osmanlı bir sistemdi. İslam’ın tatbik edildiği en güzel devletlerden bir tanesi idi. Yani asrısaadetten sonra Osmanlı kadar İslam’a bu kadar hizmet eden, bu kadar güzellikler, imkânlar veren hiçbir devlet yoktur. Bugün Kuran-ı Kerim bile Mekke’de nazil olmuş, İstanbul’da yazılmış, Mısır’da okunmuş derler. 
Necip Fazıl’ı anlamak mevzuunda, Salih Mirzabeyoğlu’nun bir Necip Fazıl tanımlaması var. Benim çok ilgimi çekmiştir, hiç kimsede Necip Fazıl’ı tanımlayan, böyle anlatan bir ifade görmedim.  Bunu size aktarmak istiyorum, şöyle diyor Salih Mirzabeyoğlu: “ Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla, toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını İslâmın hakikatine nisbetle heykelleştiren adam…  Davanın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretlendiren, hedeflendiren, istikametlerinden, İslâmı eşya ve hâdiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam… İslâma muhatap anlayışın dünya görüşünü örgüleştiren adam… Necip Fazıl budur…”
Doğrudur. Çünkü bugün Osmanlı’yı anlayabilmek zaten başlı başına kabiliyet meselesi ve bu kabiliyeti anladıktan sonra bunu hayata dökebilmek, ey insan bak, ecdadın neymiş, neler yapmış, sen ne hale gelmişsin, silkelen. Üstad neticede diyor “ayağa kalk ey Sakarya”; mesele geliyor geliyor burada. Kanuniden başlıyor, bugün bambaşka şekilde tanıtmak istiyorlar. Kanuni kimdir yahu? Kanuninin bir padişahtan öte vasfı da vardır. Osmanlı’da ikinci halifedir. Babasının getirdiği hilafete de sahip çıkmıştır, en uç noktalara götürmüştür. Babasından kalan saltanatı da uç noktalara götürmüştür. 46 senede, yaptıkları ortadadır. 
Şimdi Üstadın tesbitlerinde…
Şunu söylemek istiyorum, yani Necip Fazıl’ın 1934’den sonraki bütün hayatı İslam’ın güzelliklerini, İslam’ın hakikatini millete duyurmaktır. Mesela Abdülhâkim Arvasi Hazretleri buyuruyorlar ki, “bir hadis-i şerife ittiba ettim kitap yazmadım” diyor; çünkü Selefi Salihin her şeyin kitabını yazmıştır, ancak bana verilen müderrislik sebebi ile ders kitaplarını yazmak mecburiyetinde kaldım. Ama bugün gerek Üstad, gerek Ahmed Arvasi, her sözü kitaplaştırılmıştır.
Şimdi bir tiyatronun eserinde bile, birçok süslemeler, sahnedeki konuşmalar hepsi gidiyor ne oluyor, kaderi ortaya getiriyor. Üstad “Bir Adam Yaratmak” isimli eserinde kaderi işliyor. Bunun anlatılması için mutlaka bir diyalog olacak, bir tiyatro sahnesinde konuşmalar olacak, alışverişler olacak, bilgi alışverişleri, hep hakikat ortaya çıkacak. Rüzgâra göre yelken açmak yok. 
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Necip Fazıl ile Baş Başa” eserinde da şöyle bir var; Sana hemen şunu söyleyeyim diyor Üstad: “Şahsına tevdi ettiğim hiçbir mânâyı rüşvet dağıtır gibi genelleştirip, ‘kimseyle kötü olmama’ beleşçiliğine ve çetinlikten kaçma ucuzculuğuna sığınamazsın!.. Böyle bir durumda ihanet ettiğin mânâ doğrudan doğruya benimkidir!.. Bütün bir ömür aradığım ve sende ‘elime bir genç geçti, pîr geçti; kendi geldi!’ sırrı!.. Sana söyledim ya; Efendi hazretleri doğrudan doğruya adamın yüzüne söylerdi, ‘nasibin yok!’ diye… Böyle söylenmeyince karşıdakinin nefsinde dava doğar.”
Bütün mesele, yüzüne karşı bazı şeyleri açık açık teşvik mahiyetinde söyleyebilmek... Yani sen busun, ben sende bunları görüyorum, sende gördüklerimi takviye ediyorum, bunları yapmanı istiyorum... İşte bu cevherleri bulmak, bunları motive etmek, bunları doldurmak ve bunları cemiyete salmak ve cemiyetin istifadesine sunmak Üstadın göreviydi. Bunun için de surda gedik açtı; bugün o sur yıkıldı mı yoksa gedik tamir mi edildi, kapatıldı mı? Mesele burada. İşte o açılan gedikten bir ordunun geçebilmesi, bunu bütün insanların istifade edebilmesi, o gedikten geçemiyor ise o gediği yıkması, daha da büyütmesi, daha da genişletmesi, daha da ileriye götürmesi. Bugün Üstadın bütün eserleri, şimdi ki tabirle, klasik eserler yani 60 sene önce, 70 sene önce ne yazdıysa, aynen bugün hayatiyetini koruyan eserlerdir. Yani o güne mahsus yazılmış, bugün hiçbir geçerliliği kalmamış, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca kitap var, söz var, ama Üstad öyle değil; işte o nesilden nesile aktarılabilecek, götürülebilecek bir davadır. Bu davayı güdebilmek meselesi ve bunları yapabilmek meselesi…
Toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu’yu yerleştirmek diyor Salih Mirzabeyoğlu ve devam ediyor, “Dik durun kaşınızda leşler var!” 1999 yılında bunu söylemişti.
Dik durmak bugün hala geçerli. 1999'da söyledi diyorsunuz bugün hala geçerli. Bu geçerliliğini kaybetmesi mümkün olmayan bir söz... Klasik bir söz, eskimesi, değiştirilmesi, üzerinde oynanması gerekmeyen, son nefesine kadar ondan ona, bir bayrak yarışı şeklinde, devam etmesi gereken sözler bunlar.
Peki, dik durmayı bugün yerine getirebiliyor muyuz?
Hükmü benim vermem mümkün değil, herkes kendi çapında duruş gösterecek. Nemrut, İbrahim (a.s)’ı ateşe attığında karınca ağzında su taşıyordu. Senin taşıdığın suyla ne olur dediler; o da dedi ki, hiç olmazsa bu yolda bulunduğumu gösteririm. Hepimizin Üstadtan aldığımız bereket ile feyz ile dik durmayı göstermemiz gerekir. 
Başbakanın “76 milyon Büyük Doğu’yu birlikte inşa edeceğiz” şeklinde bir konuşması oldu. Bunun için neler diyeceksiniz?
O da bir idealdir, o da bir gaye, keşke öyle olabilsek. Güzel bir söz... 
Dergimiz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Tam teferruatlı olmasa da göz atma fırsatı buldum, güzel şeylere değindiğinizi gördüm Baran Dergisi’nde… Sizlere şunu söyleyeyim, bir insan yaptığını beğenmeyecek. Beğendiği zaman orada kalır. “Bu olmadı” bunun daha iyisini nasıl yapabilirim? Bunun mücadelesini vermek lazım.
Hocam son olarak arkadaşlara, gönüldaşlara söylemek istediğiniz var mı?
Allah-u Teâla büyüklerin sevgisini içimizden eksik etmesin. Gayemiz budur. Biz buna inandık. Kökümüzden kopmamalıyız. Yol gösterenlerden ayrılmamalıyız. Onların gösterdiği yolda gitmeyi Allah-u Teâla hepimize nasip ve müyesser etsin. İmam Rabbani hazretleri buyuruyor ki; “büyüklerin sevgisini, en büyük sermaye kabul edin.” , bu sevgi ile yaşayın ve bu sevgi ile ölün. Allah emeklerimizi boşa çıkarmasın. 
Teşekkür ederiz hocam

Baran Dergisi 350. ve 351. Sayı, 26 Eylül 2013