Öncelikle aktüel bir mesele olarak Hayrettin Karaman ve benzeri şahısların medya ve televizyonda söyledikleri şeyler var. Bunların niyetleri nedir?
Bismillahirrahmanirrahim.
Siz beni röportaj için aradığınızda bu mesele hakkında içimi dökmek istiyordum. Çünkü bir gün önce derginizi almıştım, kapağında da onların resmi vardı. Ve bu kapaktakilerden biriyle talebelerim de şahittir, iki gün öğretim üyelerinin kendi aralarında düzenledikleri bir sohbete her hafta beni de davet ederler. Bu gidişimde bilgilenmeleri için talebelerimi de yanımda götürdüm.  Bu sohbette geçen bir haftanın yorumunu yapıyorlar. Fakat ilk haftaki sohbete gidişimde hüsranla sonuçlandı. Allah’tan sohbette bayan arkadaşlar yoktu sohbette. Çünkü sohbette o sohbetin seviyesine yakışmayan cinsel içerikli konuşmalar yaşandı. Ben de çok mahçup ve pişman oldum. Ancak Abdülhak Hamid, Aziz Nesin gibi yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz diyerek kapattım konuşmayı. Yoksa cinsel içerikli fıkralar, konuşmalar alıp başını gidiyordu. Ben bu hadiseye inanamadım. Çünkü burası ilahiyat fakültesi mensuplarının buluştuğu bir yer. Artı siz akademisyenlersiniz ve genç arkadaşları istifade etmeleri için getirmişim. Bu inanılmaz bir durum. Yani biri de çıkıp da konuşmalara müdahale etmiyor. Yani alan memnun satan memnun hesabı artık alışmışlar bu tip konuşmalara.
Bu hadisede de görüyoruz ki, İslâm’ın batın kısmını reddediliyor. Yani İslâm’ın özünü reddedip adeta kaynaktan yapmalıyız diyenler aklıma geldi. Başta Hayrettin Karaman, Bayraktar Bayraklı ve Yaşar Nuri bu düşüncede olan insanlara misal olarak gösterebiliriz.
Bu saydığınız isimler aynı düşüncede birleşen insanlardır. Düşüncenin membaı da masonluğa dayanır. O sohbet esnasında bu kerameti paylaşmamdan sonra Bayraktar Bayraklı işi mucizelerin inkârına götürdü. Dedi ki: “Kerametle birlikte, mucizeler de yoktur. Sadece Kur’ân mucizesi vardır!” Onun dışındakiler de işi hikâye ve rivayetlere götürdüler. 
Zamanında İstanbul vaizlerinden İsmail Ağa’da Arapça, Farsça dersler veren Abdullah Hoca’nın Peygamberlerin Mucizeleri isimli eserinde kaynakları da gösteriyor. Bu kaynakların inkârı sahabelerin inkârını da beraberinde getiriyor. Onlar ki, canlarıyla, mallarıyla peygambere inanıp arkalarından gittiler. Ondan sonra bu mucizeleri uydurdular mı diyeceğiz. Hayır! Mucizeleri inkâr etmek sahabeleri inkâr etmek ve hafife almaktır. Mesela Enes Bin Malik’in hanımının kısır olmasına rağmen peygamber efendimizin duası üzerine doğurması bir mucizedir. Hatta Peygamberimiz diyor ki: “Sahabelerimin içinde en çok çocuğu olan sen olacaksın!” Hakikaten sahabelerin içerisinde en çok çocuğu olan Enes Bin Malik’tir. Selman-ı Farisi’ye(r.a.) kölelikten azad edilmesi için hurma ağaçlarını diktirtmesi ve o hurma ağaçlarının ertesi gün yeşermesi, Utbe Bin Ebu Leheb’in(r.a.) ağacın hareket etmesi mucizesine şahit olması, Hendek Savaşı’na bizzat katılanların Resulullah efendimizin duası neticesinde büyük bir rüzgârın çıkıp tersine dönmesi, Nazır şehrinin fethedildiğinde Saad Bin Muaz (r.a.) şehirde su sıkıntısının olduğundan bahsediyor ve Resulullah’ın duasıyla ayağını vurduğu yerden su fışkırması.
Burada Ehli Sünnet’e mi bir düşmanlık var?
Ehli Sünnet’e değil de, akait ve İslâm’a bir düşmanlık sözkonusu. Çünkü Şia mezhebinde de mucizeler ve evliyaların kerametleri kabul ediliyor. Bunlar tamamen Selefî zihniyetli, arka planda ise mason kökenli düşünce yapılanmalarıdır.
Mesela Muhammed Abduh ve Efgani’nin kitaplarını bizzat İngilizler bastırtmış ve dağıtmışlardır.
Evet. Burada şu husus çok önemli. Bayraktar Bayraklıya şunu söyledim: “siz Musa, İsa ve diğer peygamberlere gelen mucizelere inanıyorsunuz da, niçin bütün kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıla Resulullah efendimizin mucizelerine inanmıyorsunuz?” böyle bir şey olabilir mi? Dedi ki: “Ben hafızım ve 20 kusür tane Kur’ân tefsiri yazmışım, bana inanmıyor musunuz?” “Ben Kur’ân ve sünnetten sonra sahabiler ve ondan sonra gelenlen müstesna insanlara inanırım. Siz Muhyiddin-i Arâbi ve Mevlana Hazretlerinden daha mı iyi bileceksiniz?” dedim.
Tefsir meselesinde daha önceleri tefsirin yazılabilmesi için bir takım kaideler vardı. Şimdi önüne gelen tefsiri yazar oldu. Zaten bizde bunu denetleyici bir müessese yok ki. Bu hususla alakalı Salih Mirzabeyoğlu eserinde diyor ki; herhangi bir velinin sözünü veya bir eserini şerh etmek için şu kadar ilim erbabı olacak, medrese eğitimi almış, takvalı, el almış olacak filan velhasıl o kadar çok şartları var ki, değil ki hadis ve Kur’ân tefsiri.
Şimdi bakınız Sahihi Buharî, Sahihi Müslim, Tirmizi, Ebu Davut, bütün hadis ibraz eden sahabelerin hayatları tek tek incelenmiş ve eğer o silsilede bir tanesinin bile bir yanlış davranışı varsa o zaman o derhal silinmiş. Bir de bakıyoruz ilahiyatçı adam Antalya’da başında kukuletasıyla, elinde içki şişesiyle yılbaşı kutluyor. Bazılar kendini öptürüyor, bazıları bilmem ne yapıyor. Şimdi bu zatlardan bir tanesi olan Yaşar Nuri Öztürk’le Kanal Türk’te Neşter’de bir programa katıldık.  Konu da illuminatiydi. Ben o programda Yaşar Nuri’nin rearkarnasyona olan inancını hissettim. Orada Süleyman Ateş’in kitabını da teyid etti. O zaman dedim ki; açık açık rearkarnasyona inanıp inanmadığınızı söyleyin. “İşte ben araştırıyorum da, şu an da bir şey söyleyemem!” dedi. Sen din ve ilim adamısın ve bu hususlarda kesin bir kanaatin olması lazım. Var veya yok.
Öncelikle biz Müslümanız ve İslâmiyet’in de bu meseleye bakışı bellidir. Bir ilim adamısın ve nasıl cevabın olmaz günümüzdeki meselelere.
Tabiî bunun üzerine kem küm etti. Daha sonra Hülya Avşar’ın bir programında rearkarnasyona inandığını söyledi ve önceden Suriyeli bir komutanmış da.
Genelde İslâm’daki tenasüh bahsi bilinmediği için neye nasıl yaklaşmaları gerektiğini de bilmiyorlar. Batılıların da tazyikiyle böyle bir havaya giriliyor. İlim ve fikir eksikliğinden kaynaklanıyor.
Bu akaid nuseyrilerde de var. Fakat ben onların liderleriyle görüştüm. Hatay’a gidip birçok araştırmalar yaptım. Rearkarnasyon olayı, onların akaidine tamamen yerleşmiş.
Rearkarnasyonla tenasüh meseleleri birbirinden farklı. Rearkarnasyonda ancak bir insandan başka bir insana bir ruh akışı var. Fakat tenasühte bir insandan gerekirse bir hayvana bile bir ruh akışı var. Birde tenasühte bir yükseliş yok, ama rearkarnasyonda sürekli bir ruh yükselişi var ve en sonunda da nirvanaya ulaşılıyor. Peki, o zaman şunu sormak gerekmiyor mu; eğer böyleyse insanlık tarihi boyunca insanlık, manevi yönden en üst noktaya gelmesi gerekmez mi?
Peki, hocam bu düşüncede olan ilahiyatçılar cahilliklerinden mi yapıyorlar, yoksa ard niyetli olduklarından mı? Ard niyetle yapıyorlarsa amaçları nelerdir?
Ben o zaman şunu sorarım; Güney Kore’deki Moon tarikatına Türkiye’den kimler davet edildi? Yaklaşık 2 bine yakın emekli ve çalışan ilahiyatçı profesör vardır.
Ama ilahiyatçıların içerisinde bizim de tanıdığımız iyi insanlar da var.
Var tabiî, ama sizi de davet etseler bir gazeteci olarak gidebilirsiniz. Veya beni de davet etseler inceleme yapmak için gidebilirim. O ayrı, fakat bir de her sene muntazam olarak davet edilenler var.
O katıldığım sohbette orada bulunanlara; “hepiniz Belam Bin Bağura’sınız, dininizi satan insanlarsınız!” deyince onların arasından bir profesör kolumdan tuttu ve beni bir kenara çekti, dedi ki: “Yaşınız genç olmasaydı yemin ediyorum elinizi öperdim. İlk defa birisi, bunların yüzüne Belam Bin Bağura olduklarını söyledi!”
Moon tarikatına dikkat edin, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve Süleyman Ateş de davet ediliyor.  Bu hususta çok dikkat edilmesi gereken bir husus var. Hatta Süleyman Ateşle de Kanal Türk’de bir programa katıldık. Tabiî son on dakika kaldığı için kurtardı ve fazla üzerine gidemedim. Üstelik bir de yaşlı, istemedim bir kalp krizi geçirsin de ölümüne vesile olayım. Zaten Yaşar Nuri’de ciddi bir hastalık geçiyor. Onların ölümünün beni elimden olmasını istemiyorum. Onları kızdırmadan orada şunu vermeye çalıştım; bütün âlimler kitaptan bahsederken bunun Kur’ân olduğu belirtilmişken, bir Katadi’nin sözüne itibar ediliyor. Tevrat ve İncili de kitaptan sayıyorlar. Oysaki onlar tahrif edilmişlerdir. Maide Suresi’nde ve diğer surelerde de bu husus geçiyor. Orada şöyle bir kasıt var; annesi Hıristiyan olduğu için “acaba annemi de kurtarabilir miyim?” gibi bir psikolojisi var.
Bir de bu zayıf hadis meselesi üzerine de gidiyorlar. Salih Mirzabeyoğlu bir eserinde bu zayıf hadis meselesinin bizim anladığımız mânâda zayıf olmadığını söylüyor. Bu tip insanlar hadislere o zayıftı, bu değildi şeklinde zayıf olanları diğerlerinin dışında görüp bu şekilde muamele ediyorlar. Bu mevzuların da cılkını çıkarıp tahrif ediyorlar. Öyle değil mi?
“Bunda kasıt mı var?” diye güzel bir soru sordunuz. Bunun en güzel cevabı bu yaklaşımda bulunanların yaşantısına bakmak. Cuma Suresi üçüncü ayetinde “ilmiyle amil olmayanlar, kitap yüklü eşeklere benzer” diyor. Bu Yahudi âlimler için söylenmiş bir söz; ama kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali hakikatten herkese pay düşer. Hepimiz için söz konusu. Öyleyse bakalım ilmiyle amiller mi? Yaşantıları nasıl? Verdikleri abuk sabuk fetvalarla yavaş yavaş İslâm’ı bozmak istiyorlar.
Suriye ve Ortadoğu meselesinde de konuşmak istiyoruz. Nasıl bakılması gerekiyor? Memlekette uzman olan da olmayan da Suriye meselesinde bir şey söylüyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bakınız bir kere mevcut hükümeti, belediyecilik hizmetleri yönünden takdir ediyorum, 28 Şubat ve askerî vesayet meselesinde takdir ediyorum bir asker olarak… Fakat dış politikaya bakacak olursak, objektif olmak lazım, hükümetin de insanlar gibi yanlışları ve doğruları vardır. Bunda ifrat ve tefrite kaçmamak gerek.
İlla bir taraftan yana olunmak zorunda mıdır?
Değil… Hükümet dış politikada “sıfır sorun”dan tamamen sorunlu komşu ilişkisine döndü. Bu ABD’nin bir operasyonuydu. Biliyorsunuz, Filistin’e tek silah yardımı İran’dan geliyor ve Suriye üzerinden geliyor. Esad, yerinden oynatıldığı zaman bu yol kesilecek. Otomatik olarak Filistin İsrail’in kucağına düşecek. Ben İran ve Suriye’de gazetecilik yapmış birisi olarak söylüyorum; orada üstdüzey yöneticilerle, cumhurbaşkanı yardımcısından tutun Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayiti’ye, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ayetullah Erdeebî’ye kadar hepsiyle bire bir görüşmüş, saatlerce ve günlerce bu konuları münazara yapmış bir kişi olarak bunu söylüyorum… Kamışlı’dan bahsediyorlar, adam belki Kamışlı’yı görmemiş bile; ama biz bizzat Kamışlı kaymakamının davetlisi olarak orada inceleme yaptık.
Oranın sosyal konumunu, durumunu bilmez…
Ama biz oranın ekonomik, sosyal durumunu çok iyi biliyoruz. Azerbaycan bölgesinde ciple çıkamadığımız köylere eşeksırtında çıktık. Oradaki halk ne düşünüyor? Türkiye’de dış politikaya mezhepçi bir gözlükle bakılıyor. Bu yanlıştır. Devletlerarası ilişkiler menfaat ve çıkar ilişkisine göre yürür. Bakarsınız iki sene önce dost olduğunuz ülkeyle şimdi düşman olabilirsiniz. Burada ABD ve İsrail bunun planını 1982 yılında Odet Yinon’nun başkanlığında bir strateji ekibiyle İsrail’de yapmış. Yinon diyor ki, “ben bunu www.kamuemekcileri.org’daki makalemde de kaynak belirterek ibraz ettim, önce Irak’ı üçe böleceğiz, Kuzey’de bizim kontrolümüzde bir Kürt devleti, ortada bir Sünnî Arap devleti, Güney’de Şii Arap devleti… Suriye’yi beşe böleceğiz Kuzey’de yine bir Kürt devleti, ortada birisinin başkenti Halep, diğerinin Şam olmak üzere iki birbirine muhalif Sünnî devlet, Bir Nusayrî devleti, bir de Dürzîlerden oluşan devlet…”
Oradaki bütün kimliklere bir devlet verip küçültecek ve sürtüşme de devam edecek…
Büyük bir Sünnî devlet de kurdurmuyor, parçalıyor.
Dün yayın kurulunda Kâzım Albayrak bey bir şey söyledi, “Irak’ın şimdi olduğu pozisyona baktığımız zaman, bir Şii devleti var, mesela Arabistan’a falan bakarsanız Selefî devlet var; fakat çok enteresan bir tane Sünnî devlet yok.” Amerika kesinlikle böyle bir devlet istemiyor. Neden?
İstemez, çünkü Müslümanların %70’ini Sünnîler oluşturuyor. Bu Müslümanlar arasında birlik beraberliği oluşturacak. O yüzden bölebildiği kadar bölmeye çalışıyor.
Söylediklerinizden sonra Esad’ı değerlendirebilir miyiz?
90 senesinde Yörünge Dergisi vardı, Resul Tosun’un kurduğu bir dergi. Ben orada dış politika yazıyordum. İki sayfa yaptıkları ve İslâm’a vurduğu darbe konusunda eleştiren bir makale yazdım. Suriye’ye girişim yasaklanmıştı. Ben Suriye’ye gidip gelmiş, Suriye sınırında büyümüş bir insanım; fakat şu an ne Hafız Esad’ın Suriye’si var, ne de o zamanki Türkiye var. Bu tür konjonktürel gelişmeleri şartlara göre değerlendirmekte fayda var. O zamanki Hafız Esad’a karşıydık. Saddam’ı ele alalım; Saddam’ı Türkiye’de bir tek savunan sizin derginiz, Baran Dergisi idi. Çok dikkatimi çekiyordu. Şimdi size soruyorum Saddam’ın gitmesi mi hayırlıydı; kalması mı?
Saddam yanlısı gösteri yapıp da gözaltına alınanlar da sadece bizim arkadaşlarımız.
Hatta ben bile kızmıştım size, karşı çıkmıştım.
Biz emperyalizme ve Batı’ya karşı Saddam’ın yanındayız. Bir suçu günahı varsa onun cezasını biz veririz; ABD değil!
ABD nasıl verdi? Bir buçuk milyon insanı katlederek, tecavüz ederek, camilere botlarla girerek, sapıkça işkenceleri cezaevinde uygulayarak!
Biz de memleket politikası olarak da göz yumduk. Herkes kendi açısında payını bilmeli.
Peki, bilecek mi? Hayır hiç sanmıyorum. Bu ders oluyor mu? Hayır. Bakın Suriye olayı bunun en güzel örneği. Kaddafi olayı da aynen böyledir.
Kaddafi’yi de savunduk biz.
Evet savundunuz. Kaddafi daha linç edilmeden İsrail ile 25 yıllık petrol anlaşması yapıldı. Daha adam devlet başkanıydı. Hemen İsrail damladı.
Her hafta dergimizde Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eseri tefrika ediliyor. Orada aktüel hadiselerden de bahsediliyor zaman zaman… Birkaç hafta önce “Ortadoğu’daki hadiselere bakışta İsrail hep gözden kaçırılıyor. Aslında merkez İsrail bunu unutmayın” yazıyordu. Sizin dediğinizle biraz örtüştü.
Zaten bütün plan bu… Yinon bu planları yaptığında o zaman bazı stratejistler karşı çıkmışlar. “Bu kadar kolay mı?” diyorlar. “Evet, bu kadar kolay” diyor. Çok zeki bir adam… Çünkü biliyor ki bu sınırlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı emperyalistler tarafından cetvelle çizildi. Bu ne demek? Ekalliyetler göz önüne alınmadan yapılmış bir bölünme… Onu çökertmek çok kolay, çünkü ayrı din, mezhep ve ekollerde olan insanları bir araya getirdiğin zaman onları birbirine düşürmek çok kolay.
Memleketin iktisadî durumunu ve hükümetin iktisat politikalarını nasıl görüyorsunuz?
Beni düşünün babamdan bana miras kalmış ve ben o mirası işyeri açarak döndürmüyorum; fakat daireleri teker teker satarak yiyorum. Siz de beni dışarıdan gözlemliyorsunuz ve “ne kadar güzel yaşıyor, refah seviyesi ne kadar yüksek” diyorsunuz. Oysaki o sona doğru giden bir yol. Oysaki o günlük politikalarla giden bir ekonomi. Şimdi çok verimli olan devlet müesseseleri özelleştiriyor. Ben 93 senesinde Vakit Gazetesi’nin ekonomi müdürüydüm, o zaman da özelleştirmelere karşıydım. Eğer özelleştirmelerden ziyade devlet müesseseleri kontrollü ve çalışanların da ortak olacağı bir şekilde yürütülseydi, çok daha hantal bir hale gelecekti. Böylece bir teşvik mekanizması uygulanacaktı. Şimdi Sümerbank’a girersiniz kadın suratınıza bile bakmaz, çünkü orada bir şey satsa da satmasa da alacağı maaş bellidir; fakat özel bir mağazaya girdiğiniz zaman sattıkça prim alacağı için daha iyi davranır, daha çok çalışır. Bu kapitalist ve sosyalist düşüncede bir aşamadır; ama siz buna iyi bir kontrol mekanizması ve çalışanı da ortak eden bir sistem kurabilirdiniz. Devletçi sistem, vahşi kapitalist sistemden daha elzem olan bir sistemdir. Çünkü kapitalist sistem her zaman insanı bencilliğe, egoistliğe ve karşıdakini ezmeye götürüyor. Nefsi en çok tahrik eden sistem…
Aylık Dergisi’nde küreselleşme ile alakalı bir kapak yaptık. Tek tip insana doğru gidiş var. Para, mal-mülk var; ama “insan” yok bu sistemde.
Olamaz; çünkü ruh ölüyor. Mesela siz paralı askerlik çıkarttınız, şimdi sınırda nöbet tutan askerden vatanperverlik duygusu bekleyebilir misiniz? Artık o görev yerini angaryaya bırakmıştır. Arkadaşları parası olduğu için İstanbul’da cirit atarken, o çocuk orada nöbet tutmaktadır. Sadece şu uygulama bile ruhları öldürmeye yeterli. Ruhların ölümü maalesef Özal ile beraber başladı. Serbest piyasa ekonomisi, kısa sürede köşeyi dönme…
Adam Smith’ci bir yaklaşım oldu. Türkiye buna altyapı olarak hazır değildi. Birden bire Özal halkı lüks yaşama heveslendirdi. Televizyonlar, telefonlar…
Bir de bunlar ithal edilen ürünler, bu ürünleri kendimiz imal edebilsek yine sıkıntı olmayacaktı.
Arabamız bile yok.
Salih Mirzabeyoğlu DGM’de yaptığı savunmasında diyor ki: “T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ordu da, polis de…”
Çok doğru… Ergenekoncular da böyle bir yapılanmanın içindeydi. Ben hükümeti de, Ergenekoncuları da Amerikancı buluyorum. Ergenekoncuların faydalanılacak dernekler listesinde 53 tane Mason Derneği var.
Kapak yazımızda da “tasfiye olanlar eski Amerikancı, tasfiye edenler de yeni Amerikancı” diyoruz. Burada mevcut düzen yine insanları eziyor, bir şey değişmiyor.
Mükemmel… Önceden de böyleydi. 12 Eylül’de de yaşadık biz bunları. Biz Türkiye’den NATO ve Amerikan üslerini kovmadığımız sürece bu böyle devam edecek. Bunlar casusluk yuvası. Ankara’nın göbeğinde Genelkurmay’ın arka bahçesi ve Harp Okulu Eğitim Alanı arasında Justment diye bir Amerikan tesisi vardır. Amerikan istihbaratçılarının görev aldığı bir yer.
MHP Milletvekilinin İsrail gizli odası diye açıklama yaptığı yer mi?
Aynen öyle. Biz orada eğitim yapıyoruz. Bu eğitimi adam bahçeden seyrediyor. Adamlar parsel parsel bizim nerede neyimiz olduğunu biliyorlar.


          Kaynak: Baran Dergisi, 303. sayı