Melikşah Sezen ile son kitabı “Kemalizm ve Mâtürîdîlik” çerçevesinde Batıcı rejimin kuruluş safhasında İslâm’a bakışını konuştuk.
“Kemalizm ve Mâtürîdîlik” eseriniz çıktı. Eser neyden bahsediliyor, neyi ihtiva ediyor?
Mâtürîdîlik alanında uzun süredir okumalar yapıyor, bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bu alanda Ehl-i Sünnet’in iki kelâmî mezhebinden biri olan Mâtürîdîliğin özellikle de Hanefilerin yaygın olduğu coğrafyada çok ciddi sayıda müntesibi var. Bizler de Anadolu’da yaşayan insanlar olarak Mâtürîdî mezhebine mensubuz. Dolayısıyla ülkemizdeki insanların ekseriyetle müntesibi olduğu bir mezhep olan Mâtürîdîliği tanımak gerekiyor.
Ortada bin küsur senelik bir Mâtürîdîlik algısı var. Osmanlı’nın 600 yıllık tarihi serencamında, Selçuklular ve öncesinde, Maveraünnehir coğrafyasından bize intikal eden mirasa, müktesebata baktığımızda, Mâtürîdîlik ile yoğrulmuş bir zihin dünyası çıkıyor karşımıza. Fakat Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk döneminden itibaren, devletin toplumsal hayata müdahale eden dönüşümünün, dini anlamda da bir yansıması oldu. Dönüşümü gerçekleştiren kurucu ideolojinin, yeni kurduğu devlete manevi, metafizik, felsefi bir arka plan kazandırmak, o ideolojiyi besleyen, çıkarlarına hizmet eden bir can suyu oluşturmak için arayış içinde olduğunu görüyoruz. Mâtürîdîlik de bu çerçevede bin küsur senedir anlaşılageldiğinden farklı bir hüviyetle yeniden takdim edildi ve farklı bir Mâtürîdîlik anlatısı ortaya çıktı.
İşte bu noktada “Mâtürîdîlik tarihte anlatılan mıdır, yoksa bugün anlatılan mıdır? Günümüzdekiler de mi doğru anlıyor, geçmiştekiler mi doğru anladı?” gibi sorulara cevap verme ihtiyacının doğduğu aşikardı. Mâtürîdîlik gerçekten seküler, sinek kaydı tıraş, takım elbisesi ve kafasında sarık ile -ki kitabın kapağına da koyduğumuz çarpık bir görüntüdür bu-, yanında açık-saçık kadınlar bulundurmaya izin veren bir anlayış mıdır? İmam Mâtürîdî feminizm, laiklik, demokrasi ihtiyaçlarına can suyu kazandıran bir imam mıdır; yoksa klasiklerden, Ehl-i Sünnet imamlardan ne alıyorsak onu yansıtan, Ehl-i Sünnet hassasiyetlerine bağlı bir imam mıdır? Tüm bu soruların cevaplarını bulmak yakın tarihe bir göz gezdirme ihtiyacı zuhur etti. Bu kitap da o ihtiyacın bir mamulü olarak ortaya çıktı.
Niçin Mâtürîdîliği “Türkleştirme” politikasını uyguladılar?
Osmanlı’nın gösterişli zamanlarının geride kaldığı, diğer devletlere karşı kan kaybettiği dönemde Batı, coğrafi keşiflerle, sanayi inkılabı gibi hamlelerle güç bulmuştu. Yüzünü Batı’ya döndüğünde Osmanlı kendi güçsüzleştiğini ve Batı’nın güçlendiğini ister istemez gördü. Bunu savaşlarda, ticari münasebetlerde müşahede etti. Zayıflamanın önüne geçmek ve Batı’yla yeniden bir denklik sağlayabilmek için “nerede hata yapıyoruz?” sorusuna cevap arama ihtiyacı ortaya çıktı. Bir yerde bir yanlış olması gerekiyordu ve bu yanlış tespit edilirse kısa zamanda sorun çözülebilecekti. İlk hamleler tabiî olarak askeri alanda gerçekleşti. Osmanlı ordusu Batılı tarzda düzenlendi. Öte yandan teknik alandaki başarıları onları pratik ilimlerin, tabiat bilimlerinin kucağına itti. Yine Metafizik alana karşı bir başıboşluk yaşandı. Bu boşluğu da buradan Batı’ya giderek eğitim alan insanlar Batı’nın eğitiminden geçerek doldurdular. Dönüp geldiklerinde buradaki kaybı engellemek için aynı düşünceyi farklı tonlarda buraya taşıdılar. Ernest Renan’a atfedilen bir söz vardır “İslam mânii terakkidir” diye. Aslında bu Batı’da da hissedilen bir şeydi ve Batı bunu tarihselcilikle, hermeneutikle aşmaya çalıştı. Hristiyanlık “mânii terakki” olmasın diye Hristiyanlığın üstünden geçti. Aynı şeyi İslam’a da tatbik etmek için buraya dönüp geldiklerinde “İslam mânii terakkidir, metafiziğe, dine bu kadar hürmetkâr, bağlı olan bir topluluğun teknikte, fende, teknolojide ilerlemesine imkan yoktur” düşüncesi zuhur etti ve bunu aşabilmek için İslam’la Osmanlı toplumunun arasının açılması gerektiğine karar verildi. Bu tavırla Jön Türkler hareketi başladı. Bu çöküşe karşı Osmanlı’nın içerisinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları baş gösterdi. Her bir münevver farklı bir tavır takındı ve bir tarafı müdafaa etti. Sait Halim Paşa gibi bazı isimler Osmanlıcılık düşüncesini, İslamcılık düşüncesini dillendirdi. Bediüzzaman, Mehmet Akif gibi bazı şahsiyetler o zaman İslamcılık düşüncesini daha çok vurgulu hale getirdi. Öte yandan bir kesim de vardı ki bu Batı’dan bize intikal eden Batılı ideolojik dürtüleri benimsemiş ve kurtuluşu orada görmüş, Türkçülük hareketini sindirmiş, kanıksamış olan kişilerdi. Bunlar Fransız ihtilalinin doğurduğu milliyetçilik hareketinin dalga dalga yayıldığını gördü ve dediler ki “Çok uluslu devletlerin kendi varlıklarını, bekasını sürdürmesi mümkün değil, bizim Türkçülüğe, etnik milliyetçiliğe sarılmamız lazım ve buradan hareket edelim”. Bu tartışmalar ve ideolojik kavgalar mecmualarda, dönemin yayınlarında yaşandı. Osmanlı, Türkçülük ideolojisini benimseyen İttihat Terakki, Jön Türk gibi buna gönül vermiş bir kadronun hareketiyle kurtuluş mücadelesinin içerisine girdi. O dönemdeki askerî mücadeleler ve Batılı devletlerle yapılan hesaplaşmalar sonucunda yeni bir devlet ortaya çıktı. İşte bu devletin kurucu kadrosu Osmanlı dönemindeki tartışmalarda Türkçülük ideolojisini benimsemiş olan kadro olduğu için artık yeni kurulan devletin de bu ideolojiye uygun bir şekilde kurulması ihtiyacı zuhur etti. Burada da İslami hayata müdahaleler gerçekleşti. “İslam mânii terakkidir” düşüncesi, “Madem mânii terakkidir ve Osmanlı’yı yıkmıştır o zaman bu yeni kurduğumuz devlette, dine ve metafiziğe verilen alanı kısalım ve pratik ilimlere, bilimlere ve pozitif ilimlere alan açalım” düşüncesi öne çıktı. Ama toplum Müslümandı, hassasiyetleri vardı. Halk kurucu ideolojiyi kabullenmedi ve benimsemedi.
Toplumu değiştirmek için de Mâtürîdîliğin dilini mi değiştirmeye çalıştılar?
Mâtürîdîliği tâli bir şube olarak kullandılar. Özünde İslâmî anlayışı değiştirmek istediler. İslâm’ı değiştirmek için, Müslümanlığı sürdürmek isteyen toplumun Müslümanlık kodlarıyla oynamaya çalıştılar. Türk’e bir paye yükleyen propagandist üslupla yazılmış söylemler zuhur etti. “Türk her erdemin, her güzelliğin tabii sahibi. İslâm olsa da olur olmasa da olur. İslâm ancak bir renk, teferruat kabilinden bir şey. Dolayısıyla İslâm öncesinde de Türkler öyle güzel, öyle erdemli, öyle kıymetli meziyetlere sahip bir milletti ki İslâm buna çok da bir şey katmadı, çünkü zaten Türkler böyleydi.” gibi söylemlerde bulundular.
Türk kavramını, inkılaplarını yapabilmek için mi kullandılar? İslâm’ı Türkleştirme, âlimin Türk olduğunu özellikle belirtme gibi…
Tabii. Türkçü duyguları kabarttılar ve insanların dini hassasiyetlerinden ziyade Türkçü hissiyatla hareket etmelerine sebep olacak adımlar attılar. İslâm’ı Türkleştirmek adına İslâm'la alakalı her ne varsa hepsini Türk’e ve Türkçeye mâl ettiler; Türkçe ezan, Türkçe hutbe, Türk alim gibi. İslâm’la ilişkin sürecekse “bak bu Türk bir âlim, bunu dinle” dediler. Yani onu Müslüman bir âlim olduğu için değil, İslâm’a hizmeti büyük olduğu veya İslâm’a vukufiyeti yüksek olduğu için değil Türk olduğu için öne çıkarttılar. Mâtürîdîliği de bu meselede istismar etmeye kalktılar. “İmam Mâtürîdî Semerkant’ta doğmuş, büyümüş bir Türk imamdır.” dediler. Halbuki elimizde bugün bile Mâtürîdî’nin Türk olduğunu gösteren kati bir delil yok.
Türk olduğunu varsayalım, ne değişirdi?
Türk olsaydı da bir şey değişmezdi. İmam Mâtürîdî’yi kullanmaya kalkma sebebi ise Mâtürîdî’nin zaman zaman bazı meseleleri anlatmak için “hikmet, akıl” gibi kavramları kullanmasıdır. Bu kavramlar üzerinden “Bak Türk bir imam, akılcı bir imam” diyerek istismar etmeye çalıştılar.
İmam Mâtürîdî’nin Türk olduğunu ilk kim söyledi?
Modernist, seküler yönü çok baskın ve Avrupa’da uzun bir müddet yaşamış olan Ali Suavi adında biri.
Kitabınızda bunların herhangi bir delil getirmediğini de söylüyorsunuz.
Evet, bunu neye dayanarak söylediği meçhul. Orta Asya’da, Maveraünnehir coğrafyası bir Türk yurdu olarak düşünüldüğü için o bölgede yaşayan herkesi doğal olarak Türk kabul etmek gibi bir temayül oluşuyor. Bu hatalı bir temayül çünkü coğrafyada Farisiler, Araplar ve süreç içerisinde fetihlerle intikal etmiş başka milletler var. Dolayısıyla o bölgede Türkler ciddi bir yekûne sahip olsalar da bir insanın orada yaşamış olması onun Türk olduğu anlamına gelmiyor.
Mâtürîdîlik meselesi bugüne kadar bu şekilde ele alınmış mıydı yoksa ilk defa sizin kitabınızda mı ele alınıyor?
Dağınık vaziyette vardı. Bir bütün olarak ele alınmadı hiç. Eski dönemlerde de “İmam Mâtürîdî sizin anladığınız gibi seküler, laik değil” deniliyordu. Fakat çok aşikar edilmiyordu. Çünkü tek parti döneminde bu kadar rahat konuşmak yasaktı. İstiklal Mahkemeleri’nden tutun da sansürler ve çeşitli derecelerde engellemeler söz konusuydu. Daha sonraki süreçte “aman sesimizi çıkarmayalım da kazandığımız hakları kaybetmeyelim” endişeleri oldu. Şimdi görüyoruz ki bunları söylemek için gereken şartlar ancak bugünlere kadar sarktı. Benim yaptığım çalışmada bütün yönleriyle konuşulmuş değil. Bu eseri bir yönüyle işaret fişeği olsun, merak uyandırsın, bu alandaki boşluk fark edilsin diye ele aldım. Ama ben Mâtürîdîliğin kelâmî cephesiyle meşgul olmayı sürdüreceğim, o alanda bazı çalışmalar yapmaya devam edeceğim. Bu meselenin sosyolojik, psikolojik, siyasi, iktisadi uzantılarını da ehline havale ediyorum.
Mehmet Seyit Bey’in Meclisteki konuşmasında İmam Mâtürîdî’ye referansta bulunduğundan bahsediyorsunuz. Bunu açabilir misiniz? Mehmet Seyit Bey sırf akılcı olduğundan dolayı mı İmam Mâtürîdî’yi referans gösterdi?
Mehmet Seyit çok garip bir adam. İslami ilimlere sahip biri fakat İslami hassasiyetleriyle kalbini tezyin etmediğini, onlardan bir hamiyet-i diniye sahibi olmadığını anlıyoruz. O siyasi ikbal uğruna zannediyorum bir kısım nefsî temayüllerinin mağlubu olmuş bir kişi ve bildiklerinin hilafına birçok harekette bulunmuş.
Hilafet mevzuunda da ilk zamanlar destekleyici konuşurken sonraki zamanlarda aksi bir tavır sergiliyor…
Evet ilk dönemlerde yazdığı metinlere ve yaptığı konuşmalara bakıyoruz, Osmanlı'ya tesir etmek istediği için hilafeti destekliyordu. Fakat ortam değiştiğinde hilafetin ilga edilmesine referans olabilecek bir kısım söylemler içerisine giriyor. Mustafa Sabri Efendi'nin ifadesiyle Seyit Bey, “Hitabette mahirdir, insanların adını bilmediği, görmediği kitaplara atıflar yaparak mugalatalı bir şekilde böyle allandırır, pullandırır ve söylemine İslami bir kisve kazandırır”.
Hilafet tartışmasında İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet dönemi arasında bir fark var mıydı?
Elbette çeşitli renkler ve tonlar mevcuttu. Mesela Abdülhamid’in istibdadından şikayet ederek böyle bir söylemle hareket eden İttihat ve Terakki, “Biz istibdada maruz kalıyoruz, Abdülhamid bizi baskı altında tutuyor ve rahat nefes aldırmıyor” alttan alta dillendiriyor ama bunu açık olarak söyleme cesareti gösteremeyen çevreler Abdülhamid’e karşı tehditlerini yönetebilmek için zaman zaman mesela hilafetin Kureyşliliği hadisini, hilafetin meşruiyetinin olmadığı, Osmanlı’nın bir hilafet gasp edicisi olduğu gibi söylemlerde bulunuyorlar ve bunu belli hadisleri inkar ederek belli alanlarda söz söyleyerek, eserler yazarak yapıyorlar. Bunu yapmakla insanların nezdinde Abdülhamid’in itibarını, makamını, hilafeti itibarsızlaştırmak ve ona yönelik eleştirileri daha meşru zemine çekmeye çalışmak gibi bir yerde sürüklediğini görüyoruz. Tabii burada hilafet eleştirisiyle Arapçılık kültürünü zemmetmek, Araplarla hilafet arasında bir özdeşlik oluşturup Türklerin daha başka, daha özerk bir yapıya kavuşması temennisini alttan alta dile getirmek gibi farklı tonların olduğunu da görebiliyoruz.
Dini metinlerin Türkçeleştirilmesi, Türkçe hutbeler, Türkçe ezan ve ibadetler, hatta Türk peygamber icat etme gibi absürt işler bile oluyor. Türkçeleştirme hareketi bağlamında Meclis’ten diskalifiye olan dindar mebuslar mücadele etti mi? Buna dair herhangi bir aksiyon oldu mu?
Elbette muhalefet edildi. Birinci Meclis ekseriyetle gerçekten halkı temsil etme liyakatine sahip bir Meclisti. Hatta bu sebeple kurucu ideolojinin beklenti içerisinde olduğu birçok inkılap o dönemde gerçekleşmedi. Hatta Ali Şükrü Bey isimli Trabzon mebusu faili meçhul olarak katledildi. Ali Şükrü Bey’in zaman zaman Mustafa Kemal ile bile restleştiğini Meclis zabıtlarından okuyabiliyoruz. Yani kendi düşüncesine karşı olan, her şeye karşı tavır alan bir Meclis var. Karşı çıkan, dini hassasiyetlerle sözünü esirgemeyen, bunları müdafaa eden insanlar çok. Zaten o dönemde mebus olan insanlar arasında şeyhler, hocalar ve aşiret reisleri var. Bunlar hassasiyet sahibi mütedeyyin insanlar. Dolayısıyla bunların olduğu bir Meclis’te hilafeti ilga etmek, dine mugayir adımlar atmak çok hızlı gerçekleşecek işler değildi. Bu sebepten Birinci Meclis dağıtıldı, inkılapları gerçekleştirecek İkinci Meclis kuruldu. Muhalif sesler de basın yoluyla Takrir-i Sükûn kanunu ile susturuldu. Mesela çok ilginçtir; çünkü Abdülhamit Han'ın istibdatından şikâyet ederek yola çıkan insanlara bakıyoruz, Cumhuriyet kurulduğunda ve ellerine güç geçtiği anda o dönemde istibdat diye dile getirdikleri her şeyin daha fazlasını basın yasağı, kitap yasağı, muhalefet yasağı, İstiklal Mahkemeleri yargılamaları, yargısız infazlar, türlü zulümler ile kendileri yapar hale gelmişler.
Hutbeler Türkçe oluyor. Peki, neden önceki hutbeler Türkçe değildi? Ve Türkçe olmasının sebebi de Kemalistlerin kendi anlayışlarını dayatmak mıydı?
Tabii sadece hutbe değil, hutbeden ziyade Kur’an-ı Kerim'in Türkçeleştirilmesindeki maksat insanlar anlasın diye değildi. Müslümanların İslam ile münasebet kurması için gerçekten bir boşluk vardı da bu alanı doldurmak için bunları Türkçeleştirelim hassasiyetiyle adım atılmadı. Çünkü daha önce de Kur’an-ı Kerim’in Türkçe olarak tefsir ve meali vardı. Hatta bugün güncel araştırmalar gösteriyor ki İmam Taberi’nin tefsirini Farsçaya tercüme eden ekip içerisinde Türkçe tercümesi de yapılıyor. Yani Osmanlı uleması tefsir ve meal olarak Kur’an-ı Kerim’i zaten Türkçeye kazandırdı. Kısacası bu alanda bir boşluk yoktu ki doldursunlar. Onlar boşluk varmış gibi göstererek bu alanı kendi anlayışlarıyla doldurmak için teşebbüs ettiler.
O halde Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır neden meal ve tefsir faaliyetinde bulundu?
Bu zaten normalde de yapılan bir faaliyet. Yani bu onlara has bir şey değil. Mesela Hüseyin Kazım Kadri Efendi'nin Hülasatü’l Beyan’ı var. İzmirli İsmail Hakkı'nın meali var. Ahmet Cevdet Paşa'nın, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin kısmi yahut tam Kur’an-ı Kerim mealleri var. Bunlar Osmanlı tebaası için artan ve ulaşılır metinler haline gelmişti zaten. Fakat kurucu ideolojinin arzu ettiği şey şuydu; bunlara ulaşabilir olmaktan ziyade bunları resmi metinler haline getirip Türkçe bir Kur'an'ı Türkçe ibadetlerde kullanan ve artık Arapça ile Arap dili ile irtibatını kesmiş bir topluluk haline getirmek istiyorlardı.
Bu anlayışı Mehmet Akif fark ettiğinde mi Kur’an-ı Kerim’i yazmaktan ve teslim etmekten vazgeçti?
Evet. Bugünün üslubuna, diline uygun bir meal yazalım diye değildi. Yapılan inkılaplar, atılan adımlar gösterdi ki amaç İslam ile bağı koparmaktı. Türkçe bir meali resmi bir metin haline getirip de ibadetlerde de bunları kullanmaktı.
Elmalılı neden yazdı, bu durumdan rahatsız oldu mu?
Bu durumdan elbette Elmalılı da rahatsızdı. Bir defa 12 sene boyunca sürdü Elmalılı’nın tefsir faaliyeti. Elmalılı’nın tefsir metnini resmi metin olarak kullanma şansınız yok zaten. Çünkü Elmalılı’nın tefsiri kurucu ideolojinin istediği biçimde değildi.
Elmalılı’nın ilk günkü tefsir ve meali bugünkü şekliyle aynı mı?
Mehmet Akif Ersoy meal projesinden çekildiğinde neden çekildiğinin farkındaydı Elmalılı. Kurucu ideolojinin istediği biçimde yazmadı meali. Hatta tefsirinin hemen girişinde şunu söyledi Elmalılı: “Türkçe Kur'an mı olur be hey şaşkın / Oynamaktır bu din-i imanla.” Bu satır ilk basılan Hak Dini Kuran Dili baskısından kaldırılmıştır. Bir kısım müdahalelerle kendi önlemini de almıştır Elmalılı. Biliyorsunuz tefsirini teslim ettiğinde 1938 senesiydi. Yani işi gerçekleştirebilme cesaretini gösterecek kadroların yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmeye başladığı bir dönem.
Mustafa Kemal'in bizzat bu işi ona tevdi ettiğini, izin verdiğini söylüyorlar. Bu iddiaya ne diyorsunuz?
Bu tarz iddialar dile getiriliyor ama doğru değil. Elbette mani olsalar Elmalılı adım atamayabilirdi. Fakat onlar kendi planları için mani olmadı. Yani hem Akif’in hem Elmalılı’nın diretmeleri, kendilerince önlem almaları bu işi sekteye uğrattı. Elmalı'nın mealini yazması 12 sene sürdü. Ona kalsaydı 30 sene sürmesi gerekiyordu. Çünkü hem bir taraftan ne kadar uzun yayılırsa bu emellerden o kadar uzak tutmuş olacaktı. Zaten bir tefsirin layıkı veçhile yazılabilir olması için böyle bir mesai gerekirdi. Çünkü Allah kelamı karşısındayız, ciddi bir emek vermek gerekir düşüncesindeydi. Bunu da zaten belirtiyor çeşitli yerlerde. Daha sonra Kemalist ideolojiyi benimseyen İsmail Hakkı Baltacı gibi isimler kendilerince meal yazmaya çalışıyor.
Kısır bir Türkçe ile yaptıkları bu işte ne estetik vardı ne de maneviyat. Başarılı olabildiler mi?
Bence bu işin bir toplumsal karşılık bulma meselesi var, yani sizin gücü elinizde bulundurmanız ve yasa çıkartırken, bir inkılap yaparken herhangi bir maninizin olmaması başka şeydir, bunun topluma sirayet edip de kabullenilmesi, benimsemesi, hayata tatbik edilmesi başka bir şeydir. Bu sadece Müslümanlık için değil, herhangi bir yeniye karşı her toplum refleks gösterir. Mesela müşrik bir topluma Hz. Peygamber geldiğinde güzel bir şey getirmiş olduğu halde insanların kendi sahip olduğu aidiyetleri muhafaza etme dürtüsü, onun kabullenilmesini belli bir zamana yayılmak zorunda bıraktı, bir süreç istedi.
Fakat büyük bir baskı oldu o dönemde. Gazete kupürlerine bakıyoruz, “Arapça ezan okuyan meczup yakalandı” gibi birçok manşet var. Ve tutuklamalar, azledilmeler, başlarından sarıklarının alınması, türlü eziyetler vs. Yine camilere Türkçe ezan için resmi tebligatlar gitmesi…
Tabii. Zaten baskı oldukça toplum da kendisini daha fazla muhafaza etmeye çalışıyor. Aslında bu etki tepkidir, yani bir şeyi yapman için sana ne kadar dikte edilirse, toplum da reaksiyon gösterir. Ellerinden her şeyi alınmış bir topluma bir de bu yönden saldırılınca haliyle tek tutunacakları dal dinleri oluyor. Ve bu baskılara gönüllü bir şekilde razı olmuyorlar, gerekeni yapıyorlar. Zaten benim hayrıma olacak iş neden zulümle bana dikte ediliyor?
Giyecek elbisesi yok ama zorla şapka takması isteniyor.
Evet, bunlar zaten toplumu usandırıyor. Öte yandan mesela Seyit Bey bir yerde içki içiyor, hanımının başını açtırıyor. Bu tip topluma sunuluyor. Dolayısıyla toplum bu hocanın ağzından çıkan lafa itibar etmiyor. Toplum kimin ne olduğunu az çok ayırt edebiliyor. İslami faaliyetlerde meşruiyet sağlamak için topluma âlim diye empoze edilen vitrin unsurlarının da itibara şayan adam olmadıkları görüldükçe, toplum zaten kendini yine bu inkılaplardan geri çekiyor.
Peki, Mâtüridîlik projesi neden sürmedi?
Kurucu ideoloji biraz güçlenmeye başlayınca bu durakların hiçbirine ihtiyacının kalmadığını anladı, bunun yerine Kemalizm diye bir din oluşturdular. İslam’ı Türkleştirmekten ziyade Kemalizm’i dinleştirelim, dediler. Sonuçta bir ideoloji de değil Kemalizm, çünkü ideoloji olması için fikri bir zemine oturması gerekiyor. Burada ideoloji yok bir şahıs var.
İdeolojisi olmayan bir yapı nasıl bu kadar ayakta kalabildi?
Aslında kalmadı. Kemalizm’e karşı çeşitli kademelerde birçok tenkit yöneltiliyor. Kemalizm’i kabaca ifade edersek, bir şahsın belli bir zaman aralığında yaptığı icraatları “Altın Çağ” olarak belirleyip onu donuklaştırmak ve bütün bir devletin hayatını o döneme referansla sürdürme saplantısıdır. Çünkü bakıyoruz ki, bir taraftan akılcılık, bilimcilik, muasır medeniyetler gibi şeyleri lafzi düzeyde telaffuz eden ama öteki taraftan bunlara en uzak olan da kendileri. Haliyle bu yapı aklı başında insanları da ikna edemez. Kadir Mısıroğlu'nun bir sözü var, “Kemalizm mantıkla ilişkiyi kesmektir.” Gerçekten böyle.
Yeni bir çalışmanız var mı?
Evet, kelam sahasında bir kısım çalışmalarım sürüyor.
Allah muvaffak etsin. Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Dergisi 11. Sayı Ocak 2023
Röportaj: M. Taha İnci