İlk önce kendinizden bahsedebilir misiniz, Rıdvan Şentürk kimdir?
İnsanın kendisinden bahsetmesi pek hoş değil esasında, zor bir şey. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Almanya’ya gittim. Almanya’da felsefe ve sinema alanlarında lisans, yüksek lisans ve doktora yaptım. 2007 yılında Türkiye’ye döndüm. Döndüğüm yılın Ekim ayından itibaren de İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde göreve başladım ve hâlâ devam ediyorum. Üzerinde çalıştığım belirli alanlar var. Şiirle gençlik yıllarımdan beri ilgileniyorum, fırsat buldukça da şiir yazmaya çalışıyorum. Yine üniversite yıllarımdan beri tiyatroya ilgi duymuşumdur. Yazdığım oyunlar var, bir tanesi yayınlandı bir tanesi de henüz yayınlanmadı. Felsefeyle ilgileniyorum. Eserlerim piyasada var; “Eleştirel Teorinin Eleştirisi” gibi. Frankfurt Okulu'nu eleştirmeye çalışan Türkiye’de belki de ilk örneklerden bir tanesi diyebiliriz. Onun dışında sinema ile ilgili kitaplarım var, müzikle ilgili kitabım var. “Gülme Teorileri” vs. gibi yine tiyatro bağlamında düşünebileceğimiz kitaplarım var. Aynı zamanda felsefi tarafıyla da öne çıkan bir kitap. Bunun dışında yine kitap çalışmalarıma devam ediyorum. Türk sineması üzerine son çıkan bir kitabım var. Avangard sinemayla ilgili üzerinde çalıştığım bir kitap projesi var. Makalelerden ziyade kitap projesi üzerinde çalışıyorum. Geçmişte yazılmış makaleler üzerinden geliştirdiğim, teşekkül ettiğim, belli altyapıları oluşmuş kitap projeleri var. Gerçekleştirebilirsem yılda bir kitap çıkarmak gibi bir hedef koydum kendime.
Sinema, teknolojik gelişmelerle mutabık ilerleyen bir dal. Siz de Sinemada Dijital Dönüşüm isimli eserinizde bu mesele üzerinde duruyorsunuz. Bu vesileyle sinemanın doğuşundan bu yana, teknolojinin tesirinden bahsedebilir ve sinemanın bugünkü geldiği noktayı değerlendirebilir misiniz? Teknolojinin etkisi, sinemanın klasik dokusunu zedeledi mi?
Teknolojinin sinemaya etkisi, roman yazımına teknolojinin etkisi ya da tiyatronun tarihsel gelişimi sürecine teknolojinin etkisi gibi bir şey değil. Çünkü, sinemanın kendisi teknolojiden etkilenen bir şey değil, teknolojinin doğurduğu bir şey. Teknolojik gelişmeler söz konusu olmasaydı sinema diye bir şey de olmayacaktı. Sinema, teknolojiyle olan ilişkisinde karşılıklı dışarıdan etkileşim sürecinde değil, doğrudan ona bağımlı. Dolayısıyla teknolojideki her türlü değişiklik, kameralardan tutun lenslere, ışık duyarlılıklarından objektiflere, kameraların büyüklükleri küçüklükleri, birtakım çekim özellikleri vs. doğrudan doğruya sinemayı etkiliyor. Ama sinemanın teknolojiyle zorunlu bağımlılık ilişkisi sadece teknoloji alanındaki sinemayla ilgili gelişmelerle de sınırlı değil. Sinemayı ilgilendirmeyen diğer alanlardaki teknolojik gelişmeler de sinemayı etkiliyor.
Ne gibi?
Televizyonun icadı, sosyal medya, internet, bilgisayar, dijital platformlar, cep telefonları gibi. Çünkü, bütün bu gelişmeler seyirciyi etkiliyor. Sinema seyircisiz olamayacağına göre buna ayak uydurmak zorunda kalıyor. Seyirci dediğimizde insan ve toplum. Çağın değişimleri… Algılama biçimlerimizde, hareketlerimizde, oluş biçimlerimizde tecrübe ettiğimiz değişimler, ekonomik ve politik değişimler… Kapitalizmin belirli bir evreye gelip dayanması gibi… Ve çağımızda yaşadığımız hız, tüketim... Zamanla ilişkimizin çok kopuk ve şimdiki zaman odaklı olması, tüketim odaklı olması... İnsanın aynı zamanda diğer sanat dallarıyla ilişkisinin de değişip dönüşmesi, sanatın insana katabileceği aşkınlık imkânından gittikçe yoksunlaşması, tüketilen bir metaya dönüşmesi gibi… Bütün bunlar insan ve toplumun değiştiğini gösteriyor. Değişen insan ve topluma sinema ayak uyduruyor. Ama bir yandan kendisi de bu değişime katkı sunuyor. Kendi içinde matris gibi bir şey. Çok boyutlu düşünmek gerekiyor, bütün toplumsal süreçleri dikkate almak gerekiyor, insanlık tarihinde gelinen evreyi iyi gözetmemiz, muhakeme etmemiz gerekiyor. Teknolojinin bu dönüşümdeki rolü sadece sinemayla alâkalı değil. Hipersonik füzelere varıncaya kadar ulaşılan hız sapkınlığı hayatımızda daha önce hiç tecrübe edilmemiş durumları beraberinde getiriyor. Bunların hepsi insanı ve toplumu etkiliyor. Sinema da bundan etkileniyor ve aynı zamanda ayak uydurmaya çalıştığı oranda da transformasyon süreçlerine katkıda bulunuyor. “Teknolojinin etkisi, sinemanın klasik dokusunu zedeledi mi?” sorusuna gelecek olursak; sinema teknolojiye doğrudan bağlı bir icat olduğu için her türlü değişiklik, sinemada da otomatik olarak değişikliğe yol açar. Dolayısıyla sinemayı klasik, bildiğimiz sanatlar gibi düşünemeyiz. Tiyatro, roman, şiir, resim, mimari gibi düşünemeyiz.
Sinema için “Sanat değildir” diyebilir miyiz?
Az önce saydığım alanlar birer sanat. Mimarinin, şiirin, müziğin sanat olup olmadığını tartışamayız. Bunlar belki de insanlık tarihi kadar eski sanat dalları. Sinema da sanat olma iddiası taşıyabilir; ama bütün bir üretim ve tüketim ağı içinde baktığımızda, sinema sanattan ziyade sanat olma iddiası taşıyan medyumdur. Bu iddiasını gerçekleştirebilmiş midir, gerçekleştirememiş midir sorusunun cevabı için kendi tarihi gelişim sürecine ayrıca bakmak gerekiyor. Tarihsel sürecinde bunu gerçekleştirebilmiş midir diye baktığımızda; sinemanın sanat potansiyeline ve kapasitesine yakın yönetmenler ve istisnai film örnekleri görebilsek de, topyekûn baktığımızda bunu göremiyoruz. Diğer sanat dalları çok eski, sinema ise çok yeni.
Peki sinemanın ufku, geleceği belli diyebilir miyiz?
Diyemeyiz. Teknolojik gelişmelerin ufku ne kadar belirliyse sinemanın geleceği de o kadar belirli. Sinema çok talihsiz, bahtsız bir medyum. Bizim onu tanımlamamızdan önce sinemanın kendi kendisini tanımlaması beklenir. Sinema kendi kendisini tanımlayabilmiş mi? Bunu anlayabilmek için de tarihine bakmamız gerekiyor. Mesela roman. Yeni bir sanat dalı diyebiliriz. 16-17. yüzyıldaki örnekleri saymazsak yoğun olarak 18. yüzyıldan itibaren yükseldiğini düşünürsek, 300 yıllık bir edebi sanat türü olarak bakabiliriz. Ama sanat tarihine baktığımızda romanın kendini bir sanat dalı olarak kabul ettirebildiğini söyleyebiliriz. Kendi konvansiyonlarını, geleneklerini, değişim süreçlerini oluşturmuş bir şey. Roman da değişiyor tabiî ki; ama değişim süreçlerini ele alırken tarihi süreç içerisinde oluşturduğu konvansiyonlarını, gelenekselliklerini, yapısal özelliklerini, biçimsel özelliklerini, içerik özelliklerini nispete alarak onu tartışıyoruz. Roman bir edebi türdür ve edebiyat geleneğinden beslenerek kendine ait bir alanda devam etmiştir. Ama sinema nasıl bir türdür ve hangi gelenekten beslenerek kendini inşa edecek, tanımlamış olacak ki “Sinema şudur, şu tarihi dönemlerde şu şekilde değişmiştir, dönüşmüştür.” diyebilelim. Romanda bunu yapabiliyoruz ama sinemada bunu yapamıyoruz. Sinema ilk çıktığı andan itibaren sürekli değişiyor. Sinemanın kimliği ve gelenekselliği yok. Kendi geleneksellik çizgisine nispetle bir şeyin esasında ne denli değişip-değişmediğini tartışabiliriz. Sinemada öyle bir şey yok. Sinema, tam “kendimi buldum bu yolda ilerleyeceğim” derken birtakım icatlarla bambaşka bir yöne savrulabiliyor. Radyo icat ediliyor sesli döneme geçiyoruz, televizyon icat ediliyor başka bir sinema ile karşılaşıyoruz. Bilgisayar icat edildiğinde başka bir şeyle karşılaşıyoruz. Kameraların değişmesi, yazılım programları, görsel efektler vs. yine başka bir yöne doğru evriliyoruz. Bir şeyin değişim ve dönüşümünden bahsedebilmemiz için ve o değişim ve dönüşüm süreçleri hakkında sağlıklı kararlar alabilmemiz, düzgün bir muhakeme yapabilmemiz için o şeyin ne olduğu konusunda bir hükmümüz olması lâzım.
Eskiyen bir fotoğraf gibi bahsettiniz sinemadan. Sürekli eskiyor ve yerine sürekli yenileri çekiliyormuş gibi.
Evet. Şöyle düşünelim; insanın ne olduğunu, nasıl bir varlık olduğunu bilmiyorsak, insanın kendi tarihi gelişim sürecinde ne şekilde değiştiğini veya dönüştüğünü anlamamız ya da bunun üzerine konuşmamız ne kadar mantıklıdır? Bizi bir yere vardırır mı? Değişip dönüşen şeyin önce ne olduğu, neyin değiştiği ve dönüştüğü konusunda bir fikrimizin olması lâzım. Sinema kendi kendisine ne olduğunu cevaplayabilmiş bir medyum değil henüz. İleride yapabilir mi, yapamaz mı bilmiyorum. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak tahminlerde bulunabiliriz. Onu yapıyorum şu an zaten. Bunu nasıl yapıyorum? Sinemayı karanlığın içinden çıkartıp topluca seyredilebilir bir hareketli görüntüye dönüştüren gücün teknoloji olduğunu söylemiştim. Teknoloji ama teknolojinin nesi? Kamera mı sinemanın icadını sağlayan? Kamerayla sinema icat edilmiş oluyor. “Burada önemli saik, sinemayı vücuda getiren kamera mıdır?” diye sorduğumuzda eğer kamera dersek ona göre bir sinema üzerine konuşuyoruz demek. Ama benim kanaatimce kamera değildir. Sinema tarihi yazılırken şimdiye kadar genellikle hep kamera üzerinde duruldu. Kamera odaklı bir sinema tarihi üzerinde duruldu. Ama geldiğimiz dijital dönemde anlaşılıyor ki, sinemayı vücuda getiren saik kameranın icadı değil, kameranın sadece aracılık ettiği ışıktır. Tıpkı fotoğraf makinesinde olduğu gibi. Fotoğraf makinesi bir aracıdır; asıl şey, görüntüleri bize aktaran, üzerinde oynamamıza izin veren ışıktır… Öyleyse ışık üzerinde durmak lâzım sinemayı anlayabilmek için. Işık teknolojisinde gerçekleşen-gerçekleşecek gelişmelere bakmak lâzım. Bundan sonraki gelişmelerin daha çok ışık teknolojisi alanında gerçekleşeceğini düşünüyorum. Işık ve madde arasındaki etkileşimin-ilişkinin çeşitleneceğini, yeni boyutlar kazanacağını; bunun da sinemayı başka bir mecraya sürükleyebileceğini tahmin ediyorum. Işıktan yola çıktığım için böyle söyledim. Eğer kameradan yola çıksaydım, başka bir şey söyleyebilirdim elbette. Nanofotonik alanlarda yapılan çalışmaların, ışığı ileride hayatımızda farklı bir şekilde kullanmamıza vesile kılacağını düşünüyorum. Bunu haberleşmede, sinemada ve fotoğrafta gördük. Sürekli gelişiyor. Röntgen makineler, mikroskoplar, televizyon, cep telefonları ve internet… Hepsi aslında ışık teknolojisiyle alâkalı gelişmelerdir. İnternette gezinirken kullandığımız kablolar mesela…
“Fiber optik” kablolar.
Evet. Bu kablolar içerisinde, bizim görüntü, ses ve fotoğraflarımızı taşıyan şey ışık. Işığın geniş, belki de “sınırsız” diyebileceğimiz işlem kapasitesi, bir şeyleri başka bir yere aktarıyor. Böyle bir varlık… Teknolojik bir ışık… Güneş ışığı, doğal ışık, lazer falan değil… Evet, bu tabiatı gereği ışık. Ama aynı zamanda teknolojik imkânlarla üretilmiş yapay ışık. Kablosuz internete bağlanma olayları, WiFi diyoruz değil mi?.. Bu alanda çalışılıyor, belki ışık dalgaları üzerinden iletişim kurulacak.
Sibernetik bir organizmaya dönüşmekte olan insan, her işini makineye bıraktı sanki. Bu sefer de makinenin yönetiminde hareket etmeye başlayan insan, bir şuur kaybıyla karşı karşıya.
Tabiî ki. Kendi davranış, düşünce süreçlerinin efendisi olamayan, iradesi ve eylemleri arasındaki ilişkiyi (tasarımları) kontrol edemeyen bir insandan bahsettiğimiz sürece; bu insanın gittikçe pasifleştiğini, teknolojik gelişmelerin dayattığı şeyler tarafından adeta nesneye dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Bu şuur kaybıdır, aynı zamanda da ruh kaybıdır. İnsana kendi tarihinin başlangıcından itibaren, “insan” olma keyfiyetini kazandıran şey; ruh-beden ve sonsuzluk arasındaki dengedir. Eğer işler yolunda gitmiyorsa, bu dengenin bozulduğu gözükür. Bu yeniden sağlanamadığı sürece, insan gittikçe ruhî boyutlarını kaybedecek, bedenselleşecek, bedenselleştikçe de bireyselleşme sürecine doğru ilerleyecek. Bu bir anlamda, insanın bedenleşmesine doğru devam edecek. İnsanın, yaşayan ölü durumuna geçmesi gibi bir şey. İnsan olma vasfını yitirdiğinizde ölmenize gerek yok artık.
Düzen bozuk, sorgulamadıkça “yaşasan” da olur…
Evet, bitki gibi. Teknik ve teknolojiyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Teknik, insanın macerasının başlamasından itibaren vardır. Bir şeyi oyup, kazıp yerken mesela… Bu insanın akıl, irade ve bedeni arasında eylem yapabilme kapasitesini gösterir. Sınırlıdır. Tabiat karşısında, sosyal ilişkiler karşısında bu imkânları genişleterek, hayatta kalmaya, arayışını sürdürmeye çalışır insan… Bunun için de tekniği icat etmiştir. Balta, kazma, oyma, savurma, şu ve bu… İnsan iradesine, düşüncesine bağlı bir şey; kalemi kullanmam gibi. Eşyalar üzerinde insanın hâkimiyeti söz konusu. Teknoloji ise böyle bir şey değildir. Teknoloji, insana bağlı, insanın eylem yapabilme kapasitesini dışa doğru genişleten bir imkân değil. Teknoloji, insan iradesinden bağımsız, hayatın her alanına nüfuz edebilecek, insanı da dönüştürebilecek şekilde, insan iradesi üstünde, kendine has mantık ve iradeye sahip bir düzlemdir. Tekniğin kendine özgün lojiye-mantığa sahip olmuş biçimidir. Teknik ve lojiyi birleştirirsek, bu evlilikten teknoloji doğar. Bunu doğuran şey ise, aslında maksadı ne olursa olsun modernleşme sürecidir. Saadet, gaye, mutluluk, “aklı ve özneyi öne çıkaracağız” falan gibi iddialarla ortaya çıkmış olsa da böyledir. Burada bir paradoks var. Modernleşme aslında bir transformasyondur. Modernleşme dönemi öncesi insanların, toplum anlayışını bütün boyutlarıyla (etnik, epistomolojik, bilimsel, sanat, düşünce, kültür) dönüştürme projesidir. Bu dönüştürme gücünün, en önemli saiklerinden birisi olmuştur teknoloji. Modernleşme sürecinin de belirleyicisi hâline gelen teknolojinin, sadece insanlığı değil, modernleşmeyi de dönüştüreceğini “ilk modern”ler kestirememiş olabilirler. Yani modernleşme sürecinin sona ermesine dahi yol açacak saik, birinci plânda modern bilimsellik anlayışının kendisi ve oradan doğmuş olan teknolojidir.
Yeşil perde önünde grafik, yazılım ve görüntü düzenlemeleriyle filmler evrim geçirmiş oldu. Gerçeklikten kurguya değil de, kurgudan gerçekliğe doğru gidilmeye çalışılıyor sanki. Seyrettiğimiz montaj ve efekte boğulmuş fillerin katmanlarında gerçeklikten kopuyoruz. Bu bir sorun mudur?
Elbette üzerinde durulması gereken bir sorundur… Sadece sinema açısından değil, her açıdan bir sorundur. “Gerçek” dediğimiz şeyin ne olduğu sorusu, “hakikat”in ne olduğu sorusuyla ilişkilidir. Gerçeklik belirli nisbetle gözükmezse, aradıkça kaybettiğimiz bir şeydir. Sinemanın ne olduğunu, hakikatinin ne olduğu sorusuyla bağlı olarak düşünsek; sinemanın kimi zaman topalladığını, kimi zaman da dolanıp dururken gerçeklikle kurmaya çalıştığı ilişkinin sürekli değiştiğini söyleriz. Teknoloji değiştikçe, sinemanın da gerçek ile kurmaya çalıştığı bağ değişiyor. Esasında seyircinin de, sinemanın da, gerçekliği ararken kaybettiğini söyleyebiliriz. Sorunuz aslında zor… Sinema ilk doğduğunda gerçeklikle ilişkisini nasıl kurmuştu ki, günümüzdeki gerçeklik kaybından söz ediyoruz?.. Biraz da böyle düşünmek lâzım. Sinema, kamera vasıtasıyla ilk zamanlarda gerçekliğin kopya görüntüsünü yansıtıyordu. Biliyoruz ki, bir şeyin kopyası aslı gibi değildir. Yâni, birbiriyle örtüşen ama birbirinden farklı iki şeyden bahsediyoruz. Sinema uzun yıllar, dijital döneme kadar bu kopya görüntü üzerinden bir şeyler yapmaya çalıştı. İster sanat filmi, ister avangart filmler, ister belgesel filmler yahut da tematik filmler olsun. Animasyon filmleri hariç, bütün film türleri bu kopya görüntü üzerinden hareket ederek kendi gerçekliğini oluşturmaya çalıştı. Sinema, bizim tecrübe ettiğimiz, hatıralarımızın kopyasıyla mizansen ve estetize edilmesiyle bir gerçekliğe ulaşmaya çalıştı. Ama bu çabanın özünde yaşadığımız hayatın pratiğinde, fizikî gerçekliğinde gözlemlediğimiz “gerçeklik” anlayışının bir şekilde kopyalanması var idi. Yâni, sinema “gerçekçi” olmak zorundaydı inandırıcılığını artırmak için. İlk filmlere, belgesellere bakınca bunu görüyoruz. Buradan daha fazla ileriye gidemedi. Sanatın ne olduğuna dair çok tartışabiliriz ama “ne sanat değildir?” diye sorarsak, sanat ile asla bağdaşmayacak, sanatın ne olmadığını bize çok açık ve net biçimde gösterecek şey kopyadır! Yâni, bir şeyin kopyası, sanat değildir. Sanatın özünde güzîde biriciklik var.
John Berger, “Bir şeyin en mükemmel hâli” diye tarif ediyor sanatı.
Evet… Tekrar edilemezlik, bir doğuş ânıdır. Tekrarı mümkün olmayan hâdisedir. Ayasofya da, Süleymaniye de öyle. Mimar Sinan bir misaldir… Itrî’nin eseri de örnek gösterilebilir. Ama birisi onu taklid ederse?.. Günümüzde biraz yapıldığı gibi, o tekrardır, sanat değildir. Sinemanın ilk yıllarda sanat olma iddiası taşırken, böyle bir sorunla karşılaştığını görüyoruz. Gerçekliğin kopya görüntüsü üzerinden sanat üretmeye çalışmak. Bu olmayacak bir şey değil ve onun için de zaten dram, aksiyon, bilim-kurgu gibi film türleri oluştuğunda her bir tür kendi konvansiyonunu ve kendi tarzını, modüllerini oluşturmaya başladığında doğrudan kopyalama ilişkisi de bozulmaya başlıyor. Yani korku filminin kendine has özellikleriyle bir dramın özellikleri aynı değil. Dolayısıyla bu sefer sinema, kendi tür özellikleri üzerinden bir gerçeklik üretme yoluna gitti diyebiliriz. Bu durumla beraber gerçekliğin her bir sinemadaki ortaya çıkan anlatım türünün kendine mahsus özelliklerine uygun biçimde estetize edilmesi yolunu getirdi. Bu da gittikçe sinemanın yavaş yavaş gerçeğin ne olduğu sorusunu çok umursamamaya başladığını gösteriyor. Böylece gerçekliği kopyalamaktan ziyade sinemada ortaya çıkmış olan türlerin, kendine mahsus özellikleri içerisinde üretilmiş gerçeklik algısının daha çok öne çıktığını ve onların daha çok referans alındığını görüyoruz. Yani korku filmleri korku filmlerine bakarak değişmeye başladılar, gerçekliğe bakarak değil. Başta referans alınan nokta gerçeklikti; fakat daha sonra referans alınan şey sinemanın kendisi oldu. Gerçeklikten daha çok kendi film türlerine atıfta bulunarak yeni değişim ve dönüşüm süreçlerine girdi, yeni türler oluşturmaya çalıştı.
Yeni bir kimlik arayışı gibi…
Evet, bu hiç bitmedi sinemada, nihayete ermiş de değil. Artık gerçekliği taklit eden sinema filminden ziyade gerçekliğin yavaş yavaş sinemayı taklit etmeye başladığı bir dengeye evrilmeye başladı. Bu da fotoğrafın ne olduğu, resim dilinin ne olduğu sorusuyla çok yakından alakalı. Dilin gerçeklikle ilişkisiyle resmin gerçeklikle ilişkisi arasında dağlar kadar fark var. Resmin kendi gerçekliğini algıya dikte eden ve başka bir şey düşündürtmeyen, diktatöryal bir doğası var. Dolayısıyla sinemanın da özünde fotoğraf, temelinde resim dili olduğu için gerçekliği bütün sunuş biçimleriyle, ister kopyalanmış görüntü olsun ister kopyalanmış görüntüleri referans alan diğer görüntüler olsun, resmin doğası gereği ifade ettiği gerçekliği ne ise o olarak seyirciye dikte eden bir dayatmadır ve bu yönüyle totaliterdir. Resim diktatördür ve sizin herhangi bir şeyi başka türlü düşünmenize izin vermez. Resimde ne görüyorsanız odur, onun dışında başka bir şey değildir.
Propaganda aracı…
Bu özelliği dolayısıyla zaten sinema, propaganda aracı olarak kullanılmıştır.
Resim diktatördür dediniz ya, Feyyum Portreleri diye bir şey var. Antik dönemde insanlar mumyalanmadan evvel bir ressamın karşısına geçiyorlar, ölü gibi duruyorlar ve ressam onları çiziyor. İnsanlar da bu resmi yakınlarına veriyor. Bunu bir pasaport olarak görüyorlar, bu dünyadan diğer dünyaya geçiş için. Şimdi biz Feyyum Portrelerine bakıyoruz ve gerçekten de burada bir diktatörlüğün var olduğunu görebiliyoruz. Bu insanlar ölecekti, o yüzden bu pozu verdiler. Söylediklerinizle örtüşüyor.
Evet, dikkat ederseniz bütün pagan dinlerde resim ve heykel ön plandadır. Bu durum resim ve heykelin diktatöryal gücü dolayısıyladır. İnanılması istenen tanrı adına sizi bağlar ve özgürlüğünüzü esir alır. Afrika’daki bir kabiledeki dinde Totem’dir bu, Antik Yunan’da Zeus heykelidir, Hıristiyanlık’ta Hazreti İsa’dır. Resim size bir şeyin şöyle ya da böyle olmadığını, şu şekilde olmak zorunda olduğunu dikte edendir. Yani bir resimdeki kırmızı köpek, resimdeki kırmızı köpektir, başka hiçbir şey değildir.
Aynı zamanda resme bakıldığında herkesin gördüğü başka olduğuna göre resim her şey de değil midir?
Hayır, sen onu algılamayabilirsin. Yani şöyle diyeyim, tablodaki kırmızı köpek hakkında bana “Sokakta böyle bir köpek yok ki” diyebilirsiniz fakat o da “Bu sokaktaki değil, tablodaki kırmızı köpek” der, herhangi bir köpek değil diye dayatır. Senin dediğin biraz soyut resimle alakalı bir durum. Ben resim derken nesnel, bedensel, soyut olmayan bir resmi kastediyorum.
Yeşil perde olayları vs. ile birlikte resmin doğası, tabii ki önceki gerçekliği kopyalayan, gerçekliğin bir simülasyon görüntüsünü elde etmeye çalışan ve onu düzenlemeyen çalışan klasik sinemaya göre biraz daha farklı bir ilişki kurmayı gerektiriyor. Daha bir karmaşıklaşıyor, gerçeklik referansını gittikçe yitiriyor. Gerçek hayatı bırakarak kendi gerçekliğini üretmeye başlıyor. Bilgisayarlar, yazılım ve tasarım programları, algoritmalar, paradigmalar vasıtasıyla resim üzerinde işlemler yapabilme yeteneklerine kavuşması sonunda ortaya çıkan ve izlemeye devam ettiğimiz dijital dönem filmlerinde sinemanın sunduğu gerçeklik düzeyinin hayatın gerçeklerinden daha gerçekmişçesine bir ifade kapasitesine ulaştığını, daha cazip daha heyecan verici daha sürükleyici, sonsuz kere işleme tabi tutabileceğimiz, statik olmayan, sonsuz değişken ve dönüşken bir gerçekliğin anlayışına geçiş yapıldığını; hayatın bayağı, sıradan, can sıkıcı gerçekleri yerine bunun ikame edilmeye başlandığını söyleyebiliriz. Hiperrealite vs. dediğimiz kavramlar biraz da bu duruma işaret ederler. Yine de oradaki resimler, fotografik kareler, film kareleri; klasik dönem sinemasıyla karşılaştırıldığında çok katmanlı, çok parçalı, bütünlük algısı ve şuurunu yok edecek düzeyde bölünüp saçılmış, size doğrudan doğruya bir şeyi dikte eden eski resim anlayışından daha çok şuurunuzu iptal edecek düzeyde, artık hiçbir şey sunmayan ve hiçbir şeyi referans göstermeyen, sadece kendi aralarında atıflarda bulunan sonsuz bir döngüye ulaştığını, tamamen gerçeklik kaybına yol açtığını söyleyebiliriz. Bu gerçeklik kaybı artık şuurun bir şeyi aradığı ama bulamadığı bir şey değil. Şuurun artık kendi içine çöktüğü ve gerçekliği arama faaliyetini dahi yapamadığı bir kayıptan bahsediyoruz. Yani arayıp da bulamamak ya da sahip olduğu bir şeyi kaybetmekten bahsederiz normalde değil mi? Buradaki gerçeklik kaybı öyle bir şey değil artık. Buradaki gerçeklik kaybı, gerçekliği arama iradesinin bile iptal olduğu, şuurun kendi kendine çöktüğü, dağıldığı kaotik bir durum.
Tam bu mevzunun üzerine şunu sormak istiyorum. Sinemanın gerileyişini yahut tekrara düşüşünü tiyatro, roman ve edebi yönde Batı’da ve Doğu’da yeni bir şey üretilemeyişine bağlayabilir miyiz?
Sinemanın edebiyatla, felsefeyle, düşünceyle ilişkisi baştan beri var olan ama sorunlu bir ilişkidir. Edebiyatın gerçeklikle ilişkisinde ortaya çıkan doğasıyla resmin gerçeklikle ilişkisinde ortaya çıkan doğası arasında köklü, temel, ontolojik farklar olduğu için, bu iki şey arasındaki ilişki de sinemada sorunludur. Sinemanın edebiyatla ilişkisini sürekli kurması gerektiğini ve oradan beslenmesi gerektiğini iddia eden görüşler olduğu gibi “Sinema, sinema olacaksa, edebiyata sığınarak değil, kendine dönerek sinema olabilir. Sinema kendilik arayışını, edebiyatın yaptığı gibi kendi ontolojik zemininde aramalıdır.” diye görüşler var ve bunların arasında tartışmalar var. Sinemanın edebiyatla ilişkisi sorunludur demiştik, bunların her birinin iki ayrı ontolojik farklılıkları olması dolayısıyla. Aynı zamanda sinemanın, edebiyatla kurduğu ilişkide kendini bir yandan inşa ederken aynı zamanda edebiyatı da değiştiren-dönüştüren bir tarafı da var. Bunlar karşılıklı olarak birbirlerini etkiliyorlar. Kelimelerin yerine görüntülerin, resimlerin geçmeye başladığı bir ilişkide edebiyatın bundan olumsuz yönde etkilendiğini de söyleyebiliriz.
Olumlu yönde mi olumsuz yönde mi etkilendiğini tartışmadan önce mutlaka edebiyatın da değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ses ve öfke vs. gibi romanlarda gibi artık tamamen parçalanmış, zaman boyutlarının iç içe geçtiği, bütün zamanın boyutlarının şimdiki zamanda toplandığı, adeta bir şuuraltı akımına dönüştüğü roman yazım örneklerinin ortaya çıkmasında sinemanın çok büyük rolü var. Postmodern romanlar vs. gibi örnekler romanın sinemayla olan ilişkisini gözeterek ancak değerlendirebileceğimiz örneklerdir.
Daha çok romana hükmettiğini mi anlamamız gerek ya da karşılıklı mı?
Evet, sinema ve roman birbirlerinden etkilenerek karşılıklı olarak birbirlerini değiştirmiş, dönüştürmüş diyebiliriz. Bunun ne kadar iyi ne kadar kötü yönde olduğunu ayrıca tartışmak gerekiyor. Sinema aktüel eserleri vs. takip etmek zorunda değil. Eski klasikleri de tekrar tekrar işleyebilir. Günümüzde ortaya çıkan edebiyat eserleri eğer kifayetsizse sinema eski klasik eserleri tekrar dönebilir, bunda bir mahzur yok. Asıl sorulması gereken soru, “Sinema bunu yapmalı mı?” sorusudur. Belki sinema resmin dışında baştan beri yöneldiği gibi romana, tiyatroya değil de illaki edebi sanatlardan birine yönelecekse şiire yönelmeliydi.
Sinemanın kendine dönmesinden kastınız da bunla mı alakalı?
Her türlü inkişafın, yetişmenin, olgunlaşmanın biricik şartı o gelişen şeyin kendisi olması ve kendinden gelişmesidir. Başka sanatların gölgesinde, başkalarını suiistimal ederek, başka şeylere öykünerek, taklid ederek gerçekleşen bir gelişme özgün değildir. Milletler, toplumlar ve devletler için de bu böyledir. Kendi köklerinden, kendi özüne uygun bir biçimde gerçekleşen inkişaf sağlıklı olur. Sanat dalları da öyledir. Müziğin beslendiği yer bellidir; sesten beslenir ve oradan inkişaf eder. Müziği kliplerde, operada, balede olduğu gibi kalkıp resimden beslenir hâle getirirseniz, sahne sanatı olmaya indirgerseniz, sanat dalları içindeki en soyut dal olan müziği resim diline bağlı sahne çizimlerinin arka fonu gibi o resimlere hizmet eden bir malzeme olarak kullanmaya başladığınız zaman tabiri caizse müziğe tecavüz etmiş olursunuz. Müziği, soyutların en soyutu olan sanat dalını, bedenselleştirmek suretiyle onun aslını bozmuş olursunuz. Bunun gibi sinema da önce kendisi olabilmeli ve kendisi olabildikten sonra onu biz müziği nasıl tartışıyorsak, resmi nasıl tartışıyorsak tartışabilmeli ve tanımlama yapabilmeliyiz. Bunun sanat olup olmadığını ise ondan sonra tartışmalıyız. Sinema ne kadar kendisi; başka bir şeyin gölgesinde varlığını sürdürmüyor, bir yerlere yaslanarak var olmaya çalışmıyor, bizzat müstakil olarak kendi varlığına uygun bir biçimde inkişaf ediyor? Bu soruyu henüz ne sinemanın kendisi, ne de biz cevaplayabilmiş değiliz. O yüzden sinemanın edebiyat ile ilişkisi çok sorunlu. Film türlerinin oluşmasında bile edebiyatın rolü var. Hepsi trajediye gidiyor en sonunda. Dijital sinemada öykü anlatımı arka plana itilmiş vaziyette. Klasik sinemada öykü ön plandaydı ve bütün resimler, kamera, ışık, oyunculuk, sahne mizansenleri öyküye hizmet etmek için kullanılırdı. Öyküye ne kadar hizmet ederse o kadar anlamlıydı. Öyküye hizmet etmeyen hareket yanlış hareketti, çekip alıyorlardı. Film yapmak resimlerle hikâye anlatmak demekti. Tabiî şimdi artık öyle bir şey yok. Hikâye kullandıkları bir malzemeye dönüştü, arka plâna itildi. Böylece resim ve efektler daha ön plâna geçti. Neden-sonuç ilişkisi hikâyelerde çok önemlidir; neredeyse iptal edildi. Bir resmi takip eden diğer resim arasında, hareketli görüntü arasında neden-sonuç ilişkisi gözetmemeye başladık artık. Bu sinemanın biraz daha resim diline döndüğünü gösterir. Resim dilinde transformasyon, mutasyon ve metamorfoz vardır. Bir şeyin başka bir şeye dönüşmesini takip ederiz. Bir nokta değişir, değişir, değişir ve mesela balık olur. “Bir nokta nasıl balık olur, bu mantıklı değil.” demeyiz. Gözümüzün önünde gerçekleşir çünkü. Bu resim geleneğinden gelen, resmin doğasına özgü bambaşka düşünce, algılama, gerçeklik anlayışı, varoluş biçimi ve düzeyidir. Burada artık başka bir düşünce kuralı ve gerçeklik anlayışı geçerlidir. Bu durum tabiî ki insanlık tarihinin bütün sözlü ve yazılı metinleri üzerinden inkişaf eden dil vasıtasıyla gerçekliği algılama, düşünme geleneğine ve yine bunlar üzerinden ahlâkî değerlere ve kültürel formlara aykırı bir durum. Bunların hepsinin iptal edildiği; diyalektik mantık, paradoks mantığı, Aristo mantığı, neden-sonuç ilişkisi filan resimde yok olur. Tek geçerli mantık transformasyon, metamorfoz ve mutasyondur. Biz bunu günümüzde tecrübe ediyoruz ve üzerinde kolay konuşabiliyoruz; ama gidişatın bu yönde olduğu 100-150 yıl öncesinden belliydi. Kafka’nın “Dönüşüm” hikâyesi boşuna değil. Bu aslında sadece düşüncenin ve gerçeklik algınının dönüşümü değil, aynı zamanda aynı zamanda insanın da dönüşümü. O yüzden Kafka’yı hâlâ heyecanla okuyorlar. Çünkü insanlar orada farkında olmadan kendi varoluşsal dönüşümlerini görüyorlar ve bu onlarda adeta şehvet duygusu, dönüşme hazzı uyandırıyor. Ama bu aslında başkalaşma, insanın kendine yabancılaşması ve bize ait değil, Batı’ya ait. Batı’nın genetik kodlarında Antik Yunan’dan beri hep transformasyon, mutasyon ve metamorfoz vardır. Mitolojisine baktığınızda da bunu görürsünüz. Modernizasyon bunun sadece tarihin belli bir evresinde gerçekleşmiş bir türüdür.
Geçmişle bağını koparan ve buna nisbetle hafıza kaybı yaşayan bir millet olarak nasıl bir şuur ikliminde sinemayı ahlâkî bir zemine taşıyabiliriz?
Bizim sadece geçmişle bağımız kopuk değil, gelecekle de kopuk. Geçmişe dönerek bugünü kurtaramazsın, bugünü kurtaramadığın zaman da gelecek diye bir şey olmaz. Zamana ve mekâna bir bütün olarak bakmak zorundayız. Zaman ve mekânı bir bütün olarak kavrayamadığımız sürece, ki bu insan varoluşunun en temel ontolojik imkânıdır, bu bütünlüğü tekrar inşa edemediğimiz sürece, bize ya geçmişe kaçıp sığınmak ya da gelecek kaygısı gütmeksizin sadece şimdiki zamanda varlığını sürdüren bir bitki gibi anlık yaşayan bir canlı türü olmaktan başka bir ihtimal kalmaz. Ahlâk sorusu çok önemli bir soru. Biz günümüzden koparak, geçmişe dönmeye çalışarak ahlâkı oluşturamayız. Ahlâk teorik bir kurgu değil, gerçek ve pratik bir şeydir. Hayatın pratiği içerisinde tezahür eden bir şeydir. Dolayısıyla şimdiki zamanın gerçekliğinden kopup geçmişe kaçarak bu sorun çözülmez. Ama şimdiki zamanın gerçekliğinden kopuk hayali bir gelecek tasavvuruyla da oluşamaz. Günümüzde çok çok tedavülde olan fakat hayatımızın pratiğinde hiçbir yansıması olmadan afaki biçimde konuşulan “medeniyet tasavvuru” gibi tartışmalarla oluşabilecek bir şey değildir ahlâk. Ahlâkı biz ancak insanın özgürlüğü ilkesiyle ilişki içerisinde kavrayabiliriz. Ahlâkın oluşabilmesinin en temel şartlarından biri özgürlüktür. Özgürlük olmayınca iradenin ve aklın da bir anlamı yok. İnsanı insan yapan en temel niteliklerinin başında özgürlük gelir. Bu onun kendi hakikatini ve varlığın hakikatini arayış hürriyetidir. Keyfince davranmak bir özgürlük değildir ve ahlâkla keyfîlik asla bağdaşmaz. Üzerinde durduğumuz şey insanın modernleşme sürecinden itibaren sürekli artan bir hızda, içinde bulunduğumuz teknolojik çağda özgürlüğünü yitirmesi meselesidir. Konuştuklarımızın özeti, insanın özgürlüğünü yitirmesidir. Özgürlüğünü yitiren insanın ahlâkından bahsedilemez, ona insan da denemez. İnsan nasıl ahlâkî bir varlık olur sorusu, insan nasıl özgürleşebilir sorusuyla temelden ilişkilidir. İnsanı bu çağda yahut gelecekte özgürleştiremediğimiz sürece ahlâkîleştiremeyiz. Ahlâkîleştiremediğimiz sürece de özgürleştiremeyiz. Bu birbirini tamamlayan zorunlu bir ilişkidir. Bu günümüzün en zor sorusu. Teknoloji, devlet, kimlikler, dijitalizm, biyo-teknolojiler… Beden olarak insan adeta yeniden tasarlanıyor. Sinema da buna eşlik ediyor. Sinema insanı nasıl özgürleştirebilirim sorusunu sormuyor ve bu sinemanın sorunu da değil. Bu değişim sinema üzerinden gerçekleşmez. Sinema sadece medya araçlarından bir araç ve eski gücünü de sürekli kaybeden bir araç. Şimdi dijital mecraların yanında sinema gittikçe güç kaybediyor. Eskiden tek başına olduğu zaman “ben ne olmalıyım?” sorusunu soruyordu ve cevap veremedi. Şimdi bu kadar medya aracı varken ne olması gerektiği sorusuna nasıl cevap verebilir. Sinemayı yüceltmememiz gerekiyor. Her şeye kendi sınırları içinde bakmak lazım ve kendi bulunduğu zeminde değerlendirmemiz lazım.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.
Aylık Dergisi 206. Sayı Kasım 2021
Röportaj: M. Taha İnci, Oğuzcan Şahin