Uygur Türklerinin 10. yüzyılın ilk yarısından itibaren İslâm dinini kabul etmeye başlamaları, toplumsal yaşamda köklü değişikliklere yol açmış, bu değişim dil, biçim ve öz açısından da edebiyata yansımıştır. İlk dönemlerde şaman ve İslâm kültürleri arasında bir geçiş dönemi yaşayan sanatçılar, İslâm dinini benimsemekle birlikte daha önce bağlı bulundukları kültürü korumuşlar. O dönemin sanat ve edebiyat dili olan Arapça ve Farsçanın etkisinde kalmışlardır. Biz Uygur Türkçesindeki değişimleri idrak etmek istiyorsak eğer, İslâmiyet öncesi ve İslâmiyet sonrası Uygur edebiyatını incelemeliyiz. Uygur Türklerinin tarihine baktığımız zaman Orhun Yenisey’de kurulan Uygur devletinden bu güne kadar sürekli yazı dili olmuştur. Bu Uygurca metinleri incelediğimiz zaman, yani İslâmiyet öncesi Uygur edebiyatını incelediğimizde hakiki öz Türkçenin, yani Uygurcanın kullanıldığını görürüz. Örnek eserleri; 7. ve 8. yüzyıldan kalan Orhun Yazıtları ve Turfan metinlerini gösterebiliriz. 840’da Turfan’da kurulan İdikup Uygur devleti döneminde yazılan Budist, Malehist metinlerde de öz Uygurca dilini görebiliyoruz. Burada tabiî Budist, Malehist metin olduğu için Hintçe, Çince hâsılı Budizme ait terimler dışında öz Uygurca’dan oluşmuştur.
İslâmiyeti kabul edip benimsemeye başladığımız zamanlarda dilimizde hafif de olsa değişmeler meydana gelmiş, bu değişmelerin yanı sıra, bunları yansıtan eserlere misal olarak Yusuf Gazacif tarafından 11. yüzyılda yazılan Kutatgubilig, Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan Divan-ı Lûgat-ı Türk ve Ahmet Yükneki tarafından yazılan Etebetul Hakayık gibi eserleri gösterebiliriz.
Batı Türkistan, Horasan ve Haremi bölgelerinde egemen olan Çağatay Devletinin kurulmasıyla Hakaniye Türkçesi 14. yüzyıldan başlayarak Çağatay Türkçesi adını almış, şiirleri, dil ve sözlük çalışmalarıyla Orta Asya Türk edebiyatının en büyük ustalarından kabul edilen Alişir Nevai ile gezi ve anı türündeki Vakay-ı Babürname adlı eseriyle tanınan Baburşah eserlerini 16. yüzyılda son bulan Çağatay Türkçesiyle yazmışlardır.
İslâm kültürünün Uygur Türkçesi üzerindeki etkisi 11. yüzyıldan 14. yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. O dönem içerisinde Türk, yani Uygur edebiyatı, Divan Edebiyatı ve halk edebiyatı olmak üzere temelde farklı özellikler taşıyan iki koldan gelişme göstermiştir. Uygur Türkçesinin bu dönemdeki değişimine baktığımız zaman; birincisi Uygurca, Arapça ve Farsçadan oluşan ve sonraları Çağataycı denilen harmanlaşmış bir dil vardır. İnsanlarımız yabancı olduklarından dolayı anlamakta zorlanıyordu. Yani saraydaki insanlar, aydınlar Çağatay Türkçesiyle yazıyordu, avama halk bunu anlamıyordu.
Daha sonraki dönemlerde özellikle Uygur toplumunda 18. yüzyıldan sonra Çarlık Rusya’nın, Çin ve düğer ülkelerin etkisiyle askerî ve siyasî alandaki gelişmeler bir süre sonra edebiyatta da etkisini göstermiştir. Özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren Orta Asya’da gelişen cedidçilik-yenilik hareketinden sonra Doğu Türkistan’da çağdaş anlamda bir sürü okullar açılmış – bildiğimiz üzere 19. yüzyılın başlarında Türkiye’den Kemal İlkul isimli bir kişi başkanlığında Osmanlı’nın son dönemlerinde öğretmenler gönderiliyor, çağdaş anlamda okullar açılmaya başlıyor, yavaş yavaş Arapça ve Farsça mecburi ders olmaktan çıkarılıyor, Uygur Türkçesi ile eğitim verilmeye başlanıyor.
Böylece İslâmiyetin girmesiyle Uygur Türkçesi’nde ses bilgisi, söz varlığı ve söz dizimi bakımından bir zenginleşme olmuştur. Yani Arapça ve Farsçada birçok kelime Uygur Türkçesine girmiştir. Böylece Uygur Türkçesi zenginleşmiştir. Özellikle Uygur Türklerine Farsların etkisiyle pek çok kelimeler Arapçadan daha fazla Farsçanın etkisi altında kalmıştır.
Çin’in uyguladığı asimilasyon politikası neticesinde Uygur dili ne türlü bir değişikliğe maruz kalmıştır? Dilin kültür, hayat tarzı ve din ile ilişkisini dikkate alarak alfabe ve dil üzerindeki tahribattan bahseder misiniz? Özelde Doğu Türkistan, genelde bütün millet için dilin önemi nedir? Bu mevzua nasıl bakılmalıdır?
Bu soruyu cevaplamadan önce Uygur Türklerinin bugünkü durumundan kısaca bahsetmek gerekiyor.
Hâlâ Çin Halk Cumhuriyeti idaresi altında bulunan ve anavatanları Doğu Türkistan, Çinlilerin değişiyle Sincan Uygur Bölgesi’nde yaşamakta olan Uygur Türkleri Türk boylarından biridir. Uygur Türkleri geçmişte kurdukları devletlerle, gelişen ekonomisi, kültür, edebiyat ve sanat dallarıyla Türk tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.
Uygurların geliştirdiği yazı dili ve edebiyatı birçok Türk boyunun kendi lehçelerine dayalı edebî dilin edebiyatın şekillenmesinde ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Kültür ve edebiyatta çok zengin olan Uygurlar, Türk dünyası kültürü, dili ve edebiyatının değişmesi ve gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur.
Komünist Çinliler 1949 yılının sonlarına doğru Doğu Türkistan’a tamamen hâkim olduktan sonra eski eğitim sisteminde bazı değişiklikler yaparak çift dille eğitimin temelini atmaya başlamış, Çin hükümetlerinin 1950’li yıllardan bu güne kadar Doğu Türkistan’da yürütülen çift dille eğitimle asimilasyonlar doğrultusunda Uygur Türkçesini yok etmeye başlamıştır. Aslında çift dille eğitim demek; iki dilinde eşit olarak kullanımı demektir. Yani okullarda yüzde elli Uygur Türkçesi kullanılıyorsa yüzde elli de Çince dilinde eğitim görmektir, ama bugün öyle değil. Yani çift dilde eğitim adı altında Uygur Türkçesini eğitimden kaldırma politikası uygulamıştır. Bu politikayı Çin hükümeti son on senedir çok acımasız bir şekilde yürütmeye başlamıştır. Mayıs 1950 tarihiyle birlikte Doğu Türkistan hükümeti tarafından Sincan Maruf ıslahatı konulu bir genelge yayımlanmış, genelgede ilk ve ortaokulların eğitim müfredatında düzenleme yapılması milli okullarda, yani Müslüman Türklerin okullarında Çince ve Rusçanın seçmeli ders olarak konulması, Çinlilerin okullarında ise Uygurca ve Rusçanın seçmeli ders olarak konulması belirtilmiş. İlk olarak böyle bir uygulama başlatılıyor. 1959 yılında Doğu Türkistan hükümeti, Doğu Türkistan’daki bütün yüksek eğitim kurumlarında Çince hazırlık okuma zorunluluğu getirmiştir. Evvela seçmeli, daha sonra bunu mecburi hale getiriyorlar. Hazırlık bittiği zaman öğrencilerden Çinceyi rahat okuma, dinleme ve yazma becerisine sahip olmaları talep edilmiş. 1964 yılında Uygur Özerk Bölgesi yönetimi 474 sayılı genelgeyle ortaokul ve liselerde çift dilde eğitim yapma kararı alınmış ve böylece Doğu Türkistan’da çift dilde eğitimin temeli atılmıştır.
İkinci dönem Doğu Türkistan’da Çincenin duraklama dönemi… Tabiî bildiğiniz gibi 1966 yılında Çin’de başlatılan kültür devriminin etkisiyle bütün Çin’de olduğu gibi Doğu Türkistan’da durma noktasına gelmiştir. Böylece yeni başlamış olan çift dilde eğitim denmeleri durmuş, yani bu dönemde 1966’da kültür inkılâbı, 1976’da Maoli’nin ölümüne kadarki süreçte Çin’de eğitim durmuştur. 1966’ya kadar da Uygur Türkleri temeli Arap alfabesi olan Uygur alfabesi kullanılmıştır 1966’dan itibaren Çinlilerin piyyin dedikleri transkripsiyon-latince çeviri sistemini temel alarak Uygurlarda Latin alfabesi kullanılmaya başlıyor. Bu dönem tabiî çok önemli… Bu dönemde Çin’in aşırı bir sol politikası sözkonusu… Burada amaç; Uygurlar, Tibetler ve Mogalları asimile etme adımını hızlandırmak için bu komünist terimleri yansıtmak için Çince kullanmasını diretmiş… Kısacası 1978’e kadar Doğu Türkistan’da belli ideolojiye dayalı yapılan aşırı sol eğitim politikası milli kültürü yok etmek için uygulanmış, milli kültür, milli inanç ve milli edebiyat yok edilmeye çalışılmıştır. Bu yaptırımlar karşısında kendi kültür, örf, adetlerine ve milli edebiyatına sıkı sıkıya bağlı olan Uygur Türkleri günümüze kadar her alanda kendi edebiyatını ve kültürlerini korumak ve geliştirmek için mücadele vermişlerdir.
İkinci soruya binaen Çin’in 60 yıllık dil politikasından bahsetmek istiyorum. İkinci aşamada çift dilde eğitiminin Mao’nun ölümünden ve açıklık politikasının uygulanmaya başlamasından sonra, diğer alanlardaki yasakların kalkmasıyla milli eğitim ve milli edebiyat üzerindeki yasaklar da kısmen kalmıştır.
Bu dönemde çeşitli suçlamalarla okullardan uzaklaştırılıp hapse atılan öğretmenlerden, uzun süre eser yazması yasaklanan ünlü yazarlardan Abdurrahim Ödkür, Turgun Almaz, Mim Şiit, Zunun Kadiri ve Zordın Sabir bu dönem Uygur edebiyatının önemli yazarlarındandır. Bunlara dayatılan öğretmenlik yapma ve eser yazma yasağının kalkmasıyla birlikte Uygur dili eğitiminde canlanma meydana geldi. Böylece Doğu Türkistan’da yani bir yayım yapma çalışmaları başlamış oldu. Mesela 1980’den sonra pek çok yayın evi kuruldu. Ben aslen Kaşgarlıyım ve burada doğup büyümeme rağmen Kaşgarlı Mahmud’un ve Yusuf Has Hacip’in kim olduklarını bilmiyorduk. Yani bu dönemdeki edebiyat eserlerinin genel görüntüsü; Çin Komünist Partisi’ni, Çin devrimini ve Mao politikalarını öğen eserlerdir. 1980’den sonra Çin’deki açıklık politikasından yararlanarak bizde 1982’de Divan-ı Lûgat-ı Türk yayımlanmaya başladı. Sonra Yusuf Has Hacip’in Kutatgu Bilig eseri yayımlandı. Bizim çok eski yazarlarımızdan olan Abdurrahim Ödkür, Zunun Kadiri ve Mim Şiit gibi yazarlar eserler yazmaya başladılar. Böylece edebiyat sahasında bir canlanma görüldü.
Dördüncü dönemi ise çift dilde eğitimin oturma dönemi olarak isimlendirebiliriz. 12 Eylül 1985 yılında Uygur Özerk Bölgesi eğitim başkanlığı, ilkokul eğitim müfredatında bir değişiklik yaparak bütün okullarda Çincede eğitime başlanmasını talep etmiş, ancak pratiğe geçilememiştir. Tabiî Çin’in tâ 1949’lardan itibaren Uygur dilini yok etme politikası uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Doğu Türkistan’a baktığımız zaman, stratejik bir öneme sahip. Çin’in her tarafın denizlerle çevrili olması hasebiyle, dünyaya tek açılan kapısı Doğu Türkistan’dır diyebiliriz. Dolayısıyla Doğu Türkistanlıları dilini ve dinini yok etme politikası var, ama bu yavaş yavaş yapılmaya başlanmış. 6 Nisan 1990 yılını ise bir dönüm noktası olarak işaretleyebiliriz. Bu yılda Doğu Türkistan’ın Kaşgar vilayetine bağlı Bağrın kasabasında meydana gelen ayaklanma neticesinde Çin’in Doğu Türkistan politikalarında köklü bir değişim meydana gelmiştir. Siyasî baskının artmasının yanı sıra eğitimde köklü bir değişime gidilmiştir. 25 Eylül 1993 yılında Uygur Özerk Bölgesi 8. Halk Temsilciler Kurultayı’nın 4. toplantısında Sincan Uygur Özerk Bölgesi dil ve yazı yönetmenliğinde azınlıkların Çinlilerle olan siyasî, ekonomik ve kültürel ilişkilerinde Çince kullanılması talep edilerek , “bütün Çince Çin Devletinin bütün halklarının kullandığı ortak dilidir, bütün resmi dairelerde resmi yazışmalar Çince olmalıdır!” diye şart konulmuş, 14 Haziran 1996 yılında ilk defa Çince seviye tespit sınavı altında bir sınav getirilmiştir. Tabiî burada Çinlilerin 1957’deki özerk bölge yasasında olsun, Özerk Doğu Türkistan’a 1955’de özerklik statüsü verildiği zaman oluşturulan özerk bölge yasasında olsun ve 1084’deki bu özerklik yasasının tazelenmesiyle sunulan yasada olsun, bunların hepsinde bölge halkına büyük haklar verilmiş. Yani ilkokuldan üniversiteye kadar anadilde eğitim, resmi dairelerdeki yazışmaların Uygur Türkçesiyle yapılması, bütün ders kitaplarının Uygurca olması vesaire şeklinde haklar tanınmış ama, bu hep kağıt üzerinde kalmış ve uygulanmamış. Burada da Çinin Uygur Türkçesini yok etme politikasını görebiliyoruz.
Bu uygulanmaya çalışılan dil politikasının 5. dönemi Uygurca eğitimi tamamiyle ortadan kaldırıp Çince eğitime geçme dönemi… Bu dönem çok önemli, çünkü bu uluslar arası dengelerle alakalı, Sovyetler Birliğinin parçalanıp Orta Asya’daki Türk devletlerinin oluşmasıyla beraber düşündüğümüz zaman Çin’in bu baskı politikalarının aniden şiddetlenmesini daha iyi anlayabiliyoruz. Çin Komünist Partisi Merkezi Polit Büro Üyesi ve Uygur Özerk Bölgesi Komünist Parti Genel Sekreterinin birlikte yaptığı, Doğu Türkistan’daki çift dille ilgili yaptığı konuşmada en büyük problemin öğretmen eksikliği olduğu dile getirilerek şu önerilerde bulunulmuştur:
1. Ana okulda Çince eğitime önem vermek
2. Çinceyi iyi bilen ana okul öğretmenleri yetiştirmek
“Ne pahasına olursa olsun ülkemizin yüksek menfaati için bunların gerçekleştirilmesi şarttır!” deniyor.
11 Eylül saldırılarından sonra Uygur Türklerini uluslar arası kamuoyuna terörist damgası vurularak aplike edilmeye başlandığında itibaren ilkokuldan üniversiteye kadar Çince eğitim mecburi hâle getirildi. Bugün tabiî Uygurların %95’i Çince bilmiyorlar… Aniden böyle bir dayatmayla karşılaşınca toplumsal bir şok meydana getirmiştir. Bu gün Doğu Türkistan’da onbinlerce öğretmen işsiz, çünkü Çince ders anlatamadığı için işinden kovulmuş… Öğrencilerde ise anadili bile öğrenmemişken, ikinci bir dilde matematik, fizik vesaire gibi dersleri Çince ile anlayabilmesi mümkün değil. Hâl böyle olunca Doğu Türkistan’da eğitimde bir kaos yaşanmaktadır. Çin’in uygulamakta olduğu politika kendi anayasasına aykırıdır. Misal olarak; biraz evvel de bahsettiğim üzere 84 ve 57 yasalarında Uygur Türklerine büyük haklar verilmiş, fakat bugün bunların hiçbiri uygulanmamaktadır.
Dil bir millet için çok önemli… Dil bir millet için bayrak ve vatandır. Bunu Uygur Türklerinin bütün yazarlarının anadilin önemiyle ilgili şiirleri mevcuttur. Kaşgarlı Mahmud’da anadilin ne kadar önemli olduğunu Divan-ı Lûgat-ı Türk’ünde bahsetmektedir. Dolayısıyla Çinliler bu topraklara hâkim olmak için 1966 yıllarında Çin’in bu azınlık politikasını belirleyen genelkumaydaki bir strateji uzmanının bir sözü var; “bu topraklara hâkim olmak için Uygurların dili ve dinini yok etmelidir!” diyor. Ve 1949’da Doğu Türkistan’ı Çinliler işgal ediyor, 1957’de özerklik statüsü veriyor, 1959’da yerli milliyetçiliğe, Panislâmizm ve Pantürkizm adı altında karşı hareket başlatıyor. O zaman çok sayıda Mısır’da, Türkiye’de, Kazan’da vesairede okuyan çok sayıda aydınları öldürüyorlar. Mesela bizim tarihimize baktığınız zaman Osmanlının son dönemlerinden itibaren pek çok aydınların Türkiye’de eğitim görüp Doğu Türkistan’a gittiklerini görüyoruz. Mesela Mesut Sabri Baykoza, Mehmet Ali Tevfik, Abdulkadir Abdulvaris Azizi Türkiye’de okumuş, orada bir süre öğretmenlik yapmış, sonra Doğu Türkistan’a çalışmak üzere gitmiş ama, Çinliler bunları idam etmiştir. İşte Çin böylelikle Uygur aydınlarını sindirmeye çalışmıştır. Bugün baktığınız zaman Çin’in Uygurların dil ve dinine saldırmaya devam etmekte olduğunu görüyoruz. Doğu Türkistan’da en fazla zulüm gören dindar kesimler olmaktadır. Dolayısıyla Çin, 1966’dan 1980’e kadar bütün camileri kapatıyor ve camilerde domuz filân besletmeye başlıyorlar. Mesela biz çocukken annemiz, ninemiz ve diğer akrabalarımız bizi kapının önüne gözcü olarak dikerlerdi. Polis geldiği zaman da hemen haber verirdik ve onlarda seccadeleri filân saklamaya çalışırlardı.
Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı dil politikasıyla işlediği cinayet bugün doruk noktasına çıkmıştır.
Uygur Türkleri 1884’den bu yana üç farklı devletin hâkimiyeti altında yaşıyor. İlk iki devlet, yani Çin Cumhuriyeti hükümeti ve Mançolar olsun, sadece dil ve dinine müdahale etmemiş. 1949’da iktidara gelen bu komünist parti ise, Uygurların kültürel dokusuna, diline ve dinine müdahale etmiştir. 5 Temmuz Urumçi Katliamı’nın en önemli sebebi budur.
Türkiye’nin Doğu Türkistan’a kültür bakımından bir katkısı olmuş mudur? Doğu Türkistan’a Çin tarafından uygulanan baskılar, asimilasyonları ve nasıl karşılamak ve değerlendirmektedir?
Türkiye’nin Doğu Türkistan’a kültür bakımından bir katkısı var mıdır derseniz devlet politikası bakımından bir katkısı olduğunu söylemek zor… Ama Uygur Türkleri tâ Osmanlının son dönemlerinden –tabiî bu ilişki daha da öncesine dayanır, yani Abdülhamit Han’ın bütün dünya Müslümanlarına yönelik politikalarının neticesi olarak Doğu Türkistan’daki Müslümanlarla da ilgilenmiştir. Daha öncesinde Sultan Abdülaziz döneminde Doğu Türkistan’da Kaşgariya Devleti kurulduğu zaman Handan yardım talep etmek için Uygur Türkleri gelmiş, yardım gönderilmiştir Hindistan üzerinden, Abdülaziz Han’a hutbeler okutulmuş ve sikkeler bastırılmış, hâsılı o dönemlerden itibaren Türkiye’ye yönelik bir alaka sözkonusudur. Uygur Türkleri hacca gittikleri zaman İstanbul’a uğramadan giden hacıları tam hacı olarak saymamışlar. Türkiye bu açıdan Uygur Türkleri için önemli… Dolaylı yoldan Türkiye ile bir etkileşim var. Son dönemlerde de Türkiye’den pek çok romanların Uygur Türkçesine çevrilmesi, Türkiye’de çıkan çok sayıdaki dizilerin Doğu Türkistan’a gelmesiyle beraber Doğu Türkistan’a dolaylı yoldan bir etkisi olmuştur. Tabiî Çin uzun yıllardan beri Doğu Türkistan’daki bağımsızlık hareketlerinin Türkiye’den beslendiğine inanırlar. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar Türkiye’den uzak tutma politikası uyguladığı için, Türkiye’nin de şöyle bir politikası var; “Doğu Türkistan, Çin’in hassas meselesidir. Dolayısıyla bu meseleyi fazla kurcalamayalım!” Yani bu hassas meseleden uzak durma politikası uygulaya gelmiştir. Ama son yıllarda, özellikle 1990’dan itibaren her on senede bir büyük olaylar yaşanmaktadır. Mesela 1990’da Bağrın Ayaklanması –bu çok fazla bir ses getirmedi ve 1997’de Gülcu Ayaklanması dini ve kültürel baskıdan dolayı meydana gelmiş hadiselerdir. Mesela Bağrın Ayaklanması değinirsek; Bağrın küçük bir kasaba… Ama tabiî burada Çin 1984’den itibaren Doğu Türkistan’da tek çocuk politikası uygulamaya başladı. Sadece bu 10 bin nüfuzlu Bağrın kasabasında bir senede kürtaj edilen bayanların sayısı 400 civarında… Bundan dolayı hükümet binasının önünde bir gösteri düzenleniyor ve, “biz öldürülmek istemiyoruz. Bizden alınan vergilerde azaltmaya gidilmesini ve kürtajların durdurulmasını istiyoruz!” şeklinde masum istekte bulunuyorlar ve bunun üzerine Çinliler ateş açıp bu Bağrın kasabasında binlerce kişi öldürüyorlar. Sonra 1997’de Gülcu’daki ayaklanmada Kadir Gecesi’nde ibadet etmek için toplanan –ki ne şekilde olursa olsun toplanmak yasak o dönemde, Müslümanları öldürüp, cesetlerini hanımlarına götürmelerinden dolayı burada bir ayaklanma oldu. Bu ayaklanmanın kasetleri ilk defa Türkiye’de yayımlanmak üzere dışarıya sızdırıldı. Neticesinde Türkiye’de büyük gösteriler oldu ve genelde her yıl Türkiye’de bu meselelerle alakalı gösteriler düzenlenir. Ama 5 Temmuz 2009’daki olayda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan adeta soykırım diyerek bir açıklama yaptı. Tabiî bu olaydan sonra Çin Türkiye’den böyle bir açıklama beklemiyordu. Sonrasında ard arda Türkiye’ye heyetler gönderdi, Uygurları öldürmediğini, Uygurların Çinlileri öldürdüğünü, Uygurların terörist olduklarını anlatmaya çalıştı. Başbakanın dışında da bu olaya tepki gösteren olmadığı için başbakan yalnız kaldığı için devamı gelmedi. Hala da Çin’in Uygurlara uyguladığı zulüm devam ediyor.
Çin Türkiye ile olan ilişkisini geliştirmek istiyor. Burada Çin’in amacı; Orta Asya’da Türkiye ile işbirliği yapmak. Bir de Doğu Türkistan’daki “ayrılıkçı hareketi” bastırmak istiyor. Ama Türkiye ticaret yapmak istiyor. Türkiye şöyle düşünüyor: “Çin büyük devlet, nüfusu da kalabalık. Dolayısıyla biz orada mal satmalıyız!” Bir de PKK ve Kıbrıs meselelerinde Çin BM üyesi olduğu için destek almak istiyor. Ama destek alamıyor… Türkiye’de ticarî kaygı, Çin’de ise Doğu Türkistan kaygısı iki ülke arasındaki çıkarlar örtüşmüyor. Tabiî Türkiye insan hakları ve demokrasi açısından son yıllarda Doğu Türkistan meselesini sürekli gündeme getirmeye çalışıyor ve ilişkileri geliştirmek istiyor. Bu sene Türkiye’de 2012 Çin yılı da diyebiliriz. Türkiye ile ilişkiler gelişiyor ama, oradaki baskı artarak devam ediyor. Netice olarak Bizde bir söz vardır, “gözden ırak olan gönülden de ırak olur!” dolayısıyla Türkiye Doğu Türkistan uzak olduğu için midir nedir, bu meseleye duyarsız kalmaktadır.
Uygurlarda 1940’lara kadar Çagatay Alfabesi, yani Arap alfabesi kullanılmış. 1940’dan sonra yine Arap alfabesi kullanılmış, ama bazı düzenlemeler yapılmış. 1926 Taşken Türkoloji Konferansı’nda Türk soyundan olanları böl, parçala ve yönet politikası güden bir karar alınır. Bundan sonra yavaş yavaş Uygurca, Özbekçe, Kazakça ve Kırgızca ayrı ayrı standart ağızları belirlenir ve uygulanmaya başlanıyor. Böylece 1990’da Sovyetlerin parçalanmasıyla Türk Cumhuriyetleri bağımsız olduktan sonra bu Türk Cumhuriyetlerinin Arap alfabesinden ne kadar uzaklaştıklarını o zaman fark ettik. Dolayısıyla 1990’dan sonra Türkiye’de ortak alfabe, ortak gramer, ortak edebiyat üzerine bir takım projeler yapıldı. Bu sunî bir uzaklaştırmaydı. Bir misal verecek olursak; Özbek lehçesiyle Uygur lehçesi birbirlerine çok yakındır. Tabiî Çağataycanın mirasçılarıdır bunlar… Özellikle 1926’dan sonra bu iki lehçede de eskiden Kaşgar ağzı standart ağız iken 1940’lardan sonra standart ağız sürekli değiştirildi. Bir de imlâda nasıl yazılıyorsa öyle okunur şeklinde bir kural konuldu. Böylece bir takım yerel ağızları standart ağza dâhil etmeye başlayınca bu lehçeler arasındaki farklılıklar çoğalmaya başladı. Eskiden Batı Türkistan’daki Türkçeye Rusçadan alıntı kelimeler, bizim Doğu Türkistan’daki dile de Çinceden kelimeler dâhil edildi. Hatta Doğu Türkistan’da 2 milyona yakın Kazak nüfusunun kullandığı Kazakçaya Çinceden alıntı kelimeler, Kazakistan’dakilerin kullandığı dile ise Rusçadan alıntı kelimeler girdi ve böylece Çin ve diğer büyük güçlerin böl ve yönet politikası gerçekleşmiş oldu. Bizim çocukluk yıllarımızda Doğu Türkistan’da tâ 1980’lere kadar daha çok İslâm çatısı altında birleşiyorlardı bu Türk soyları… Yani millet kavramı çok zayıftı. Ama bugün kabilecilik anlayışı ön plana çıktı ve güçlendi. Bugün Doğu Türkistan’da dini baskılardan dolayı Kazakistan’a, Kırgızistan’a ve Özbekistan’a kaçmış olan kardeşlerimiz, Çin’e teslim edilmekte ve Çin’de de idam edilmektedir. Buradaki geçmişte hâkim olan İslâm kardeşliği kavramı kaybolmuştur.
Şu an eğitim dili Çince olduğundan Uygurcanın gelişimi ne durumda? Bu durum bir kültür yıkımına yol açmıyor mu?
Elbette yol açıyor. Şu an özellikle 11 Eylül 2001 yılı İkiz Kulelere saldırı düzenlenmesi neticesinde İslâmî terör kavramı ortaya çıktıktan sonra Çinliler fırsat bu fırsat diyerek Uygur Türklerini dünyaya terörist olarak ilan etmişlerdir. 2001 yılından itibaren anaokuldan üniversiteye kadar mecburi Çince eğitimi uygulamaya koydu ve bu Uygur Türkleri üzerinde kültürel bir şok meydana getirmiş durumda.
Doğu Türkistan nüfusunun %95’i Çince bilmiyor. Zaten nüfusun %85’ini köylü ve çiftçi oluşturmakta. Bir de muhafazakâr bir toplum… Böyle bir topluma aniden siz dinini ve dilini yasaklamanız bu toplumda ciddi bir şok meydana getirir. Gerçi dünya medyasında fazla yer almıyor ama, şu an hemen hemen 15 günde bir Çinlilere karşı saldırılar ve çeşitli ayaklanmalar düzenleniyor. Bunun en büyük sebebi; Çin’in bu Uygur Türkçesi’ni yasaklamaya çalışması… Bu yasak geldikten sonra üniversitelerdeki eğitim kalitesi çok düşmüş durumda. Zaten Çin’in eğitim düzeyi çok düşük, Çinceyi de doğru dürüst öğretemiyorlar, yani Çin’in en vasat insanları gelip Doğu Türkistan’da öğretmenlik yapıyorlar. Bu öğretmenlerin ne pedagojiden haberi var, ne de standart Çinceyi doğru düzgün biliyorlar. Bu bir faciadır. Bu tabiî olarak bir kültür yıkımına yol açacak. Bizim dönemimizde bir öğrenci Uygur Türkçesiyle üniversiteye kadar eğitim aldıktan sonra Çince yabancı dil olarak öğretilirdi. Kendi kültürüyle ve kendi örf, adetleriyle yoğrulduktan sonra Çince öğrendikten sonra bu insanlar Uygur toplumu için daha yararlı oluyorlardı. Ama bugün Doğu Türkistan’da ciddi bir yıkım söz konusudur. Dil, din, edebiyat ve edebî eserlerde devlet bütçe ayırmadığı için yok olmaya yüz tutacaktır. Böylece bunun getirdiği işsizlik, kültürel yıkım ve hepsinin toplamında meydana getireceği zararlar toplumsal bir çöküntüye sebep olacaktır.
Türkistan coğrafyası aslında Müslüman kimliğiyle bir bütün ve diller arasında da bir yakınlık var. Hem aynı yakın kavim olmaktan, hem de aynı dini inancı paylaşmaktan dolayı Batı Türkistan ile bilhassa Kırgız dili ile Uygurcanın veya diğer Türkistan dilleriyle olan ilişkileri nasıldır?
Biraz öncede bahsettik… Tâ 16. ve 18. yüzyıla kadar Hakaniye Türkçesi, daha sonra Çağatay Türkçesini Batı Türkistan’daki Kazak, Kırgız, Tatar, Özbek, hatta Tacik, Türkmen, Uygurlar Çağatay Türkçesi kullanmışlardır. Tarihte iki tane büyük doğu Türkçe var. Birisi Osmanlı Türkçesi, diğeri ise Çağatay Türkçesi… Çağatayca kullandıkları için pek çok dil özellikleri gramer, ses bilgisi ve söz varlığı bakımından ortak yön çok fazla. Mesela Özbekçeyle Uygur Türkçesi arasında fonetik-ses bakımından farklılıklar dışında, pek fazla farklılık göremiyorsunuz. Kırgızcayla Uygurca arasında da bazı püf noktaları var. Mesela Uygurca, Özbekçe Karluk dil-Çağatayca grubuna mensup, bir de Kıpçakca var; Kazakça, Kırgızca, Tatarca… Mesela Uygurcada yahşi kelimesi, Kırgız ve Kazakçada çahsı halini almaktadır. Kelimelerdeki bu tip y-j ses değişimi dışında pek fazla farklılıklar yok. Yani temel söz varlığı aynı…
Türkistan dilleri arasındaki benzer kavramlar… O coğrafyada yaşayan insanlar aynı kültürü paylaşmakta ve aynı sıkıntıları çekmektedirler. Dilerinde yakınlaşma vardır muhakkak… Tecrübelerinize dayanarak birkaç misal verebilir misiniz?
Ben Türkistan dilleri hakkında ders anlatırken de dikkatimi çeken şey; bizi birleştiren önemli faktörlerden bir tanesi bu Türk toplumlarının Müslüman olması. Müslüman oldukları için pek çok kelimeler Arapça ve Farsçadan gelmiş… Bizi birleştiren unsurlar, aslında bu Arapça ve Farsça dilleridir. Mesela Uygurlar muallim der, yani öğretmen. Özbek de, Kırgız da, Kazak da muallim der. Türkiye’de de muallim dediğiniz zaman anlarlar. Bu kelimenin yerine sonradan uydurulmuş kelimeler var, ama genelde muallim kullanılır. Mesela mektep bütün Türk lehçelerinde aynıdır. Bala diyoruz mesela… Türkiye’de çocuk anlamına geliyor ama diğer Türk lehçelerinde baka olarak kullanılıyor. Mesela Türkiye’de Allah kelimesi, Uygurlarda Farsça olan Hûda kelimesini kullanırlar. Ama Kazaklar Koday, Kırgızlar Goday, Özbekler Hoda(h harfi hırıltılı) demektedirler. Bu tip dini terimlerin çoğu Orta Asya’da Fars kültürünün etkisi fazla olduğu için bu tip kelimeleri çok fazla görebiliyoruz.
Ben bütün Türk cumhuriyetlerini dolaştım. Türkiye Türkçesini bilen bir kişi Kıpcaktan, yani Kazakça, Kırgızcadan birini iyi öğrenirse, hemen hemen bütün Türkistan’daki dilleri konuşamasa da rahat anlayabilir. Bugün ben Azerbaycan Türkçesini dinlediğim zaman, Azerice oğuz lehçesi olmasına rağmen hem batı Türkçesi özelliğini taşıyan, hem doğu Türkçesinin de özelliğini taşıyan bir lehçe… Dolayısıyla bir Uygur Türkünün Azerbaycan Türkçesini anlaması daha kolay oluyor.
Bizler BD-İBDA bağlıları olarak Doğu Türkistan davasını Anadolu davasından ayrı görmüyoruz. Kültür birliği içinde dilde nasıl bir çalışma yapılmalıdır?
Bu çok önemli bir mesele… Türkiye’de 1990’lardan itibaren Türk Dil Kurumu, Atatürk Kültür Tarih Yüksek Dil Kurumu ve çeşitli üniversiteler Türk dünyasıyla, bu kültür birliği dolayısıyla pek çok çalışmalar yaptılar. Ama yeterli değil tabiî… İsmail Gaspıralı’nın dilde, fikirde, işte birlik şiarı altında Tercüman Gazetesi o zamanlarda yayımlanmış bir yazısı Kırım’dan, Doğu Türkistan’a kadar her yerde okunuyormuş ve anlayabiliyorlarmış. Ama bugün baktığınız zaman bir Anadolu Türkü Kazakça, Kırgızca veya başka dilde yayımlanmış bir gazeteyi okuduğu zaman anlayamaz. Yani ciddi bir uzaklaşma var. Burada ortak bir projenin yapılması lazım. Mesela bütün Türk cumhuriyetlerinin bilim adamlarından oluşan ve yeni kelime türeten bir topluluk kurulmalı. Bunlar yeni bir kavram çıktığı zaman onu herkesin ortak kullanacağı şekilde dile almalıdırlar. Doğu Türkistanlılar Çin’in bütün baskılarına rağmen dillerine duyarsız kalmamaktadırlar. Mesela anahtar kelimesine biz Uygur dilinde açkuç deriz. Türkmenler açar derler. Bu anahtar kelimesi öz be öz Türkçe olan bir kelimedir. Helikopter yabancı bir kelimedir. Mesela Uygur dilinde buna tikuçar deniyor. Bütün yeni kavramları ortak bir havuzdan almalı. Böylece bütün Türk lehçelerinin yakınlaşmaları sağlanmalı diye düşünüyorum. Ortak çalışmalar yapılmalı, zaten birbirimizi anladığımız zaman ilişkilerde daha çabuk gelişecektir.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Bugün Doğu Türkistan bütün Türklerin anavatanı sayılır. Buradaki İslâmiyet öncesi ve sonrası tarihî eserler bütün Türk soyundan olanların ortak eseri… Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip’in türbeleri bu topraklarda… Doğu Türkistan’da bugün Çin devleti bu izlerin hepsini yok etmeye çalışıyor. Tarihi şehir Kaşgar’da, son yıllarda tarihî yapılar yıkılıp yerine gökdelenler dikiliyor. Bu mesele Avrupa Parlamentosunda dillendirildi, konferanslar düzenlendi ve kararlar alındı. Ama Türkiye’de ne bir sivil toplum örgütü, ne de bir medya kuruluşu bu meseleden pek bahsetmiyor. Bugün Doğu Türkistan’daki Müslümanlar dinî baskı altında yaşamaya çalışıyorlar. Hiçbir Müslüman devletten destek gelmiyor. Bugün Doğu Türkistanlılar varolma mücadelesi veriyorlar. Dilini ve dinini korumaya çalışıyorlar. Buna bütün İslâm ve Türk dünyasının sahip çıkmasını diliyorum. Bu meselenin Türkiye’de gündeme gelmesi, Türkiyeli siyasetçilerin Çinlilerle olan ilişkilerinde bu meseleyi göz ardı etmemesini talep ediyorum.
Hocam vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.