Ben kendi adıma söyleyeyim, Büyük Doğu'nun davasının ne olduğunu bilerek Büyük Doğucu'yum. İslam aleminin 20. yüzyılda yetiştirdiği ender dahilerinden biri Necip Fazıl'dır.

Çok genel bir yaklaşımla sorarsak; objektifinizi Türkiye manzarası üzerine çevirdiğinizde neler müşahede ediyorsunuz?

İnsanın hayata hangi gözle bakacağı biraz mizaç meselesi olduğu gibi, biraz da gerçekler karşısında tavır alışını temin eden birçok faktöre bağlıdır.

Bugün, "Türkiye'nin hali çok güzel, mükemmelen 21. yy.'la doğru en iyi adımlarla gidiyor" diyenler de var. "Türkiye batıyor, mahvoluyor" diyen çevreler de var. Tabi bu, aynı zamanda bir iktidar-muhalefet meselesi.
Şimdi ben, üzülerek söyleyeyim ki, (Objektif bir tespit olduğunu zannettiğim için söylüyorum) İslam alemiyle beraber Türkiye 3 asırdır çok perişandır! 18. 19. 20. asırlar, Avrupa için ne kadar bir zaferler çağı ise Türk ve İslam ülkeleri için bir mağlubiyetler, sömürülmeler asrı olmuştur. İslâm dünyasını ayakta tutan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, sömürgeleşmiş bir İslâm dünyası ortaya çıkmıştır. Afganistan'dan, Mısır'dan, Çin'den, Rusya'dan Afrika ülkelerine kadar yarı sömürge, tam sömürge halinde yaşayan bir Müslüman ülkeler manzarası. İşte Türkiye'nin hali de malumunuz. Hangi yollardan, hangi yıkımlardan geçti... Artık bugün, Türkiye ve İslâm dünyası, kendini çok çeşitli renklerle tezahür ettiren emperyalist güçlerin boyunduruğundan kurtarmaya çalışmaktadır. Fakat görünen odur ki, bu boyunduruk çok şiddetli vurulmuştur. Hasılı ben, İslâm dünyasının ve Türkiye'nin 3 asırdan beri yenik, mahzun, zelil ve perişan olduğuna inanıyorum.

Çizdiğiniz bu 3 asırlık perişan tablo içinde kurtuluş hareketleri yok muydu? Veya varsa, hangi seyirdeydi?

Elbette, herkesin kendine göre bir kurtarıcısı ve kurtuluş fikri vardı. Fakat bu umumiyetle dışarıdan ithaller şeklinde cereyan etmiştir. İslam alemi, kendisine İslam alemi dışında kurtarıcı fikirler, güçler aramıştır. Bizde ise bu arayışlar, "Alman usulü mü yoksa, Amerikan mandacılığı mı (v.s..) daha iyi" şeklinde tezahür etmiştir. Ve hala da kurtuluş reçeteleri dışarıda aranmaktadır. Bugün "Aydın" dedikleri çevrede, bir tanesi dahi kendi kültürünün kaynaklarına inmemiştir. Bizim hocalarımız vardı; Almanya'da kalmış Almancı olmuş, Fransa'da okumuş Freudcu olmuş, Amerika'da yetişmiş William James'ci olmuş... Sonra gelmişler bize sosyoloji, psikoloji anlatıyorlar. Katiyen biz değiliz. Tarihimizi dahi başkalarına yazdırmaya kalkmışlar. Mimaride, musikide aynı şekilde dışarıda arayışlar. Tabi bu yalnız Türkiye'de olmamıştır. Bütün İslam aleminde kurulan örgütler, şunlar-bunlar hepsi yabancı kökenli olmuştur.

Peki, şimdiki durum nedir?

Bu halin de bir tepki doğuracağı muhakkaktı. Hareketi kendinde arama gayretleri baş göstermesi gerekiyordu. Bu normaldi. Bakın bizde, Tanzimat-Meşrutiyet döneminde Müslüman kitle müdafaada, aydın umumiyetle yabancı kültürler adına taarruzdadır. Mustafa Reşit'ler, Ali Paşa'lar, Mithat Paşa'lar, İttihat Terakki, Jön-Türk hareketi, hep bize karşı taarruz halindedir. Müslüman kitlenin hareketi ise hep reaksiyoner hareketlerdir. Aksiyon yabancı güçlerde ve onların elemanlarında olmuştur. Hattı zâtında bu reaksiyoner tavır bir gericiliktir de... Bunu söylemekten korkmamak lazım. Devamlı pasif konumda kalmak, bilmeden karşı çıkmak sonuçta, bütün empoze edilen şeyleri kabule götürmüştür. Şapkasıyla, kanunuyla, musikisiyle topyekûn gelip yerleşmişlerdir. Hani, "Alınız tekniğiyle, ilmini Batının" filan diyor ya Akif... ama olmuyor işte. Adam geldiği zaman, tam geliyor. "Sana tank vereceğim, silah vereceğim" demiyor sadece. "Bunları vereceğim ama şunları şunları da sen yapacaksın" şartını getiriyor.
Yani ortaya bir alternatif konulmamış, devamlı statüko savunulmuştur.

Kendini arama safhası, ayrı bir safhadır. Bu, kendi özüne dönme hareketi, hammaddesi kendimiz olan bir medeniyet kurma çabasıdır. İmparatorluğun taşlarından bir Selimiye çıkacağını ispat ettiği içindir ki, Mimar Sinan büyüktür!

Şimdi yeni yeni, reaksiyoner hareketler kendini işlemekte ve aksiyon haline dönüşmektedir. Çağa yeni mesajlar vermenin arefesindeyiz. Reaksiyoner hareket bugün Türkiye'de ve dünyada aksiyoncu bir hale geçecek ümidini vermek üzeredir. Fakat hemen belirteyim, henüz bu ümidi vermedi. Hatta bu hareketlerin birçoğu yanlış temele oturtulmuş, İslam'ı saptırma tehlikesi ve gafleti içindedir. Bunlar içinde, kaynaktan yapalım iddiasıyla sahabiye dil uzatacak kadar ileri gidenler olduğu gibi, İslâm'ı sosyalist vagona takma gayretinde olanlar da vardır. Nurettin Topçu'yu bilirsiniz. Aynı şekilde Hüseyin Hatemi'de de aynı renkten çizgiler görüyorum. Biz bütün bu hareketler karşısında diyoruz ki, bizzat Kur'an-ı Kerim'e ve onun gösterdiği kaynaklara göre hareket edeceğiz. Bu da Ehli Sünnet vel-Cemaat yoludur. Sünnet ve Cemaat ehlinin ışığıyla meselelere yaklaşmak gerekir. Bakın bu konuda Necip Fazıl Bey'in getirdiği çözümler çok sağlamdır. Ben bugün gençlere, onun eserlerindeki anlayışı tavsiye ederim. Bizim mütefekkirimiz, edibimiz, şairimiz, sanatkârımız Necip Fazıl'dır.

Onun "vasıta sistem" olarak nitelendirdiği "Büyük Doğu İdeolocyası"nı nasıl değerlendiriyorsunuz?

"Büyük Doğu'yu çok severim ve ondan çok istifade ettiğimi belirtmek isterim. "Ve hakikaten Necip Fazıl, bizim fikir babamızdır. B.D mektebi de davaya giden yoldur. B.D davanın adı değildir. Davanın adı İslâm'dır. O, bizi davaya götüren merhalelerden biridir. Kök olarak B.D mektebinden yetişmişizdir. B.D'nin de davasının ne olduğunu bilerek Büyük Doğu'cu olmak gerekir. Ve ben, bu konuda Necip Fazılı tavizsiz bir Üstad olarak bilirim. Fikirlerinin bugünkü Türk gençliğine büyük tesiri olacağına inanıyorum.

Ben kendi adıma söyleyeyim, Büyük Doğu'nun davasının ne olduğunu bilerek Büyük Doğucu'yum. İslam aleminin 20. yüzyılda yetiştirdiği ender dahilerinden biri Necip Fazıl'dır. Hatta diyebilirim ki, Türkiye'nin tek Nobel adayı odur... ama hiçbir zaman alamayacak olan da yine odur.

Teşekkür ederim...

Tavır Dergisi, 2. Sayı, II. Dönem, Mayıs 1987