İktisatçıların Tutarsızlığı: Faiz Hilesi isimli kitabınız çıktı. Kitabınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?

Bu kitabın ana çıkış noktası Bakara suresinin 275. ayeti. Bu ayetin muazzamlığına, ona duyduğum hayranlığın bir nevi tezahürü oldu bu kitap. Allah, koca bir Batı iktisadını bu ayetle resmen kuşatıyor, idrakini kolaylaştırıp önümüze seriyor. Tek bir ayetin zihinlerde ne gibi kapılar açılabileceğini gösteriyor. Tabii burada Servet Bayındır başta olmak üzere tüm hocalarıma borçlu olduğumu ifade etmek isterim. Servet Hoca, öncelikle bu ayetin önemini ortaya koyarak, hatta bunun üzerine birçok makale kaleme alarak dikkatimi çekti. Bizim çalışmamız da bir anlamda hocanın faizin tanımı üzerine yazdığı makalelerin bir şerhi gibi de düşünülebilir.

Bu ayet, Batı ekonomisinin teorilerinin üzerine atılmış Hazret-i Musa'nın asası gibi... Tıpkı Hazret-i Musa'nın asasının sihirbazların yılanlarını yuttuğu gibi, bu ayetle de iktisatçıların teorilerinin hepsi kuşatılıyor ve sahtekarlıkları ortaya çıkıyor. Onlar hâlâ faize kira, paranın kirası, fiyatı gibi bir sürü tanım uyduruyorlar. Bizim gösterdiğimiz şey ise bu tanımların hepsinin bir sihir, bir aldatmaca olduğu. Zaten ayetin başındaki ifadeler de aldatma ustasıyla işbirliklerine işaret ediyor. Ayetin mealinde “Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, ‘Alım satım da ancak faiz gibidir’ demeleridir. Hâlbuki Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişteki kendisinindir, durumunun takdiri Allah’a aittir. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar, orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir.” buyuruluyor.

Bunlar sarsıcı, dikkat çekici ifadeler. Ben hayretler içindeyim. Bu ayet olmasa, bu ayetin aydınlığı olmasa işin mahiyetini fark edemeyebilirdik veya fark etsek de çok geç olabilir, o sırada çok daha fazla insan zulme uğrayabilirdi. Şu an iktisat çalışmalarının çoğunda biz Batı'yı taklit ediyoruz. Bence bu kitapla ciddi bir üretim gerçekleşti. Benim esas isteğim de buydu zaten. Bir ayetten veya Allah Resulü’nün tek bir hadisinden yola çıkıldığında bile fikir dünyasında ne kapılar açılabildiğini göstermek istedim.

Özellikle eserin dördüncü bölümüne okuyucularımızın, bilhassa da iktisatçıların dikkatini çekmek isterim. Aslında eser dördüncü bölüm için yazıldı, hatta bu eser sadece bu bölümden oluşabilirdi. Bir ara niyetim de sadece o dördüncü bölümü yazıp bir risale şeklinde çıkarmaktı. Ama daha sonra “şunu da ekleyelim, bunu da ekleyelim, okuyucuya bütün fikri verelim, bütünün içindeki yerini gösterelim” derken böyle bir eser meydana geldi. Sadece faizden kurtulmak veya faizi atmak, yok etmek için değil, bütün bir fikri görmelerini istedik. O yüzden zekâta da namaza da oruca da temas ettik. Bütün bir sistemin içinde bunun nasıl işleyebileceğini göstermeye çalıştık.

Tabii ki bu çok önemli. Bizim bir sistem teklif etmemiz gerekiyor. Sadece faizsiz bir sistem değil, genel olarak bir hayat sistemi, bir yaşam sistemi, bir dünya görüşü içinde bunu teklif etmemiz lazım. Yoksa sadece faizi kaldırdık diye bir şey yok. Salih Mirzabeyoğlu'nun söylediği gibi “Kaldırırsan ertesi gün kendin getirirsin”. Nitekim öyle oldu. Faizler “düşürüldü, düşürüldü”, sonra ne oldu? Tekrar çıkarmak zorunda kalındı. Zaten mesele faizi indirmek, çıkarmak, azaltmak da değil. Faizi toptan ortadan kaldırmak gerekiyor. Ama bunun da belli şartları var. Buna göre bir toplum, buna göre bir dünya görüşü gerek... Toplumun her yönden buna hazır olması gerek. Bir şeyin teklif edilmesi, bunun belirtilmesi, tatbik etmeye hazır bir toplum, daha doğrusu topluluk veya topluluklar olması önemli.

Dördüncü bölümde, sosyal iktidardaki kişilerin faiz konusunda nasıl bir tavır sergilediklerini, nasıl bir oyun oynadıklarını ele alıyoruz. Bakara suresi 275. ayet bunu söylüyor. Ayette "bey'" kelimesi geçiyor. Bu kelime fıkıhta geniş anlamıyla üç-dört tane temel iktisadi işlemi belirtiyor. Bunlar, farklı cins malların mübadele edildiği, menfaat sağlayan, yani "ivazlı" dediğimiz türden işlemler. Bu işlemler sayesinde servetimizi artırıyoruz, menfaat sağlıyoruz karşılıklı. Mesela kira işlemi yapıyoruz, burada iki farklı şey mübadele ediliyor. Kıymeti bir malın kullanımı, menfaati belli bir para karşılığında satılıyor. İki farklı cins şey mübadele ediliyor... Alım satım, mutlak bey' (satış) denilen ise “Elma verdim, armut aldım” gibi farklı cins malların mübadele edildiği bir işlem. Ya da “üç liraya elma aldım, sonra gittim beş liraya sattım, bundan iki lira kâr elde ettim” gibi. İki zincir işlem sonucu kâr var. Her iki işlemde de farklı cins mallar mübadele ediliyor. Kambiyo/sarf da aynı şekilde. Kambiyoda da farklı cins para birimleri değiştiriliyor. Bunu yapanlar, zincir işlemlerle, iki farklı hamle yaparak kâr elde ediyorlar, bu işlemi para kazanmak, servet artırmak için kullanıyorlar. Yani "bey'" genel olarak bu dört farklı mübadeleyi içine alan geniş bir kavram aslında. İşte bu dediğim dört ana işlem: kira, hizmet (ki eskiden bunlar "icare" diye tek bir işlem olarak geçiyordu), alım satım (ya da mutlak satış) ve sarf /kambiyo dediğimiz işlem.

Bizim bu kitapta yaptığımız önemli şey şu: 19. yüzyılda yaşamış, Avusturya Maliye Bakanlığı da yapmış önemli bir iktisatçı olan Böhm-Bawerk, Batı'da bu çalışmayı yapan tek kişi diyebilirim. Kendi zamanına kadar, yani 19. yüzyılın sonuna kadar Batı'da ortaya çıkmış bütün faiz teorilerini tasnif ediyor. Ardından da hepsini reddedip kendi faiz teorisini ortaya koyuyor. Bawerk'in 1884'te yazdığı "Capital and Interest/Sermaye ve Faiz" kitabındaki tasnif var ya... İşte bizim bu kitapta yaptığımız da bu. Okuyucunun mutlaka fark etmesi gereken şey, Böhm-Bawerk'in yaptığı gibi kitabımızda yaptığımız tasnif denemesi. Irving Fisher'ın da bir tasnifi var daha sonraları ama o, Böhm-Bawerk'in devamı gibi. Orada tasnif açısından çok da yeni bir şey ortaya koyduğunu söyleyemem.

İkinci önemli nokta ise, bizim tasnifimizin Bawerk'in tasnifinden çok daha üstün bir tasnif olması. Çünkü kendi içinde tutarlı, bütüncül ve kuşatıcı bir tasnif. Bawerk tasnif ederken kendi kendine kavramlar üretiyor. “Bunlar üretkenlik teorileri, bunlar sömürü teorileri” diye onları gruplandırıyor. Ama tasnifin maddeleri arasında, sınıflar arasında bir tutarlılık, bir bütünlük yok.

Bizde ise tasnifin tüm maddeleri "bey'" üst kavramında birleşiyor. Tasnifin üst başlığı "bey'" altında yani dört tane temel işlem var: kira, sarf, hizmet, mutlak satış. Bunlar kendi içinde "bey'" üst kavramına bağlanıyor. Dört madde altında tasnif ediyoruz ve tam bir bütünlük var. Bizim ondan sonraki yaptığımız, Bawerk'in de ötesine geçen şey ise şu: Hepsini bu dört maddenin üzerinden sınıflandırdıktan sonra ise bu sefer de “hile” kavramına başvuruyoruz. Onların tutarsızlığını, yanlışlığını gösteriyoruz. Yani “bunların hepsi faiz hilesi yapıyor” diyoruz. Bu anlamda tek bir kavram üzerinden hepsinin ortak hatasını gösteriyor, reddediyor, yanlışlıyoruz. Şahsen, bu bana müthiş bir estetik zevk de veriyor. Kendim bu çalışmayla hemhal olduğumdan herhalde böyle. Bawerk’teki tasnif, reddiyeler ile karşılaştırınca bizim çalışmadaki bütünlük, ahenk, tutarlılık, kuşatıcılık âdeta mest ediyor. Elbette bu güzellik tamamen Kur’an’ın nurundan. Biz ise sadece okuyoruz bunu ve elimizden geldiğince ifade etmeye çabalıyoruz. Buradaki hile kavramı kritik. Meşru bir işlemi kullanarak gayrimeşru sonuçlara ulaşıyorlar. Hile yaptıkları nokta bu.

Biz “tutarsızlık” dediğimizde de bunu mu kastediyoruz?

Evet. “Tutarsızlık” dediğimiz şeyi, İmam Gazali'ye atıfta bulunarak söylüyoruz. İmam Gazali, o dönemin filozoflarını eleştirirken, onların tutarsızlıklarını gösterirken “şu noktada delilleri yetersiz, şu noktada hile/telbis yapıyorlar” diyerek onları kategorize ediyordu. Biz de buradan ilhamla iktisatçıların en azından faiz teorilerinde bir aldatmaca olduğunu söylüyoruz... “Tutarsızlık” orada birebir “faiz hilesi”ne denk geliyor. Çünkü mesela faize “kira işlemi” diyorlar. “Faiz, paranın kirasıdır” diyorlar. Bu bir hile... Neden hile olduğunu kitapta açıkladık.

Bizim kitabın bir diğer güzel özelliği, bunu ta Yahudiliğe kadar götürerek, tarihsel gelişimini de ortaya koyuyor olmamız. Faizde hile mantığı şu şekilde işliyor: Krediden para kazanmak, yani faiz, yasak. O halde şöyle diyorlar: Kazançlarının kaynağı olarak, az önce bahsettiğim, gelir elde edilmesi meşru olan dört işlemi gösterirsek faizi hem saklarız hem de kazancımızı meşru gösteririz. Mesela Yahudiler faiz yasak olunca ne yapıyorlar? –Zaten Yahudilerin hileleri meşhurdur– Cumartesi yasağını delmek için hileler uyduruyorlar. Sözde cuma günü oltayı, ağları atıyorlar, pazar günü topluyorlar. E ne oldu? Biz cumartesi günü yasağa uymuş olduk! Faiz için de tarihte Yahudiler olsun Hıristiyanlar olsun hatta Müslümanlar arasında da faiz işlemlerinde hileye başvurulduğunu görüyoruz sahada. Sözde ticaret, alım satım işlemi yapılıyor ama aslında gelirin kaynağı kredi/borç. Krediden para kazanıyorlar, kredi sektöründe, kredi işindeler ama sorsan, dışarıdan ticaret yapıyormuş gibi gösteriyorlar. Batılı'nın kurnazlığı ise sahada çoklu sözleşmeler yoluyla gerçekleşen faiz hilesi mantığını teoriye taşıyor ve konvansiyonel iktisatla beraber 18. yüzyıldan itibaren faiz teorileri adı altında bu hileyi yapmayı devam ettiriyor. Dolayısıyla kitabımızın orijinalliği de yine burada. Sadece tarihten birkaç noktayı paylaşmıyoruz, burada ta Yahudiliğe kadar izini sürerek günümüze kadar meselenin sürekliliğini gösteriyoruz ve en sonda da modern iktisatçıların faiz tanımlarını böyle bir tasnife tabi tutarak ipliklerini pazara çıkarmış, "kral çıplak" demiş oluyoruz.

Kitabınızda faizi detaylıca işliyor, zararını ve yıkımını ele alıyorsunuz. Hatta faiz hilesi mantığının kökeni olarak da Yahudiliği gösteriyorsunuz. Faizin nasıl bir sömürü düzeni olduğunu ve alternatifini anlatabilir misiniz?

Faizi incelerken genellikle iki farklı yaklaşım kullanılıyor. Birincisi Sabri Orman’ın da meseleye yaklaşırken işaret ettiği ve sorunlu gördüğü mikro yaklaşım. Mikro yaklaşımın en büyük hatası, faizi sanki sadece iki kişinin arasında cereyan eden bir olaymış gibi göstermesi. Sonra da “Alan memnun, satan memnun. Herkes memnun. Ne karışıyorsunuz?” diyorlar. Bu, zinaya yaklaşımda da aynı. “İkisi de memnun. Alan da memnun, veren de memnun.” diyorlar. Mikro analiz bizi hatalara götürüyor.

Mesela faiz argümanlarımızdan biri şudur: Faiz büyük bir zulümdür, adaletsizliktir. Peki, kime zulüm? Fakire zulüm mesela, değil mi? Yoksulun durumunu daha da kötüleştiriyor. Ama bugünkü düzene baktığımızda, faiz alanların, faizli kredi alanların çoğu zengin insanlar. Bankalar fakir insana kredi vermez. Faizi, krediyi en fazla kim alıyor? Zengin iş adamları, zengin şirketler, büyük bankalar alıyor. Çünkü teminat gösterebiliyorlar. Arsaları, malları, zenginlikleri var. Tabii ki bunlar alıyor esas krediyi ve bunlar semiriyor. Tekelleşme bu şekilde tek bir işlemle başlıyor ama bu bir süreç ve bütüncül bir şey. O zaman “Faiz yoksulu eziyor.” argümanı çöküyor mu? Evet, bu mikro planda bakışın getirdiği bir hata. Bugün dünyanın en büyük borçlu ülkesi hangisi? ABD. Amerika, dünyayı sömürüyor. Peki, nasıl sömürüyor? Borç vererek mi? Hayır, o bitti. Borç alarak sömürüyor dünyayı. Amerikan Merkez Bankası'nın bonolarını, Amerikan tahvillerini, Almanya, Japonya, Çin, Suudiler alıyor. Bu ne demek? Düşük faizle Amerika'yı fonluyorlar demek. Bizim Merkez Bankası’nın da bono tutması, Amerikan tahvili veya dolar tutması demek; Amerika'yı düşük maliyetle fonluyoruz demek. Şimdi ne oldu? Amerika'ya düşük faizle kredi verdik. Bütün dünya veriyor. Şimdi Amerika'ya zulüm mü ediliyor yani? Tam tersi! Amerika bunun üzerinden insanlığı sömürüyor şu anda. Savaşlarını, zulümlerini bu şekilde finanse ediyor. Bu düşük faizli kredileri alarak, bütün dünyadan toplayarak veya bazı ülkeleri buna mecbur bırakarak... Özellikle II. Dünya Savaşı'nın mağlupları olan Japonya'yı, Almanya'yı... En çok fonlayanlar onlar Amerika'yı.

Yani mikro analiz üzerinden adalet kavramına başvurarak faizi yoksulun sömürüldüğü bir işlem olarak görmek yanlış. Doğru, faiz yoksulun durumunu daha da kötüleştiriyor ama tek bir işlemle değil makro planda yapıyor bunu asıl olarak. Dolayısıyla faizi makro planda ele almamız gerekiyor. Sadece iki kişi arasında kalmıyor bu, bütün bir topluma sirayet ediyor. Faizi tek bir işlem üzerinden değil, sistem üzerinden çalışmak, tek bir faizli işlemle açılan makro planda ne gibi yıkımlara yol açtığını göstermek gerekir. Mesela 2008 konut krizinde bu çok net bir şekilde görüldü. Banka ve ev almak isteyen kişi arasındaki faiz sözleşmesi öylesine yayıldı, paketlendi, satıldı, sonra tekrar paketlendi tekrar satıldı ki sonunda koca bir sistem insanlığın üzerine çöktü âdeta. Enkaz altında kaldı sayısız insan, bunların kimi evsiz, kimi işsiz kaldı, kimi ailesinden, çoluğundan çocuğundan oldu, kimisi ise aklından. Ve faiz sadece ekonomik açıdan sirayet etmiyor; psikolojik, felsefi, dinî her açıdan...

Adam senden 100 lira borç alıyor, 120 lira istiyor. O 20 liraya karşılık üretilmiş bir değer yok. O zaman ne olacak? Bunlar her seferinde kazanacaklar matematiksel olarak. Ticari ortaklık böyle mi? Değil. Adam 100 lira koyuyor, belki hepsini kaybedecek, zarar edecek. Ama faizci borç verdiği zarar etse de kazanıyor. Dolayısıyla üretimin büyümesiyle faizli borcun büyüme oranı farklı oluyor. Borç her zaman için üretimin hızından daha hızlı büyüyor. Üretim borcun büyüme hızına yetişemediği için her geçen gün faizci tayfalar üretimden daha fazla pay almaya başlıyorlar. Her seferinde faizle şişen borçların patlamasıyla servet dağılımı tepeye doğru daralıyor, orta sınıf aşağıya dibe doğru çöküyor, piramit bir yapı oluşuyor. Onlar faizli işlemlerden, kumarvari işlemlerden haksız kazanç elde ettikçe, çalışanların emeğinin daha fazlası oraya gidiyor. Zaten işi iyice kumara döndürmüşler. Dolayısıyla paralar, sermayeler reel üretim yerine faiz üzerinden yapılan bu oyunlara akıyor. Türev piyasası mesela korkunç düzeyde büyüklüğü. Bu piyasada da en önemli sözde yatırım aracı yine faiz. Dolayısıyla üretim de yeterince olmuyor. Potansiyelden çok uzak. O zaman ne oluyor? Biz daha fazla çalışmak zorunda kalıyoruz. Gün geçtikçe ekonomik olarak daralıyoruz. Toplumun ekonomisi daralıyor. O yüzden artık bir iş yetmiyor, iki iş gerekiyor, iki iş yetmiyor, üç iş gerekiyor. Herkes bu yüzden borçlu. Artık ev alamıyoruz, araba alamıyoruz. Gün geçtikçe, finans bölümünün, faizci tayfanın aldığı pay fazlalaştığı için insanlığın payı küçülüyor, daralıyor. Aile dengeleri bozuluyor. Kavvam olan erkek tek başına ailesine yetmiyor. Zaten Kur'an da bunu söylüyor. “Allah sadakayı, zekâtı bereketlendirir.” Yani o ekonomileri büyütür, genişletir. Faize dayalı ekonomiyi ise daraltır. Biz şu anda bu daralmayı yaşıyoruz. Bu daralma da tamamen faizin, işlemin doğasından kaynaklanıyor. Biz bunun önüne geçmez, çıkmazsak bu gayya kuyusundan sonumuz köleliktir, başka bir şey değil. O yüzden bu bir özgürlük savaşıdır.

Bizim buna alternatif olarak sunduğumuz şey ise ortaklık modeli. Tarihte Müslümanlar da zaten faizin alternatifi olarak ortaklık modellerini kullanmışlar. Mudarebe, müşâreke gibi... Batı'nın anonim şirket dediğimiz yapısı da zaten buralardan yola çıkılarak, kooperasyon dediğimiz o büyük şirket mantığı da bizim mudarebe, müşârekeye dayanarak geliştirilmiş. Onlar da bunu alıp başka türlü ortaklık modelleri olarak getirmişler.

Tabii ki biz bu mudarebe, müşârekeyle de kalmayacağız. Çok sayıda farklı ortaklık modeli geliştirebiliriz. Ama buradaki prensip belli: Kardeşçe yaşamak. Sabri Orman Hoca'nın söylediği gibi, “Ortaklık, kardeşliğin iktisadi hayattaki tezahürüdür.” Kazanıyorsak beraber kazanalım, kaybediyorsak beraber kaybedelim. Dolayısıyla burada kardeşçe bir durum ortaya çıkıyor.

Bugün insanlar “Mevduata yatır paranı, çünkü yüksek faiz veriyor.” diyorlar. Bu tuzak, o yüksek faiz her zaman için enflasyonun altında kalacak, senin de paran eriyecek. Halbuki, bir sürü ortaklık modeli var. Borsa var, en kötü haliyle. Tabii ki borsa şu anki haliyle ideal bir sistem değil ama vadeli mevduattan da iyidir. Öte yandan sadece borsa yok ki. Bizim kitapta da bahsettiğimiz gibi bugün kitle fonlamasından tutun, melek yatırımcılığa, girişim sermayesine kadar... Türib var mesela, git oradan buğday al, mercimek al, arpa al... Hem de gerçek buğday, gerçek mısır. Yani birçok şey yapabilirsin. Demek ki sadece faize mahkûm değiliz paramızı korumak için. Özellikle bu kitle fonlamaları denen şey, küçük bir sermayen olsa da seni ortak yapabiliyor. Ve faizden çok daha büyük kârlar elde edebiliyoruz. Zaten Batılı sermayedarlar asıl olarak kazandıkları yerler buralar, melek yatırımcılıktan, girişim sermayesinden kazanıyorlar hem de muazzam rakamlar.

Böylesi imkânlar varken insanların sürekli faize yönlendirilmesi başlı başına ahlaki bir problem değil mi?

Hem ahlaki problem hem de bilgi eksikliği. İnsanlar zannediyor ki bankanın verdiği faiz, mesela bugün yüzde elli diyelim, kendisine kazandıracak. Halbuki bankanın mevduata verdiği faiz enflasyonun altında kalır. Yani sizin paranız faize koyduğunuz müddetçe erir. Paranız rakamsal olarak büyüyor gözükse de alım gücünüz her geçen gün düşer. Siz faiz oranlarına aldanır, evinizi falan satar, "ben bunun aylık faiz ödemeleriyle gül gibi geçinirim" dersiniz, sonra aradan 3-4 yıl geçer, bir bakarsınız ki sözde o büyümüş, artmış paranızla o eski sattığınız evin yarısını bile alamıyorsunuz. İşte faiz böyle bir tuzak.

Bugün insanlara, topluma bu konuda eğitim vermek gerekiyor. Kitle fonlaması platformları var, şakır şakır çalışıyorlar. Melek yatırımcılık var, girişim sermayesi var. Borsa var. Hiçbir şey bilmiyorsan bile, gidersin bir kuruma “Ben bilmiyorum ama benim için bir portföye yatırım yapın, siz uzmansınız. Fazla risk almak istemiyorum.” dersin. Onlar da sana bir portföy oluştururlar, birkaç şirketi sepetine koyarlar. Şirkete ortak olursun, kârına ortak olursun. En kötü ihtimalle bu. Tabii ki borsanın bugünkü halinde birçok sıkıntı var, o ayrı bir konu. Ama bunları yapabilirsin, ortaklık sistemleri açık.

Bunu tarihte geliştirenler de zaten Müslümanlar. Mesela Abraham Udovitch'in “Ortaklık ve Kar” isimli, Albaraka Yayınları'ndan Türkçeye de çevrilen bir kitabı var. Okuyanlar görecek ki Udovitch de bunu kabul ediyor: “Batı ortaklığı Müslümanlardan öğrendi ve geliştirdi.” diyor.

Şimdi bizim yapmamız gereken, Batı'ya sunduğumuz bu sistemi tekrar kendimiz için uyandırmak. Çağımıza uygun, çağımızın teknolojilerini de kullanarak yeni ortaklık modelleri ortaya koymak. Bu kadar basit.

Bugün insanlar neden hâlâ mevduata para yatırıyor?

Bu çok büyük bir yanlışlık. Devlet de denedi bu arada ama yeterince eğitim vermedi, topluma dönük bir eğitim vermedi. Belki bir cuma hutbesinde bunu anlatabilirlerdi. "Ey Müslümanlar! Mevduata, faize para yatırmayın!" diye. Ama sonra kendisiyle çelişir. Onun da sonuçta bankaları var, mevduata faiz veren. Ama kanaatimce faize karşı savaşta en önemli eylemlerden biri vadeli mevduatlardan tamamen kurtulmak, parayı ortaklık sistemlerine yönlendirmek olacak. Bu arada vadeli mevduattan çıkıp da yok dolara, yok euroya yatırım falan da olmaz. Bir hocamın dediği gibi tüm paralar yeryüzünde batıyorlar, ama batış hızlarındaki farklılıktan dolayı biri diğerine göre yükseliyor gibi gözüküyor. Yani dolar da batıyor, euro da, hepsi batıyor, faize dayalı para sistemi parayı da çabucak batırır.

TOKİ'den ev alırken bile faizi bir ihtiyaç hâline getiriyorlar.

Evet, insanlar buna ihtiyaç duyuyor ama belki de bu konuda daha çok çaba sarf etmek gerekiyor. İnsanların uyanması lazım! Ev kredisi, konut kredisi... Bunları nasıl halledeceğiz? Onlar için de çözümler var. Ama öncelikle bir vadeli mevduattan kurtulmak lazım. Mevduata para koymaya gerek yok. Orada en azından kurtulma şansımız var hızlı bir şekilde. Mesela kredi kartı kullanımını hızlı bir şekilde tamamen ortadan kaldırmak daha zor, çünkü şu anki enflasyon ortamında insanların ay sonunu getirmesi çok zor bir hâle geldi. Orada mecburen bazıları kredi kartı kullanmak zorunda kalabiliyor, anlayabiliyorum. Elbette kredi kartından önce karzı hasen imkânları, konu komşu, yakınlardan faizsiz borç alınabilir, bu imkânlar denenebilir. Asıl anlayamadığım ise parası olmasına rağmen kredi kartı kullananlar. Bu da bilgisizlik. Boşu boşuna faize giriyor. Kitapta açıkladık, kredi kartının tüm borcunu zamanında ödesen bile faize girmiş oluyorsun zira faiz bir sözleşme, sadece anaparanın üzerindeki bir fazlalık değil. Kredi kartı sözleşmesinde de yazıyor, faiz işleyeceği, bitti tamam, bu bir faiz sözleşmesidir artık. İşte en kötü banka kartı kullanalım, var olanı harcayalım, kredi kartından da tamamen kurtulmak için savaşalım. Bu da vadeli mevduatın yanısıra ikinci cephemiz olsun savaşın.

Yahudi'nin nüfusu az. Peki, nasıl bu kadar etkili oluyorlar? Başka insanları Yahudileştirerek. Yahudi kimliğinin en önemli özelliği ne? Faizcilik! Bizim hepimizi mevduata para yatırtarak ne yapıyor? Bütün toplumu faizci yapıyor, kendine benzetiyor. Belki dıştan Türk, Kürt, Çerkez gibi görünüyoruz ama mevduata para yatırıp faiz geliriyle geçinmeye başlıyoruz. Bizim mevduata koyduğumuz para bir emanet değil, bir borç. Bu bir borç işlemi. Ne kadar tartışılırsa tartışılsın, günün sonunda sen bankaya borç vermiş oluyorsun. Banka da sana faiz veriyor. Sonra da o parayı alıp başkasına daha yüksek faizle satıyor, kredi ticareti yapıyor. Ama bunu başlatan sensin.

Kitabınızda faizi "iktisadî şirk" olarak nitelendiriyorsunuz. Bir de faizin homoseksüellikle bağlantısına değiniyorsunuz. Faiz, putperestlikle nasıl bir paralellik gösteriyor?

Allah, farklı cins mallar arasında bir mübadele ile, yani ticaret ile, alışveriş ile servet artırmaya, büyümeye izin veriyor. Ama aynı cins mallar arasında bir işlemle, mübadele ile servetini büyütemezsin diyor. Karz verirsin, 100 altın verirsin 100 altın geri alırsın. Burada bir ivaz, bir menfaat elde edemezsin. Servetini bu yolda büyütemezsin. Çünkü bunlar aynı cins mallar arası bir mübadele. Ama farklı cins mallarla ne yapıyorsun? Elmayı 5 liraya alıyorsun, 7 liraya satıyorsun. Burada iki farklı işlem var değil mi? Farklı cins malların değiştirildiği iki işlem. Bunun sonunda da kâr ediyorsun.

Faiz ne yapıyor peki? İki farklı işlemden değil, tek işlemden kazanç sağlıyor. 10'u 12 yapıyor. İşte faizin doğası bu. Aynı cins mallar arasındaki mübadele ile büyüme, serveti büyütme işlemi... Faizcilik böyle bir sözleşme.

Bu sözleşmenin doğasına baktığımızda, aslında faizin doğasına sahip başka işlemler olduğunu da görüyoruz. Mesela ensest bunlardan biri. Ensest nedir? Aynı çekirdek aile bireyleri arasında kurulan cinsel ilişkidir. Ensest ilişki yoluyla nüfus büyütülebilir. Allah ne diyor peki? “Farklı çekirdek aile bireyleri arasında evliliği kurun, o şekilde nüfus artsın.” Aynı çekirdek aile içinde değil, farklı çekirdek aileler arasında... Bakın dikkat edin, "aynı" ve "farklı" kelimeleri önemli burada. Bugün ekonomik büyüme dediğimiz şey de dünyada daha çok iktisadî bir ensest ilişkiyle büyümedir. Şimdi ensestle nüfusunu artıran bir toplum sağlıklı mıdır? Değildir elbette, işte ekonominin durumu da dünyada böyle.

Ensestte ne oluyor? Aynı çekirdek aile arasındaki ilişkiyle nüfus büyütülüyor. Faiz de aynı. Aynı cins mallar arasındaki ilişkiyle serveti büyütüyor. O yüzden biz ne diyoruz? "Faiz, iktisadî bir ensesttir." Homoseksüellik de keza aynı şekilde. Aynı cinsiyetler arası bir cinsel ilişkiyle nemalanma, menfaat sağlama var. Faiz de aynı şekilde. Aynı cins mallar... Homoseksüellik de aynı cinsiyetler... Ama Allah farklı cinsiyetler arasında olmasını istiyor. Tıpkı ticarette olduğu gibi... Ticarette farklı mallar arasında mübadele ile bu işi yapıyoruz. Elmalar armutla, dolar Türk lirasıyla değişiyor. Farklı mallar arası mübadeleyle servet büyümesi sağlanıyor.

Hatta ben faiz için "iktisadî bir yamyamlık" da dedim. Çünkü Allah farklı cinsten yememizi söylüyor. "Danayı yiyin, kuzuyu yiyin." diyor. Ama yamyamlıkta ne yapıyorsun? Aynı cinsi yiyorsun, insan insanı yiyor mesela. Farklı olmak, aynı olmak... İşte mesele bu. Hâlık’taki ilke teklikse, mahluktaki ilke çeşitliliktir, çokluktur.

Şirk'e gelirsek... Şirk de aynı şekilde işliyor. Tevhid nedir? Bir Hâlık var, bir de mahluk var. Hâlık tek, mahluk çok. Ve Hâlık farklı bir varlık kategorisi. Bu iki farklı varlık kategorisi arasındaki ilişkiyle manevî bir bağ kuruluyor, biz buna ibadet diyoruz. Tevhidde böyle, farklı varlıklar... Biz sadece Hâlık'a, Allah'a tapıyoruz, Allah'a inanıyoruz. Ve bu yoldan bir menfaat sağlıyoruz. Ama şirkte ne yapıyorlar? Atalarına tapıyorlar, putlara tapıyorlar. O da bir insan, aynı varlık kategorisinde. İkisi de mahluk. Mahluk mahluka tapıyor. Yani yine aynı varlık kategorisi içinde kalıyor. Ölmüş atası oluyor bu bazen, bazen bir hayvan oluyor, bazen kurt, kuzu... Put oluyor, o anki bir lider oluyor vesaire... Ama hepsinde ortak olan nokta ne? Hepsi mahluk. Mahlukla mahluk arasında, yani aynı cins, aynı varlık kategorileri arasında bir ilişki kuruluyor. Ve bu şirk ilişkisi yoluyla bir menfaat elde etmeye, servet-güç-iktidar-izzet-itibar artık neyse büyütülmeye çalışılıyor. Faizin de iktisadî bir şirk olduğunu bu şekilde görebiliriz. Ben de bunu ilk fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Faiz, doğası gereği mikro planda kalmıyor, çok daha tehlikeli, pis bir doğası var. Her yere yayılıyor. Kendi içinde kalmıyor o pislik, bütün bir dünya görüşünü şekillendiriyor. Bunu anlatmaya çalışıyorum.

Kur'an'da faiz için "yemek" fiili kullanılıyor. "Ne yerseniz osunuz." diye meşhur bir söz vardır. Yediklerimiz bizim bünyemizi, doğamızı, mizacımızı etkiliyor. Faiz yemek de bizim toplum olarak, insanlık olarak bütün bünyemizi, mizacımızı, dünya görüşümüzü, inancımızı, psikolojimizi şekillendiriyor. Kur'an'ın faizi "yemek" ile ifade etmesi çok önemli. Domuz yersen domuz gibi olursun. Dolayısıyla yediğin şey senin kişiliğini, karakterini etkiliyor. Faiz ise bizim bütün karakterimizi, ahlakımızı, dünya görüşümüzü etkiliyor. O yüzden de faiz, Allah'a ve Resul'üne karşı bir savaş olarak görünüyor. Tabii daha derinlemesine analizleri, özellikle ölüm korkusuyla, ölümle, zekâtla ilişkisini vs. kitabın 7. bölümünde okuyabilirsiniz.

Faiz ve zekât karşılaştırması yapıyorsunuz. Zekâtın bereketi artırdığı ve yeni keşiflere vesile olduğunu söylüyorsunuz. Zekâtın toplumsal adaleti sağlama ve gelir dağılımını düzenleme konusunda ne gibi somut örnekler verebilirsiniz?

Kitapta faizin tekelciliğe yol açtığını, zenginler arasında dönen bir kısır döngü oluşturduğunu belirtiyorum. Tekelcilikte ise piyasada sahte bir çeşitlilik oluyor. Birçok farklı marka, ambalaj görüyorsunuz ama aslında hepsinin arkasında aynı şirketler var.

Zekât ise tam tersine, sermayesi olmayan ancak yetenekli, çalışkan ve ahlaklı girişimcilere bir nevi sermaye imkânı sağlayarak piyasaya girişlerini kolaylaştırır. Zekât, bir tür mikro kredi veya girişim sermayesi gibi işlev görebilir. Ne kadar çok küçük ve orta ölçekli girişimci piyasaya girerse o kadar iyi. Bu sayede hem rekabet artar hem de ürün çeşitliliği. Zekât, zenginin malından alıp yoksulu güçlendirerek, onu da zekât verecek konuma getirmeyi amaçlar. Amaç, mümkün olduğunca çok girişimci oluşturarak herkesin pastadan pay almasını sağlamaktır. Böylece 100 kişi yerine binlerce, milyonlarca insan kazanç sağlayabilir.

Zekât sistemi, rekabet ortamının oluşmasına katkı sağlar. Faiz ise rekabetin tam tersidir. Kapitalizm rekabeti istemez. Hatta ben bunu kitapta erkek homoseksüelliğine benzettim. Nasıl Firavun iktidar tekelini korumak için erkek çocuklarının ölmesini istiyorsa, emperyalist sistem de rekabeti ve tabii ki doğası gereği rekabetçi, atılgan olan erkeği istemiyor. Çünkü erkeklik risk almaktır, cesarettir, hırçınlıktır. Onlar ise bu özelliklerden ürküyor. Erkeği kadınlaştırmaya çalışıyor, erkekteki erkeklik eksikliğini de kadını erkekleştirerek kapatıyor, böyle bir dengesizlik yani. Homoseksüel erkeğin erkek ortamlarından ürküp çekindiği ve bu ortamlara cinsellik yoluyla girmeye çalıştığı gibi, faizci de ürktüğü erkeksi ticaret ortamına işte faiz hileleriyle giriyormuş gibi yapıyor. Ticaret yapıyormuş gibi gözükmeye çalışıyor. Bu yüzden erkeklerin memur veya bir şirkette çalışan olmasını, yani girişimci erkek modelinin ölmesini istiyorlar. Peki, bunu nasıl yapıyorlar? Bilgisayar oyunlarıyla, futbol maçlarıyla, porno ile... Bunların hepsinin arkasında da aynı zihniyet var. Bizim yapmamız gereken ise tam tersi. Yeni nesli ticarete, risk almaya, girişimciliğe yönlendirmeliyiz. Peygamber Efendimiz de "Rızkın onda dokuzu ticarettedir." buyuruyor, malum.

Anne babalara da burada çok iş düşüyor. Çocuklarına "Korkma oğlum, biz arkandayız, dene, yanıl, tekrar dene." diyebilmeliler. "Git bir yere memur ol, maaşını al, sesini çıkarma." dememeliler.

Girişimci sayımız arttıkça, faizli sistemden ortaklık sistemine geçtikçe bu sorunlar da ortadan kalkacak inşallah.

Toplumumuzda maalesef üretim merakı azaldı. İnsanlara kısa yoldan para kazanma yolları gösterildi ve şimdi herkes bu yolları zorluyor. Sürekli para konuşulur oldu, insanın tek derdi para olmuş gibi.

Bunun temel sebebi faizin doğasında var. Faiz, insanlara parayı kaybetme korkusu aşılıyor. Sürekli kazanma hırsı, kaybetme korkusu... Hâlbuki hayatta sadece kazanmak yok, kaybetmek de var. Kaybetmenin de bir tadı var, onu da yaşamak lazım, hayata biraz da kaybetmeye geldik, bunun tadını almaya geldik. Ki kârı var eden zarardır, risktir. Risk var diye kâr vardır. Dolayısıyla kârı da ancak riske katlanacak kadar cesur olanlar elde edebilir. Faiz, ölüme karşı bir başkaldırıdır aslında. Faizci, parasının ölmesini istemiyor, sürekli artsın, çoğalsın istiyor. Ticarette ise böyle değil. Tüccar "Param kaybedebilir." diyor, bunu göze alıyor. Kazanmayı da biliyor kaybetmeyi de.

Ölüm karşıtlığı ise hayata karşı bir tavır aslında. "Ölümden sonra yokmuş gibi yaşa." mantığı, dünyaya ölümü getiriyor. Savaşlar, ölümler, cinayetler... Çünkü sonsuz arzuları olan insan, bu arzularını ancak sonsuzlukta giderebilir. Oysa siz ölüm kapısını kapattığınızda, bu sonsuz arzularınızı sınırlı, fani dünyada gerçekleştirmeye çalışırsınız ve işte o zaman bugünkü dünyanın hâli ortaya çıkar.

Ölüm karşıtlığı, ahireti inkâr, hayata karşı bir tavır dediğim gibi. Bu da paraya tapma, güce tapma, servete tapma gibi farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Güç ve para sahibi olanlar da bu gücü her türlü pisliği yapmak için kullanıyor maalesef, onların ölüm karşıtlığı dünyanın her tarafını ölümle kuşatıyor. Asıl problem ise bu ahlakın, bu zihniyetin topluma, gençlere sirayet etmiş olması. Ve bunda da en büyük araçlardan biri faiz. İnsanlar mevduata para yatırarak faizci olmaya başlıyor.

İslami finans kurumlarının faizsiz bir sistem kurma potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu kurumların faizden arındırılması için neler yapılabilir? Günümüz İslami finans kurumlarının faize benzer uygulamalar yaptığını söylüyorsunuz, bunlara somut örnekler verebilir misiniz?

İslami finans kurumları ilk kurulduklarında amaçları, mudarebe ve müşâreke gibi ortaklık modellerini geliştirmekti. Katılım bankacılığının felsefesi son derece doğru ve isabetli. Ancak uygulamada, mudarebe ve müşâreke yerine "murabaha" adı verilen ve klasik murabaha anlayışından farklı olan bir işlem kullanılmaya başlandı. Albaraka Türk'ün önemli isimlerinden merhum Adnan Büyükdeniz’in, kendisini hasta yatağında ziyaret eden Kuveyt Türk genel müdürü Ufuk Uyan’a, hasta yatağında her zamanki gibi "Bu murabahaların hesabını nasıl vereceğiz?" diyerek bu işlemden dolayı hesap gününe dair duyduğu endişeyi dile getirdiği aktarılır. Başka da söze gerek yok sanırım murabahaların durumuna dair.

İslami bankacılık, murabaha gibi en iyimser tabirle ‘faiz hilesi kokan’ işlemlerle İslami finans sistemi kuramaz. Çünkü temel soru şu: Bankalar parayı nereden kazanıyor? Eğer cevap "krediden" ise o zaman faizci oldukları âşikârdır. Katılım bankalarını değerlendirirken de aynı soruyu sormak gerekiyor: "Bu bankalar parayı nereden kazanıyor? Gerçekten araba mı satıyorlar, ev mi satıyorlar, yoksa krediden mi para kazanıyorlar?" Eğer kazandıkları paranın kaynağı kredi ise faizcilik yapıyorlar demektir. Şunu da eklemek istiyorum: Katılım bankaları normal bankalardan farklı. En azından kuruluş felsefeleri doğru ve klasik bankacılar gibi faizciliği kabullenmiş değiller. Bir çıkış yolu arıyorlar ve bu çabaları değerli.

Fıkıhta bir kural vardır: İsabetli olmasan da sevap vardır, çabandan dolayı. En azından buradaki arkadaşlar bir çaba sarf ediyorlar, hocalarımız da. Bu da onları normal bankalardan farklı kılıyor. Bundan sonra yapılması gereken, katılım bankalarının tamamen İslami olmasını sağlamak. Bunun için de kuruluş felsefelerine geri dönmeleri ve bunun hakkını vermeleri gerekiyor. Murabahadan kurtulup ticari ortaklık modellerini, yöntemlerini artırmaları gerekiyor.

Peki, Batı'ya olan siyasi bağımlılıktan kurtulma çabalarımız sonuç verirken, neden ekonomik bağımlılıktan kurtulamıyoruz? Türkiye'nin ekonomik zaafı, siyasi duruşunu da etkiliyor. Buradaki problem ne?

Burada siyasetin tek başına yapabileceği bir şey yok. Toplumun bir iradesi, bir şuuru olması gerekiyor. "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz." diye buyuruluyor. Biz nasılsak öyle yönetiliyoruz. Devlet zaten gerekli adımları atıyor. Türibi kurdular, kitle fonlaması var, borsalar var. İnsanları buraya yönlendirmeye çalışıyorlar. Ama sen hâlâ gidip mevduata para yatırıyorsan... Tabii ki burada bir eğitim eksikliği de var. Ama devletin tek başına bir şeyler yapması yetmiyor. Toplumun bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bu konuda çalışmalar yapılmalı, kamu spotları hazırlanmalı. Ancak toplumun böyle bir derdi, böyle bir isteği yoksa, bu sistemden kurtulmak çok zor. Siyasetçiler de bu sistem içinde kalmaya mecbur kalıyor.

Kapitalist sistemin reçetelerini uygulamak suretiyle siyasi, iktisadî ve kültürel Batı hegemonyasından kurtulmak mümkün değil anlaşılan. Günümüz kapitalist sisteminde faizin tamamen ortadan kaldırılması da mümkün değil. Peki, İslami prensiplere uygun nasıl bir ekonomik model/sistem kurulabilir?

İslami bir ekonomik sistemi uygulayabilmek için öncelikle bu sistemi arzulayan, isteyen, talep eden bir toplum olması gerekiyor. Bizim şu anda uygulayamamamızın temel sebeplerinden biri de bu. Gerçekten böyle bir sistemi isteyen bir toplum muyuz? Maalesef Mutlak Fikre dayalı bir sistemi isteyenler şu an azınlıkta gözüküyor. Böyle karmakarışık, ahlaki problemleri çok olan bir topluma, tepeden inmeci bir model sunmak da sıkıntı oluşturur. Öncelikle İslam ahlakının, İslami dünya görüşünün toplum içinde yayılması, benimsenmesi gerekiyor. Halk bunu istemeli, irade etmeli ve istetilmeli. Bu iradenin oluşması için de çalışmalıyız. Herkes üzerine düşeni yapmalı. Ben faiz teorisi cephesinde mücadele ediyorum. Hepimiz görevimizi yaparsak başarılı oluruz.

Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 30. Sayı, Ağustos 2024