Okurlarımızın tanıması açısından soralım, Sami Şener kimdir?

Erzincan’da doğdum. Öğrenimimin büyük bölümünü İstanbul’da tamamladım. Üniversitede ilk olarak işletme bölümüne girdim, daha sonra ikinci bir dal olarak sosyolojiyi seçtim. İki bölümü birbiri ardında okudum. Sonra akademik hayata girdim. Sakarya Üniversitesi’nde uzun yıllar çalıştım, daha sonra iki yıl, İstanbul Medeniyet Üniversitesinde çalıştım. Sabahattin Zaim ve ayrıca Medipol Üniversitesi’nde dersler verdim. Doğuş Üniversitesi’nde ikinci sosyoloji bölümünü açtım ve iki yıl da bu Üniversitede çalıştım. Şu an KTO Karatay Üniversitesi’nde sosyoloji bölümü Sosyoloji bölümünde öğretim üyeliği yapıyorum.

Akademik hayatımda İngiltere ve Amerika’da araştırmalarda bulundum. Yurtiçi ve yurtdışı çok sayıda ilmî toplantılara katıldım. Öğrencilik dönemimde Milli Türk Talebe Birliği’nde görevler yaptım. Orada kitap kulübü, basın yayın müdürlüğü ve genel sekreterlik görevlerini icra ettim. Böylelikle gençlik meselelerinde yoğunlaşma imkânı buldum. Bu dönem, benim için çok önemli bir hayat dilimi oldu.

Yazdığım kitapların üç tanesi gençlikle ilgilidir. Doktora tezimi Osmanlı tarihi üzerine yaptığımdan dolayı, birçok olayı hem sosyolojik hem de tarihî çerçevede değerlendirme imkânı elde ettim. Akademik kimliğimin yanında bir de bazı kurumsal ve sosyal araştırmalar yapma imkânım oldu. Bir araştırma ve danışmanlık merkezi kurdum, bir süre orada çalıştım. Yaklaşık sekiz yıl kadar uygulama çalışmalarla ilgili tecrübem oldu. Hem kültürel hem sistematik hem de kurumsal çalışmaya dair bilgi-beceri imkânı bana verdi bu süreç. Bundan dolayı bakış açım gelişti. Türkiye’de sadece kültürel ve ahlâkî değil; aynı zamanda kurumsal ve sistem açısından eksikliğimiz var. Sosyologlar Derneği’ni on yıl önce kurdum, halen dernek faaliyetleri devam ediyor; Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde temsilciliklerimiz de var. Burada genç kardeşlerimize sosyoloji ilmi ve toplumsal alanlarda yardımcı olabilecek çalışmalar düzenliyoruz.

Akademik dünyanın ahvâli

Akademinin ahvâlini nasıl görüyorsunuz?

Kristof Kolomb 1400’ün sonlarında Amerika’ya ulaşmış. Müslümanlar ise, 1200’lü yıllarda gitmiş. Arada 200 küsur yıl var. Bu olayla, bilginin tek yönlü işlerlik gösterdiğini anlıyoruz. Bilgiyi tek yönlü almamak lâzım. Batı’nın bilgisinden istifade edebiliriz; ama bir de İslâm dünyasının bilgisi var. Bilgiye iki taraflı bakmak gerek, akademi de böyle olmalı.

Akademi Batı’nın tekelinde, öyle kurgulanmış vaziyette.

Tabiî. Alternatif bir çalışma yapmazsan, tek taraflı olaylara bakmak durumunda kalır ve bazen de tekrara düşersiniz.

Halbuki Batı’da birçok tartışma yapılabilirken bizde bundan uzak duruluyor.

Yapılmıyor çünkü ilmi alanda bazı dogmalar var. Bizim medeniyetimizle ilgili ise, öğretilen çok az şey var. “Bu şekilde öğreneceksiniz.” diyorlar. Ben de şöyle söylüyorum öğrencilerime; “Ben Üniversitede sosyoloji okurken, bana bilgileri şu şekilde öğrettiler; fakat şimdi onları kabul edemiyorum!” diyorum. Çünkü, “Auguste Comte ve Max Weber’in teorilerini aynı şekilde bu memlekette uygulayamıyorsam, bu teorileri kabul edemem.”

“Batı tandanslı olmadan İslâm dünyasına bakılmıyor” dediniz ya… İlahiyatlarda da vaziyet fenâ.

Evet, bu alanda da Batı’nın tesiri var. İlahiyat, Teoloji; yani dini bakış demek. Halbuki İslam, teolojik, yani dinci bir din değil. Hayata dair bilgi ve kuralları var. Bu durum, Batı’ya mahkûm olmuşluk hissinin verdiği bir şey. “Batı dışı düşünce, yani fikir üretme nasıl olabilir? Böyle bir şey mümkün değil!..” diye düşünen bir zihniyet var maalesef.

“Sosyolojide genel kanunlar bulmak zordur”

Sosyolojiyi diğer ilimlerden bağımsız değerlendirmek mümkün müdür? Sosyolojiyi nasıl tanımlamamız gerekiyor?

Sosyolojiye herkes toplum ilmi diye bakıyor. Evet, toplumun ilmi ama her toplumun ilmi aynı değil. O toplumun ahlâk, kültür, inanç, gelenek gibi toplum ilminin okunması gerekir; Sosyoloji, sosyal bir ilimdir. Bu bakımdan sosyolojide genel kanunlar bulmak zordur, hatta mümkün değildir. Ama aynı medeniyet, aynı kültür, aynı ahlâk içerisinde olan toplumları aslında bir kategoride açıklayabiliriz. Sosyoloji mademki toplumun ilmi, toplumun birçok alanıyla da ilişkili; öyleyse siyaset, hukuk, edebiyat, ahlâk, tarih, iktisad gibi birçok alanla bağlantılıdır sosyoloji. Ben, sosyolojiyi, sosyal bilimlerin merkezinde duran bir ilim olarak görüyorum. Çünkü insan ve toplumun olduğu her olay, sosyaldir. Sosyoloji de bütün bu alanlara kayıtsız kalma durumunda olamıyor; olamadığı için de her sosyal bilim çalışmasının içerisinde sosyolojiye yer vermek zorundayız. Bugün biyoloji, endüstri ve tıp da sosyolojiyi dikkate alıyor. Mesela geçen bir kongrede Alman bir psikiyatrist hoca hastalarını incelerken, Alman toplumunun sosyolojik rahatsızlıklarına yer verdi. İnsanın baskı altında olmasının, ayrımcılıklara tabi tutulmanın getirdiği birtakım sosyal problemlerle karşı karşıya olduğunu açıkladı. Dolayısıyla insanın yer aldığı hiçbir alanı, sosyolojiden ayrı tutamayız.

İnsanın varlık sebebi ve buhranlar

Bugün dünyada apaçık bir buhran yaşanıyor. Hem ferdî hem de içtimâî mânâda bir karamsarlık hâli var. Bu da tüm toplumlara tesir etmiş hâlde. Bu karamsarlığın sebebi sizce nedir?

İnsanın dünyaya geldikten sonra birtakım emelleri ve idealleri oluyor. Bunları da karşılamak istiyor. Dünyadaki teknik-ekonomik ilimler; insanın bazı zaruri ihtiyaçlarını karşılıyor; ama insanın ruh ve duygu dünyasının ihtiyaçlarına cevap veremiyor. İnsanın varlık sebebi, aslında ilahî kanunlar çerçevesinde çizilmiştir. İnsanı yaratan Allah, insanın ihtiyacı olan nitelikleri bilerek, ona bir hayat sistemi sunmuş. Fakat insan; asıl rolünü, Allah’ın kendisine vermiş olduğu yeryüzü temsilciliği görevini unutarak basit işlerle meşgul olmaya başlamış. Bedenini güzelleştirmek, hayatını “modern” hale getirmek, daha fazla para kazanmak ve her şeye sahip olmak gibi şeyler… Bütün bunlar; insanı tatmin edemeyen, doyuramayan, varlık sebebine cevap veremeyen meşguliyetler… Bunlar insanı mutlu etmiyor, aksine yıpratıyor ve diğer insanlarla olan ilişkilerde, bu faktörlerin işe yarayıp-yaramadığını bilemiyor. Bu yüzden de aradığını bulamamanın, tatmin olamamanın, huzuru elde edememenin sıkıntısını yaşıyor. Bunu hem Batı dünyası, hem de İslâm dünyası yaşıyor. Bütün dünyada huzursuzluğun, sömürünün, ayrımcılığın ve hatta vahşiliğin yaygınlaştığını görüyoruz. Toplumlar; birbirini anlamak yerine, birbirini sömürme, diğerini adeta kendine “kul” etme çabası içerisine giriyorlar.

Şöyle bir gerçek var; bir insan neyle çok meşgul olursa, onun karakterini alır. Fransız sosyologlardan biri, “Biz Afrika’yı sömürdük, insanlara ıstırap ve acı verdik. Aslında kendimize kötülük ettik. Çünkü o kötü eylemleri yaparken, kendi insanlığımızı da unuttuk.” diyor. Yâni, sadece karşı tarafa değil, kendilerine de zarar verdiklerini söylüyorlar. Dolayısıyla yaptığımız bütün işlerde ilahî kanunların özelliği geçerli. Tabiatın kanunları aslında ilahî kanunlardır. Tabiatın kanunlarını organize edecek bir güç yoktur Allah’ın dışında. Tabiatı, bazıları hâlâ çok anlamsız bir açıklamayla, “failsiz bir güç” olarak niteliyor. İyi de “tabiat” denilen güç nerede? Tabiatı göremiyoruz. Göremediğimiz bir güç ile, nasıl ilişki kuracağız? Daha doğrusu, onun nasıl kabul edeceğiz?.. Yaradılış kanunları dışında yaşanan bir hayatın bunalımını çekiyor insanlık. Allah, kendisini tanıtmak için insanları yarattığını söylüyor, insana verdiği bir misyon var. Bu misyona uyulduğu sürece, insanın ruhî ve sosyal yönü de gelişiyor ve huzur buluyor. Ama insanoğlu, cehaleti ve bilgisizliği, daha doğrusu dünyanın nimetlerine meyletmesi sebebiyle bu değerli mevkiyi kaçırıyor. Kaçırdığı için de kendi iç dünyasında huzura eremiyor. Birçok maddî imkâna sahip olduğu hâlde mutlu olamıyor. Bu dengesiz ruh ve fikir içinde, sahipsizlik ve çaresizlik içinde çevresindekileri yıkıp-döküyor.

“İnsanlık ilahî olana muhtaç”

Buhranın sebebi, Batı’nın dayatmış olduğu duyumcul kültürün dünyaya hâkim olması, diyebilir miyiz?

Evet… Bu duyumcul kültür ilk zamanlarda vardı. Daha sonra evrildi, rasyonalist bir alana yöneldi. “Akl’a tapan” bir noktaya geldi. Böyle bir yaşayış sistemi ortaya çıktı. İnsanın kendini anlayamaması, kendini tanıyamaması, varlığının esrarına varamaması sonucu, böyle bir noktaya gelindi. Bu hem felsefî hem sosyolojik hem de dinî bir mesele bu. Alex Carrel diyor ki: “Biz, batılılar olarak biyolojik yapımızın kanunlarını bilemiyoruz, nasıl işliyor, neden böyle? Ruhumuzu ise, hiç tanıyamıyoruz, çünkü onun bilgilerine erişemedik.” İnsan, yaşayış sistemini oluşturmadan önce kendini tanımak zorunda. Carrel, “Kendimizi tanıyamadığımız için öyle bir dünya inşa ettik ki, bu dünyada huzurlu olamıyoruz. Yaşadıklarımız bize tamamen aykırı” diyor. Aslında bilemedikleri şey ilahî kanunlar. Bugün bazı sosyal bilimciler, ilahî kanunları sanki kendilerine rakip, insan aklını durduran ve etkisiz kılan bir şeymiş gibi görüyor. Halbuki böyle bir şey yok. Ben yazılarımda, derslerimde, konuşmalarımda bu yanlış anlayışa dikkat çekiyorum: Bugün insanlık, gerçekten ilahî bilginin eksikliğinden dolayı böyle pusulasını şaşırmış ve dengesiz tutumlar ortaya koyuyor. Çünkü İlahî desteğe muhtaç… İnsanın kendini tanıması, davranışlarını düzenleyememesi buradan kaynaklıyor. Evet Batı dünyasında birtakım arayışlar var; ama Batı dünyası, kendini ilahî bilgiye kapattığı için, aklıyla yol arıyor; bu durum; kör bir insanın el yordamıyla hareket etmesine benziyor. Batı bir bilinmezlik içinde yaşıyor. Felsefe, zaten bu bilinmezliğin çok açık bir göstergesi. Birbirinden binlerce farklı görüşün olduğu, “hakikati” bulmak için önündeki yaşama formülünü görmeyip, binbir zahmete girmenin adıdır felsefe… Felsefe, arayış içerisinde olan insan düşüncesinin bir semeresidir… Evet, muhakkak felsefe bir metod olarak önemlidir. Bunu reddedemeyiz; ama felsefenin bir bilgi kaynağı olmaması lâzım, bilgi kaynağı olunca akla dayanıyorsun. Akıl da her şey çözebilecek bir kaynak değil! Sosyal İlim ve Değerler Sosyolojisi diye bir kitabım var. O kitapta şunu söylüyorum: akıl denetleyici, pratik bir yol göstericidir; akıl, hakikati bulma yolu değildir. Ama tutumlardan hangisinin hakikat olduğunu ayırt edecek bir değerimizdir. Aklı terk etmiyoruz fakat, aklı yerli yerinde kullanmak zorundayız. Hakikati, değerlerde aramak zorundayız. Sosyal bilimlerin de bu değerlere dayanması gerekir. Eğer dayanmazsa, toplumda herhangi bir fonksiyon devam edemez. Ederse, laf kalabalığıyla uğraşmış olur. Gerçekte ise, sosyal olayları yönlendirici olamaz.

Şu anki ahvâl bizim için bir değersizlik olsa da, belli bir değere dayanmıyor mu? Mesela BM’den bahsediyoruz. Bir değere, bir fikrî arkaplana bağlı…

Evet… Aslında değer olarak, öne sürülen şey; değer değil. Çünkü güç; değer olarak kabul edilemez. Gücün kaynağı değer olmazsa, o güç; sadece dayatıcı bir rol oynayabilir. BM de, böyle bir rol oynuyor.

Kapitalist sistem de, BM’nin üzerinde yükseldiği fikrin bir yansıması…

Batı fikirlerini çok güzel ambalaj yapar. Birleşmiş Milletler neyi ifade ediyor? Beş tane devlet bütün milletlerin iradesi mi oluyor yâni? Mantıklı değil. Hani diğer milletlerin oy veya söz hakkı? İsteklerine göre gündemi belirliyorlar. Bir şeye karar verilecekse, ona oy verecek beş tane büyük azman devlet var. Diğer devletlerin hiçbir iradesi yok. O zaman, “Birleşmiş Milletler” demeyeceksin, Beş’li karar organı diyeceksin.

Güçlüysen, yaparsın da yaptırırsın da…

Öyle işliyor. Böyle bir değer olmaz. Güç, hiçbir zaman hakikatin ölçüsü olamaz.

Şuraya getirmek için sordum bunu; dünya düzeninin değişiminden bahsediliyor sıklıkla. Evet kabul ediyoruz, bir dünya düzeni değişim sürecinin içerisindeyiz ve kimse konuşmazken, biz konuşuyorduk bunu. Fakat bu mevzu daha çok siyasî ve iktisadî meseleler üzerinden ele alınıp onun yapıları çerçevesinde değerlendiriliyor. Oysa o yapıların ortaya çıkmasını sağlayan fikrî arka plânın, anlayışın değişmesi gerekiyor. Bu anlayışın ve değerlerin değer değişimi gerekiyor. Katılır mısınız buna?

İslâm düşüncesinde değerlerin değişmesi mümkün değildir. Değerler, hayat olaylarının izinden gitmez. Hayat, değerlerin izinden gider. Değerler, akıl tarafından insanın hayat yolunda rehber olarak seçtiği şeylerdir. Değerlerimiz yol haritamızdır. Değişme kelimesi Batı’nın bir maymuncuğudur. Bu kavramı, her meselede kullanmaya çalışır. Değişim kelimesi zaten nötrdür. Hep olumlu kavram olarak öne atılıyor. Değişme tek taraflı değildir, olumlu da olur; olumsuz da. Olumlu değişime iyi yaklaşmak durumundayız. Aslında değişim, sabit bir kültürün olmamasına yönelik bir anlayıştır Batı’da. Çünkü, eşyanın kanununda değişim vardır. Sosyal, ahlâkî ve dinî hayatta ise, değişim genelde olumsuz bir durumdur. Tabiî ihtiyaç olursa başka. Değişimde kişi pasif olursa, o olumsuz bir değişimdir; ama, değişimde kişi aktif olursa o değişim genelde olumlu olabilir. Bir insan, çaba ve gayretiyle olumlu bir değişime girişirse, bu çok önemli bir yöneliştir.

Bugün “değişim” dedikleri süreçte insan hep edilgen…

Evet. Bir söylemdir, değişim. Batı’nın düşüncesinde bir söylem… Batı, “değişim” dediğinde hiçbir zaman olumsuz bir şeyi anlamaz, olumluyu anlar. Halbuki değişim, olumsuz da oluyor. Bir insan bulunduğu konumdan daha kötüye gidiyorsa, bu olumsuz değişim. Yahut iyi bir ilişki sisteminden çatışmaya gidiyorsa, bu olumsuz bir durumdur. Dolayısıyla Batı’nın sosyolojik kavramındaki “değişim” tek taraflıdır.

Batı, iktisadî hayatta sürekli değişim istediği için sosyolojide de maddeci özelliklere paralel olarak “değişim” istiyor. Bu yüzden bu kadar üzerinde duruyorlar bu kavramın. Sabit bir şey istemiyorlar, sürekli değişen bir mekanizma isteniyor. Değişimi de birtakım vasıtalarla yönlendiriyor, mesela yeni teoriler, yeni metodlar vesaire… Medyayı da misal olarak gösterebiliriz. İnsanlar medyanın yönlendirmesiyle şaşıracak ve bir şey yapamayacak… İnsanların “değişmez değerleri” olmayacak, bundan dolayı da doğru ve yanlışı bilemeyecekler, hangi taraf baskınsa; o tarafa eğilim gösterecekler. Sonunda güçlü olanlar kazanacak. Halbuki, “hak” kavramı; güçlüye göre belirlenmemektedir.

Kültürel parçalanma

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Haliç Kongre Merkezi’nde Adalet Mutlak’a isimli konferansta, teknolojinin bu kadar gelişimi ve maddenin değişimi karşısında bir ahlâkın oluşmadığını, sorunların da buradan doğduğunu belirtiyordu.

Hayat büyük ölçüde sosyaldir. Teknik ve ekonomik değildir. Günde üç defa yemek yiyoruz değil mi? Ama günde on binlerce defa düşünüyoruz; kaç kez üzülüp, kaç kez seviniyoruz… İlişki kurup tanışıyor ve anlaşıyoruz. Şimdi hayat maddî mi, yoksa sosyal mi? Sosyal… O zaman, neden maddenin kanunlarını sosyal sisteme uyduruyoruz? Auguste Comte, “sosyoloji’ye, sosyal fizik” dedi. Yâni, fizikin topluma yönelik şekli. Niye? Çünkü onlar madde yönünde ilerlediler, hayatın maddi unsurlardan ibaret olduğuna karar verdiler. Önce tabiat ilimleri dediler, sonra da madde ilimlerine geçtiler ve sosyal hayatı, maddî ilimlerin kanunlarıyla açıklamaya ve yönetmeye çalıştılar. Dolayısıyla insan da maddenin kanunlarına tabi olmak zorunda kaldı. Bu anlayışa göre, insan ve toplum, “değişmek” de zorunda!.. Zaten değişim olmazsa, büyük devletlerin işleri rast gitmez. Toplumun sabit değer ve anlayışları olursa, sağa sola kolayca çevrilmez.

Toplum sistemlere hesap soracaktı, “niye bu işi yapıyorsun?” diye. Medya gençleri pasif bir hâle getirdi. Gençler, bilgi ve değerlerini bilmedikleri için, sorgulama özelliklerini kaybettiler, adeta beyinleri yıkanmışçasına sosyal medyanın bilgileriyle hareket etmeye çalışıyorlar. Çünkü, onlara göre; medyanın öngörmediği şey, “yasak, kabul edilemez” bir özellikte.. Bu olayda, tehlikeli bir beyin yıkama çalışması söz konusu. Gençler, çok büyük ölçüde medyanın etkisi-tepkisiyle hareket ediyorlar. Onların, yoğun medyatik etkiyle, bu hâle geldiklerini düşünüyorum.

Bu da toplumda şiddetli iki kutbun oluşmasına sebep oldu.

Tabiî. Kültürel parçalanma oluyor, daha doğrusu kültürsüzleşme yahut “yeni kültür” edinmeyle karşı karşıya kalıyoruz. Aslında bu bir kültür değil, beyni kuşatma. İnsanın, sanal dünyada yönetilmesi… Son yazdığım yazıda “sanal bir dünyadan, gerçek bir dünyaya çıkabilir miyiz?” sorusunu işledim. Şu an sanal bir dünyada yaşıyor gençler, gerçek dünyada değiller.

Pandemiyle yeni bağımlılıklar ortaya çıktı

Pandemiyle beraber insanların alışkanlıklarında zorunlu bir değişim yaşandı. Bir tedirginlik hâlini de üzerine giydi insanlık. Bunun siyasî ve iktisadî yönleri de var tabiî. Pandemi sosyal açıdan bizi ve tüm dünyayı nasıl değiştirdi sizce?

Pandemi ilk bakışta hayatı daralttı. Korkular, tedirginlikler ortaya çıktı. Bir anlamda da maddileşen ve eşyalar dünyasına dalan insanların kendilerini sorgulamaya itti. “Ne olacağız, ne yapabiliriz, ölüm var, sevdiklerimiz ne olacak” gibi düşünceler de gündeme geldi. Yâni bir anlamda faydalı oldu. Şunu da bilelim ki, pandemiyle birlikte ortaya çıkan ölüm-hastalıklar, diğer hastalıklardan çok daha fazla değil. Onlardan sayıca aşağı seviyede… Pandemiyle aslında yeni bir bağımlık oluştu. İlaç sektörü, sosyal medyaya bağımlılık gibi şeyler daha da arttı.

Pandemi, yeni bir endüstriyi gündeme getirdi. Yeni endüstri de, dünyanın büyük zenginlerinin elinde. İlaç, tarım, gıda sanayinin kontrolü gibi stratejik alanlara yatırım yaptılar, imkânlardan yararlandılar. Yeni bir sömürü alanı açılmaya başlandı. İnsanların öte dünyayla bağlantı kurması gerekiyor. Çünkü hayat, sadece bu dünyadan ibaret değil. Yapılan yanlışlıkların ve haksızlıkların, hesabının sorulacağı bir an gelecek. Haksızlıkların olduğu bir kader, akla da aykırı... Hayata bağlanmak, ruha yatırım yapmayı bilmek lâzım. Kültür, arkadaşlık gibi değerlerle, insanlığa yatırım yapmayı öğrenmemiz lâzım artık. Şu anda insanlar, kendi güzelliğine, zihnine ve hayat ihtiyaçlarına odaklanmış durumda. Salgın, bu açılardan faydalı oldu diyebilirim.

Bu bakımdan müspet mânâda bir sosyal dönüşümün yolunu açıcı bir yönü de var.

Evet, açılım fırsatı insanlara verildi bence. Aileler, insanlar; birbiriyle görüşmenin önemini anladı biraz. Samimiyetin, dostluğun ne demek olduğu az daha olsa anlaşıldı.

Batı toplumuna da ölümün varlığını hissetmesi bakımından faydası oldu.

Doğrudur. Tabiî, birçok insanın; kendi cinslerine yabancı kaldıklarına, insanın değerini unuttuklarına da şahit oluyoruz. Özellikle yaşlılar, ölüme terk edildi; garip, fakir insanlar hastanelere kabul edilmedi. Batı’nın insanî anlayışının ne kadar düştüğünü de salgın vesilesiyle gördük. Marketlere hücum edip, başkalarını düşünmeden, ne varsa eve taşıma bencilliklerine şahitlik ettik…

Bizde de bunun yansımaları oldu.

Evet kısmen oldu. Fakat, diğer ülkelerdeki kadar değil.

1400’lerden beri süren Batı sömürüsü

Böyle müspet bir dönüşüme zemin hazırlamasına rağmen bir de bir korku vaziyeti var. Sadece pandemiden kaynaklı değil. Rusya-Ukrayna savaşı, öncesinde yaşananlar, deprem-sellerin artması, 2021 senesine dair medyada çok fazla şey konuşuldu.

“Felaketler yılı” denildi.

Evet, tüm dünyada bir histeri oluştu. Güvenlik konferanslarında korkunun, sosyal güvenlik meselesi olarak işlendiğini görüyoruz. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemle bugün arasında mukayeseler yapılıyor. Bugün, yeni bir dünya düzeninin dolayısıyla yeni bir dünya savaşının arifesinde olduğumuz kabul ediliyor. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

Dünya uzun zamandan beri ayrımcılık, sömürü, baskı ve dejenerasyon yaşıyor. Şimdi bu yeni bir olay değil. Bana göre Rönesans’tan beri, dünya ciddi şekilde Batı’nın sömürüsü altında. Batılı ülkelerin hemen hemen çoğunun bu işte parmağı, vebali var. Afrika’daki açlık, gelişmemiş ülkelerde sık sık ihtilaller, etnik grupların birbiriyle çarpıştırılması… Dünya uzun süredir bölge bölge savaş hâlinde. Bunun daha kötüsünü bekleyebiliriz, çünkü insanlık; eskisinden daha vahşi bir anlayış noktasına geldi. Bu bir kehanet değil. Gidişat bunu gösteriyor, insanlar birbirini aldatıyor. İnsanlar yalan söylüyor, istismar ediyor. Güven duygusu ortadan kalkmış. Tek kelime ile ahlak, fonksiyonunu kaybetmiş durumda. Bundan daha kötü bir durum olabilir mi? Aslında bu durum insanlığın kayboluşu ve yok oluşu manasına geliyor.

Bizim senelerdir beklediğimiz bir durum…

Evet, bu tür olaylar; yıllardan beri oluyor ve durmuyor. Amerika kaç ülkeyi işgal etti. Rusya da aynı durumda. Çin hissettirmiyor ama, iktisadi olarak çevresinde birçok bölgeye hâkim olmaya çalışıyor. Farklı bölgelere hâkim olmak ne demek? Açıkça bir sömürüdür bu. O bölgelerdeki insanların hayatlarını değiştirdiler, imkanlarını ellerinden aldılar. Belki büyük bombalar patlamıyor ama, insanlığa karşı her türlü suçlar çokça işleniyor. 8-9 tane iklim konferansı yapıldı. Dünyayı en fazla kirleten ülkeler Amerika, Fransa, İngiltere, Rusya gibi ülkeler çıktı, tedbirler alınması için tavsiyeler verildi, fakat hiçbiri bu kararlara uymadı. Bu tavır, insanlığı felakete sürüklemek demek. Bir insanı sadece silahla mı öldürürsün? Hayır. İklimi değiştirerek de yapabiliyorsun bunu. Bu konuda etkili olan, büyük devletler. Bu durum; duygularını, ihtiraslarını gemleyemeyen anlayışları, düşünceleri, politik görüşleri sebebiyle gerçekleşiyor. Dolayısıyla savaşı illa sahada aramayalım. Ben, zulüm konusunda bu yapılanların, savaştan çok da farklı olmadığını düşünüyorum.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Rica ederim. Ben de ilginiz için teşekkür ederim.

Aylık Baran 2. Sayı

Nisan 2022