Darbe dolayısıyla yargılanan insanlar ya çok yaşlanmış oldu ya da deliller bulunamadı. Yani geç kalındığı için karartılmış oldu gerçekler. 28 Şubat süreci hala devam ediyor.
28 Şubat darbesinin amacı bağlamından koparıldığı için sadece başörtüsü mücadelesi olarak kaldı. Bu darbe ne için yapıldı ve bu süreçte neler oldu. Sizin de mücadelenize şahidiz. Okuyucularımızın da bilmesi yahut hatırlamaları açısından bu hadiseye değinebilir misiniz?
28 Şubat darbesi, Silahlı Kuvvetler içerisindeki bir grubun planladığı post-modern bir süreçti. Post-modern diyorlardı çünkü diğer darbeler olduğu anda başlar, yönetilir ve kendince bir prosedüre girerdi. 28 Şubat’ta ise “darbe yapıyoruz” denmedi ama sonuçları çok uzun yıllara uzandı. 28 Şubat sadece belli bir kesime yönelik de değildi. Sadece başörtülü kız öğrencilerinin yaşadığı bir sorun değildi. Askeriyenin içerisinde bir grup vardı, darbeci olanlar. Medyanın içerisinde de onları destekleyen darbeciler vardı. Çok garip bir şekilde hem işçi hem işveren sendikaları birleşmişlerdi, darbe taraftarıydılar. Sivil toplum örgütleri de bu darbenin içine katılmışlardı. Yüksek yargı ve yüksek öğretim, YÖK de katılmıştı bu darbenin içine. Mütedeyyin kesimi birinci tehlike olarak görüyorlardı. Aslında mütedeyyin kesim dediğim, onların nazarında çağdaş olmayan bütün kesimlerdi, şekle sokulması gereken, aydınlatılması gerekenler hatta aydınlanmıyorlarsa da yani onların görünüşünde veya hayat tarzında değilse, hayatın dışına çıkartılmalıydılar. Bunun için mesela kamusal alan/ özel alan ayrımı diye bir tabir kullanılmaya başlandı. Mesela mütedeyyin kesimin anneleri ilkokula giden çocuklarını okuldan alamıyorlardı. Çünkü okulun bahçesine giremiyorlardı. Bir Kaymakamı hiç unutmuyorum; ilkokuldaki çocuklarını almaya gelen anneleri caddenin karşısındaki kaldırma bekletiyordu. İmam Hatip liselerine karşı çok ciddi bir proje yönetildi. İmam Hatip liseleri kapatılmak istendi o süreçte, alan sınırlanmasına uğradılar, katsayı engeline uğradılar. Çok öğrenci kaybetti İmam Hatip liseleri, ama özellikle mezunlar, bu süreçte derin dondurucuya sokulmak istendi. Bir de medya ayağı çok önemliydi 28 Şubat'ın. Dolayısıyla böyle çok sacayaklı bir yönetimi vardı bu darbenin. Mesela 1960 darbesine, 1980 darbesine baktığınızda orada bir grup darbeci yönetime el koyarlar, sıkı yönetim ilan ederler ve bu şekilde bu yönetim sürer. İşte 5 yıl, 6 yıl sürer sonra da bir seçim olur, halk seçimi yapar ve devam ederler yollarına. Bu öyle olmadı. Yani sadece Batı Çalışma Grubu’nun tek başına yaptığı bir şey değildi. Bir ucu medyadaydı, bir ucu yüksek yargıdaydı, bir ucu yüksek öğretimdeydi, bir ucu sendikalardaydı, bir ucu sivil toplumdaydı.
Bir ağ gibi örmüşler yani?
Evet, aslında hakikaten de post-moderndi, çok disiplinli bir sistemde uyguladıkları bir darbe süreci. Tabii halk buna eyvallah etmedi. Ben o dönem Akit gazetesindeydim. Mesela Akit gazetesi çok ciddi bir mücadele verdi o süreçte. Ve tabii bu süreci en hasarsız şekilde atlatmaya çalıştık. Yani rahmetli Necmettin Erbakan'ın ifadesiyle “İnsanlık tarihi içerisinde bir noktadır 28 Şubat ve geçecektir.” demişti. Oysa onların iddiası; bin yıl süreceği şeklindeydi. Ben 28 Şubat'ın yargılandığı davalara da girdim daha sonra. Yani başörtü yasağı ve avukatların yasağı kalktığında ben 50 yaşındaydım maalesef. Ama Allah nasip etti avukat olarak, cübbemi giyerek 28 Şubat davalarına katılma imkânı buldum. Yasaklar öyle bir başlamıştı ki, ben son sınıf öğrencisiyken başımı örttüm mesela. Ve dereceyle girdiğim bir okuldan, daha sonra diplomamı almaya bile giremedim. 50 yaşımda hem avukatlık yasağım kalktı hem de içeriye girip son sınıf öğrencisiyken alamadığım diplomamı aldım. Bu durum aynı zamanda en uzun süreli bir direniş ve hak arayış mücadelesidir.
O dönemde ciddi manada hanım kardeşlerimiz de mağdur oldu. Kadınlarımız o günlerde çok önemli aksiyon gösterdi. Fakat büyük kayıplar da yaşandı. Sizce bu öğrenci kaybı daha sonra düzeldi mi?
Hayır, telafi olmadı. Çünkü çok ciddi bir beyin göçü oluştu. Biz o süreçte, üç arkadaş İstanbul Hukuk Bürosu adı altında çalışıyorduk. İstanbul Hukuk Bürosu, 2002 yılında Türkiye'de okuyamayıp Viyana'ya, Kanada'ya, Almanya'ya giden öğrencilerin on bin civarında olduğunu hesaplamıştı. Çok zorlu günlerdi. Arkadaşlarımızın bir kısmı döndü fakat dönmeyenler de çok oldu. Bu bir ülke için aslında ciddi bir kayıp. İnsanların hayatlarına mâl oldu; işte Halil Kantarcı, Yakup Köse de öyle gencecik insanlardı… Onlar da çocuk yaşta hapsedildiler.
Bu süreçte başınızdan geçen bir ibretlik bir hadise var mı?
Adana'da bir konferansa gitmiştim. Konferans bittikten sonra bir genç kızla tanıştım. Kız, “Biz dört kızız ve babam inşaat işçisi” dedi. Baba, sıva yaparken duvardan düşmüş ve yatalak bir hale gelmiş. 28 Şubat günlerinde iki kardeş işlerinden atılmışlar başörtülü oldukları için. Ayrıca diğer ikisi de okullarından atılmışlar. Tek çalışan kişi de yatalak babalarıymış. Diyordu ki “Hasan Karakaya abimizin ve sizin yazılarınızı kesiyoruz, bugünkü gazetenin içine koyuyoruz. Babam böylece iki üç yazı okuyunca ancak kendine geliyor.” O zaman yazı yazmanın ne kadar önemli olduğunu fark etmiştim. Yani birilerinin sesine ses oluyorsunuz. Bu sıralara da yazmanın ne kadar önemli bir savunma imkânı olduğunu gördüm. İlk yazı yazmaya başladığımda Yaşar Kaplan, -Allah rahmet eylesin- köşe yazarıydı Akit’te. Bir gün ortadan kayboldu, hiçbir yerde bulunamıyor. Karakollara baktılar, morglara baktılar, hastanelere baktılar. Yaralı mı, öldü mü, hapiste mi? Hiçbir yerde yok. Eşi ağlayarak beni aradı ve “Yaşar Bey bulunana kadar bir sen yaz, bir de ben yazayım. Onun köşesini boş bırakmayalım.” Dedi. O süre zarfında bırakmadık köşeyi, daima yazdık. 20 gün sonra Selimiye Askeri cezaevinden çıktı. Sakalını, saçlarını kesmişler Yaşar abinin. Kaybolduğunuz zaman bulunmanızın imkânı yoktu 28 Şubat günlerinde. Fakat sonra o yazdıklarım da benim için başlangıç oldu.
Bugün baktığımızda 28 Şubat'ta tam manasıyla hesaplaşıldı mı? Mesela medyaya hala tüm cesaretiyle ayakta. Ne tür eksikler var ve ne yapılmalı?
Darbe dolayısıyla yargılanan insanlar ya çok yaşlanmış oldu ya da deliller bulunamadı. Yani geç kalındığı için karartılmış oldu gerçekler. Fakat 28 Şubat'ın yargılanması en azından vuku oldu. Yani 1980 darbesiyle, 1960 darbesiyle yüzleşilemedi. 28 Şubat süreci hala devam ediyor. Türkiye'de insanların darbelere karşı uyanık olması lazım. 28 Şubat'tan sonra biz diyorduk “Bundan sonra darbe olmaz”, fakat 15 Temmuz oldu. Yani hem darbe hem de saldırı yapıldı. Darbeden daha fazlasıydı 15 Temmuz. Bu nedenle asla olmaz dememek lazım. Uyanık olmak lazım. Siyasi partilere çok önemli görevler düşüyor. Halkın iradesini, halkın temsilini çok iyi gerçekleştirmeleri gerekiyor. Sivil toplumların çok güçlü olması gerekiyor. Dergi ve gazetelerin uyanık olması gerekiyor. Çünkü bunlar fertleri temsil ediyor.
Bugüne baktığımızda ara ara başını çıkartıp eskileri hatırlatmaya çalışan, aba altından sopa gösteren bir kesimle de karşı karşıyayız.
Muhakkak. Böyle olmasını aslında hiç düşünmezdim, istemezdim. Türkiye’nin 1900'leri bizim için çok zor geçti. Bir kere 1911'den 1923'e kadar aralıksız savaştık. Balkan savaşları, ardından Trablusgarp savaşı, ardından Birinci Dünya Savaşı, Mondros mütarekesi; hem cihan devletinin parçalanışı hem de ekonomik açıdan çöküş yaşandı, Anadolu’da hem de erkek nüfusu azaldı. Yaşlılarla kadınlar kaldı pek çok yerde. En son Anadolu kıtasında durabildi koskoca Cihan İmparatorluğu. Ondan sonra da reddi miras başladı. Bu reddi miras yüzünden bizim kültürel bağlarımız, hafızamız imha oldu ve geleneğimizle aramızda ciddi bir yarık oluştu. Bu yarığın da giderek mesafesi arttı. Batıcı, Batı'ya aşık, Batı'yı seven, Batı'nın mukallidi olan toplum ile kendi özü, gelenekleri, manevi kimliğiyle yaşamayı seçen insanlar arasında çok ciddi bir mesafe açıldı. Bu ikilik böyle devam etti. Fakat bu ikilik Cumhuriyet’ten önce de vardı… Tanzimat'la birlikte başladı diyebiliriz. Tanzimat fermanı zaten dışarıdan, Avrupa’dan dayatılan bir şeydi. Mesela ilk defa eğitim, medreseler ve mektepler diye ikiye ayrıldı. Bu dualite günümüzde de hala devam ediyor; geleneği reddederek, geleneği imha ederek, yok sayarak… Peyami Safa'nın Fatih Harbiye adlı eserinde bu durum çok ciddi olarak ortaya konuldu. Dârülelhanların kapatılıp konservatuvarın açılması etrafında geçer bu hikâye. Ama kitapta hikâye ettiği şey çarpık, ezberci yenileşmenin kendinden, geleneğinden, kimliğinden nefret ederek, kendini inkâr ederek, “ben böyle değilim, ben Batı’daki insanlar gibiyim, Batı toplumunda yaşayanlar gibiyim” diyerek kendini sürekli bu şekilde lanse etme adeti oluşturdu. Aşağılık kompleksi! Böylece Tanzimat döneminden başlayarak Cumhuriyet döneminde devam eden Batı hayranı bir kitle oluştu. Onlar halen memleketin yükünü çekenleri hep aşağılıyorlar. Ne diyorlar onlara? “Göbeğini kaşıyan bidon kafalı adam”. Örtülü kızlara da “penguenler” diyorlardı. “Ninjalar” diyorlardı okula giderken. Böyle sürekli bir ötekileştirme diliyle hitap ediyorlardı.
Bir tarafta geçmişiyle bağını koparmamaya çalışan, geleceğine de İslam’a bakarak yön vermeye çalışan bir gençlik varken, bir diğer tarafta başıboş, gayesiz, ruhsuz, geçmişine düşman ve geleceğini umursamayan gençlik var. Toplumumuzdaki bu tenakuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her toplum içerisinde muhakkak ki uçlar vardır ama ortalarda buluşulur. Fakat sosyal medyaya baktığımızda özellikle, bunun sürükleyici tek gerçek olduğunu zannetmiyorum ama çok aşırı uçlar da görüyoruz orada. Sadece Bazı politik meseleleri umursamamak değil, aile, ebeveyn-evlat ilişkisi, namus fikri dahi umursanmıyor. Anne-baba bir yük olarak görülüyor, evlilik müessesesi küçük görülüyor. Koca ve çocuk bir fazlalık görülüyor. Bugün Avrupa'da, Amerika'da çok çocuklu aileler özendiriliyor bizdeyse demode addediliyor.
Eskiden sosyal medyada olur dediğimiz birçok durum, sokağa kadar taşmış vaziyette. Haliyle bu durum acaba toplumun tamamen kendisine yabancılaşmasıyla, kimliksizleşmesiyle mi alakalı?
Yaşadığımız çağ artık internet çağı ve ortak dil olarak İngilizce çok hâkim oldu. Artık gençler istedikleri anda istedikleri noktaya ulaşabiliyorlar. Mesela Avrupa'da revaçta olan bir müziği biz de dinliyoruz aynı şekilde veya orada bir bilimsel buluş oluyor aynı anda biz de onu okuyoruz. Tabii ki bu iletişime dair bir küreselleşme netice itibariyle. Bu küreselleşmenin diğer bir yüzü ise kimliksizleşmedir. Ama bizim direnmemiz gerekiyor. Zaten Doğu toplumları daha dirençli bu yüzden. Doğu toplumlarında belki hayat daha yavaş fakat atadan babadan nakledilen şeyler kenara atılmıyor. Ahlâkî yaşam standardı var. Babaannelerden dedelerden gelen normlar var. Bizim İslami toplumlarda da zaten Kur'an'la, sünnetle, Peygamber Efendimizle bağlı olan herkesin bir şekilde kendine kurduğu bir otokontrol var. Dünyada belki de tek dayanak noktası budur; ancak kutsalı olan insanların kendilerini koruyabilecek olması. Bir kutsalın, bir değerin varsa, bir şeyi seviyorsan, içten bir şekilde fedakârlık yapabiliyorsan onun için, çabuk fark ediyorsan, doğru yaşamaya çalışıyorsundur.
Sizler insan hakları, kadınların eğitimi ve istihdamı gibi çeşitli çalışmalarda yer aldınız. Yine bu hususta da birçok eseriniz mevcut. Yine başörtüsünün yasak olduğu dönemlerdeki mücadeleniz herkesin malumu. O günden bugüne baktığımızda toplumumuzu nerede görüyorsunuz?
Şükredeceğimiz, sevineceğimiz çok güzel şeyler oluyor tabii ki. Akademi içerisinde bir sürü genç insan var ve bunlar hem milletini seven, değerlere özen gösteren insanlar hem de akademi içerisinde kendilerini ifade edebilen kişiler. Akademide yükselen bu arkadaşlar gibi, medya içerisinde de kendilerini tanıttılar, gösterdiler. Zaten medya, yargı ve akademi bir ülkede çok önemli bir yeri tutuyor. Bir de tabii siyaset var. Siyasetin içinde de çok kişi yetişti. Elbette bunlar güzel şeyler fakat mesela sivil toplum, eski gücümü yitirdi. Çünkü devletle çok sıkı temas içine girdiği için hep devletten bekliyor hareket etmeyi. Devletin gözünün içine bakıyor sürekli. Eskiden bir mesafesi vardı devletle sivil toplumun. Şimdi sivil toplumlar da artık daha kötü işlere yöneldiler. Onun için ben sivil toplumun eskisine göre daha güçsüz olduğunu düşünüyorum.
Milletin hareketsizliği de yine STK'ların gücünü yitirmesiyle mi alakalı? Mesela Allah Resulü'ne hakaret oluyor. Hani ciddi manada toplumumuzdan bir ses, seda gelmiyor. Bu biraz STK'yla mı alakalı?
Belki kısmen böyledir diyebiliriz… Ama daha çok bizlerle ilgili. Tek tek fertlerle ilgili. Resulullah'a orada nahoş bir söz söyleniyorsa, insan yerinde duramaz. Yani Müslüman asla yerinde duramaz. Biz de yitirdik herhalde heyecanımızı.
Teşekkür ederiz hocam.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 24. Sayı Şubat 2024