Üniversite semtinde bir çay salonunun, oturduğum yere en yakın masasında bir çift genç... Onları tam iki saat inceledim. Birbirlerine abanmış, tam iki saat konuştular.

Sonra da...

İddia edebilirim ki, dünyada, bu çift kadar lûgatçeleri fakir iki hayvan bile gösterilemez.

Mart kedileri, damdan dama birbirlerine dert yanarken ne kadar mânâlıdır! Dişi, kurumlu ve boşverici, erkeksi ise ıstıraplı ve çırpıncı... Kuşlarda, köpeklerde bile ne sesler ve biçimler var!..

Kadın ve erkek meselesi... Davaların belki en incesi ve girifti... Sulh içinde en nazik bir harp...

Siyonizm, günah tarihinin son noktası, şeytanın son çocuğudur Siyonizm, günah tarihinin son noktası, şeytanın son çocuğudur

Fakat bu zamane çiftine bakıyorum da metafizik veya «konuşan hayvan» dedikleri insanın, yer nesillerinde ne hâle gelmiş olduğunu görüyor ve şaşıyorum.

Tek bir meseleleri, ruh ukdeleri yok! Kız, bir ölü gözü gibi korkunç bir bezginlik çukuru hâline gelen kayıtsız gözlerini önündeki gazetenin bulmaca köşesine dikmiş, genç adamı dinler gibi yapıyor. Genç adamsa oralı değil; hırlar gibi konuşuyor, cümle tertiplemek zahmetinden uzak, yeni şiir edâsıyla lâf ediyor. Taraflar arasında ikişer kelimeden daha uzun cümle yok...

— Dizlerini ört! Gözler sende!..

— Of!.. Bana ne?

— Öyleyse aç!

— Sus, gerici!

— Ben ilericiyim! Bilirsin sen!

Kız bu ifadeye hususî bir mâna biçmiş olacak ki, güldü:

— Sus, terbiyesiz!

— Gerici sensin! Terbiyeden bahsediyorsun!

Daha neler konuşmadılar!.. Sinema, sanat, sanatçı, eleştir­meci, sosyalizm, Kıbrıs, Adalet Partisi, vizon kürk, (Coca Cola)nın (L) harfi...

Eğer bütün kelimelerini sayacak olsaydım fikirlerinin ancak birkaç yüz kelime içinde gidip geldiğini görecektim.

Genç kız, parmağını gösterircesine bir tabîlik içinde dizlerinden yukarıya doğru boyuna mesâfe ayçarken birdenbire haykırdı:

— Buldum!

— Ne buldun?

— Bulmacadaki kelimeyi... On harfli... Evde giyilen...

— Neymiş?

— Robdöşambr... Sana aldığım... İmtihan hediyesi...

— Ha, evet!

— Serpil’e gösterdin mi? Söyle, doğru mu?

— Ne münasebet!

— Bana anlattı. Çizgisi çizgisine... Nereden biliyor?

— Atmış olacak...

— Görmeden atamaz. Odana aldın... Öyle mi, Serpil’i...

— Amma da yaptın!

— Aşkıma ihânet!..

— Çok romantiksin!

— Sen de enayisin! Alaydan anlamıyorsun!

— Robdöşambrım masumdur.

 — Koklarsam anlarım!

— Gel de kokla!

— Kalk gidelim; çok konuştuk!

— Yürü!..

Genç kız, iskemlelerden birindeki, içi kitap dolu hissini veren çantasını aldı, garsonu çağırıp içtikleri şeylerin parasını ödedi, kolkola ve yanyana çıkıp gittiler. Çay salonunun yaşlı patronu, başını sallayarak kendi kendisine konuşuyor, ama bana duyurmak istiyor:

— Burada paraları hep kızlar mı öder? Erkekleri kızlar mı giydirir? İpek bir robdöşambr en aşağı 300 lira... Onu hangi pinpon ödüyor da bu dangalaklara kısmet oluyor. Ömrümde böylesini görmedim ben...

Teras tarafından Mart kedilerinin sesi geliyor. Genç insanlardan daha mânalı konuşuyorlar.

Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 127-129