Önce telâffuzu, kelimenin doğru söylenişini hatırlatalım: L harfi ince olarak, a harfi de uzatılmadan söylenecek. Lâiklik, laaiklik filân değil, a kısa, l harfi ince okunarak söylenecek: Laiklik.
Bize tamamen yabancı olan, Avrupa’dan gümrüksüz, hiçbir incelemeye uğramadan ithâl edilen bu kavram, diploma hâmillerimizin çoğunun zihninde, tartışılmaz bir tabu, çok temel medenî bir kavram olarak yerleşmiştir. Pekçok diplomalımıza göre, laiklik, uygarlığın temel ögelerinden biridir, laik olmayan uygar bir toplum düşünülemez.
Peki, böyle düşünen, daha doğrusu düşündüğünü zanneden diplomalımız, laikliği anlatan bir tek kitap okumuş mudur? Hayır! Okumağa gerek duymaz, öyle yetiştirilmiştir.
Nedir laiklik?
Laiklik, laisizm, Avrupa’da, 30 yıl süren Katolik x Protestan savaşı sonunda 1648 yılında kabul edilen Westfalia andlaşmasıyla ülke yönetimlerinde (Avrupa’da) zuhûr eden Parlamento’nun üstlendiği kanun koyma (Yasama/Teşrî) erkinde ifadesini bulan bir kavramdır, prensiptir. Kısaca, din (kasdedilen, tahrîfe, insan elinde değişikliğe uğramış Hristiyanlıktır) işleri ile dünya işlerinin, yönetimin, ayrı, birbiriyle ilişkisi olmaksızın yürütülmesidir. Bu konuda, Avrupa’daki din (Hristiyanlık) ile, dünya işlerinin ayrı tutulması birbirinden bağımsız olması konusunda hiçbir mesele yoktur; zaten Hristiyanlık, inançtan ibarettir, dünya işlerinin nasıl yürütüleceği konusunda dört incilde de buyruklar, prensipler bulunmaz.
Türkiye’ye, bize gelince, ortaya büyük bir mesele çıkıyor: Türkiye’de yaşayanların, yurttaşların yüzde 98’i Müslümandır (askerlik görevini onlar çok iyi yaparlar, vergilerini verirler, devleti ayakta tutan onlardır) ve bu insanların Allah’ın kitabı olarak, bütün evreni, insanı, hayvanları yaratmış olan Allah tarafından gönderilen ayetlerin topluca bulunduğuna inandığı Kur’ân-ı Kerîm’de “şunları yapacaksınız”, “şunlardan da uzak duracaksınız” diye emirler (farzlar) ve yasaklar (haramlar) var.
Şöyle ifade edelim:
-Bir yanda, insanı yaratmış olanın, ona hayat verenin, ona, bu dünyada sınavda olduğunu, bu dünya hayatında bu emir ve yasaklara uyma konusunda hesaba çekileceğini, gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdikleri, buyrukları var.
-Bir yanda da insanların kendi akıllarına göre ortaya koydukları, seçtikleri vekillerin Parlamento’da çıkardıkları kanunlara göre insanların davranışlarını düzenlemeleri var.
O insan aklı ki; ona, gayet zeki olan Hintlilere ineğin sidiğini içiriyor, gayet akıllı Avrupalılara kurbağa, sümüklü böcek yediriyor, geri zekâlı olduklarını kimsenin ileri süremeyeceği Çinlilere kedi, hamam böceği yediriyor. Aynı insan aklı, gelişmiş kafaların çokça bulunduğu, icatları yapan Avrupalılara, nikâh işinin gereksizliğini uygun, çağdaş gösteriyor; nikâhsız bir araya gelişlerle, çağdaş yaşayış sonucu, Batı Avrupa’da dünyaya gelen 2 çocuktan birinin babasının kimden olduğu belirsiz hâle geliyor, bu işte yüzde 60 ile Fransa en ileri gitmiş durumda. Sayı giderek de artıyor, yirmi yıl sonra nikâhsız birliktelikten “böyle” meydana gelenler çoğunlukta olacağı için, onların seçecekleri Parlamento üyeleri, pekâla, “nikâh çağdışıdır, eskilerde ve gelişmemiş uluslarda görülen, modası geçmiş, yaşadığımız modern çağa uymayan ilkel bir tutumdur” anlayışıyla nikâhı “yasak” eden kanunlar çıkarabilir, hiçbir engel yoktur, gidiş, zaten o yöne doğrudur; İngilizcede, sözlükte “cohabitation” maddesi şimdiden yerleşmiştir: “evli olmadıkları hâlde karı-koca gibi yaşamak” diye de açıklanmaktadır.
Şaka gibi gelen bu düşündürücü gerçekler, günümüzde dünyanın hemen her yerinde Batı (Avrupa) normları hâkim olduğunun hatırlandığında, insanlığın geleceğinin bu çağdaş gidişle nereye varacağını göstermektedir.
Laisizm, bir toplumda, azınlıkta olanların din, inanç haklarını korumak için gerekli idi ise, biz Türklerin buna asla ihtiyacı olmadı: hükmettiğimiz, idaremiz altında yüz yıllarca yaşamış olan gayrı müslimler; Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yunanlılar, Ermeniler, Yahudiler bu konuda hiçbir sıkıntı çekmediler. Millet Nizamı uygulaması ile, her millet (millet: dîn demektir), kendinden, en yetkili kabul edilen din görevlisinin, papazın, hahamın sorumluluğuna bırakıldı, dilini, kültürünü, geleneğini korudu, günümüzde de nüfusun yüzde doksan sekizini oluşturan Müslümanlarla aynı haklara sahipler. (Hatta, azınlıkların durumu, Müslümanlarınkinden daha iyidir: Cumartesi günü Yahudi, istiyorsa havrasına gider. Pazar günü Rum, Ermeni, istiyorsa, kilisesine gider. Cuma günü, Müslüman memur veya işçi, başındaki âmir veya işveren izin vermezse, cuma namazına gidemez.)
Anayasa konusunun tartışıldığı, halkın görüşünün de alındığı günümüzde, laikliği canhıraş bir şekilde savunanlara, bu ülkenin yurttaşı, askerlik görevini çok iyi yapmış, vergisini veren bir Türk olarak; laikliğin benim inancıma göre yaşamamı, Kur’ân-ı Kerîmdeki buyruklara uygun olarak hayat sürmemi nasıl sağlayacağını soruyorum: Nasıl sağlayacak?
(Şimdiye kadar hiç sağlamadı hep engelledi. Sözgelişi, orta okulda, lisede okurken, ders saatleri namaz vakitlerine de konulmuştu. Benim gibi milyonlarca genç, yetişme çağında, dinin direği olan namaz ibadetini emr edildiği vakitte yerine getiremedi, bu tutum, dört kuşaktan beri devam edegeldi, günümüzde de devam etmektedir. Adana’da, bir yıl kadar önce, orta öğretim gençleri, yer bulamadıkları, okulda bir oda ayrılmadığı için, okulun çatısında öğle namazı kılmışlardı da duayen gazeteci sayın bay Uğur Dündar, bu işe ceza vermeyen okul müdürüne işlem yapmadığı için Millî Eğitim Müdürünü eleştirmişti.)
Bu soru, halkın yüzde doksan sekizinin de sorusudur; laiklik, çoğunluğun en temel haklarını nasıl koruyacaktır?
Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu