Gazze'deki olayla birlikte hem Batı Şeria'yı, hem Gazze'yi, hem de kendi durumumuzu daha net görebiliyoruz. Peki, buna karşı bizim halimiz ne? Öğrenilmiş çaresizlik. Bir şey yapamıyoruz.
Prof. Dr. Tahsin Görgün kimdir?
Prof. Dr. Tahsin Görgün, 1961 Sivas doğumlu bir felsefe ve İslam düşüncesi tarihçisidir. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde tamamlayan Görgün, "Elmalılı Hamdi Yazır'ın Görüşleri ve İlim Felsefesi" başlıklı bir bitirme tezi hazırlamıştır. Türkiye Diyanet Vakfı bursuyla Almanya'ya giden Görgün, Berlin Freie Universität'te "Sprache, Handlung und Norm" (Dil, Davranış ve Hüküm) tezi ile fıkıh usulü ve felsefe doktorasını tamamlamıştır.
1995 yılında Türkiye'ye dönerek İslam Araştırmaları Merkezi'nde (İSAM) araştırmacı olarak çalışmaya başlamış, 2004 yılında doçent olmuştur. Almanya'da Frankfurt Goethe Üniversitesi ve Viyana Üniversitesi'nde misafir profesör olarak bulunmuştur. Prof. Görgün, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır.
Temel ilgi alanları arasında İslam düşüncesi tarihi, fıkıh usulü, felsefenin dil, bilgi, ahlak, tarih, siyaset, bilim, toplum gibi muhtelif konuları; Kur'an araştırmaları, Osmanlı-Batı ilişkileri, Alman idealist felsefesi ve hermeneutik bulunmaktadır. Avrupa Birliği sınırları içinde yaşayan Müslümanların meseleleri ile ilgili çalışmalar yapmaktadır. Çok sayıda eseri bulunan Görgün'ün önemli kitapları arasında "Sprache, Handlung und Norm", "Anlam ve Yorum", "İlahi Sözün Gücü" ve "Medeniyet Meselesi" yer almaktadır. Görgün, Arapça, Almanca, İngilizce ve Fransızca dillerine hakimdir.
Gazze’de yaşananları genel bir şekilde değerlendirip, dünya çapındaki önemini anlatır mısınız?
Öncelikle meselenin ne olduğuna bakmamız gerekiyor. Gazze dediğimizde hangi meseleyi konuşuyoruz? Gazze’de yaşananlar sadece bir grup insanın başka bir gruba zulmetmesi, onları öldürmesi, katletmesinden mi ibaret? Acaba konuştuğumuz konu bu mu? Eğer mesele buysa, çözümü nispeten kolaydır. Oradaki mazlumları zalimlerin elinden kurtarırsınız. Bunun en kestirme yolu nedir? Örneğin, iki devletli çözüm. Filistin'de iki devletli bir çözüm olursa sorun çözülmüş olur. Peki, buna gönlümüz razı olur mu? Olmaz. Demek ki sorun Filistin'de Müslümanların bir devletinin olmaması değil. Sorun daha esaslı bir noktada. Gazze dediğimizde, siz Gazze'yi nasıl biliyordunuz? Nasıl bir yer acaba? Gazze aslında tam bir açık hapishane. Hapishane ne demek? Hapishanede herhangi bir şey üretebilir misiniz? Üretemezsiniz. İstediğinizi yapabilir misiniz? Yapamazsınız. İstediğiniz gibi çıkıp girmek, gezmek, dolaşmak... Gazze'de bunu yapamazsınız.
Sadece Gazze değil, bütün Batı Şeria'yı düşünelim. Mesela, Batı Şeria'da insanlar 7 Ekim'den önce nasıl yaşıyordu? Şimdi kendinizi Batı Şeria'da hayal edin. Siz oradayken İsrail hükümeti bir karar alıyor ve diyor ki: "Şu bölgeyi yerleşime açıyorum." Karar alınan yeri boş arazi olarak kabul ediyorlar. Boş arazi olarak kabul ettikten sonra yerleşimcileri davet ediyorlar. Onların bir söylemi var: "Land without people, people without land". Yani bir yerde insanlar var, toprakları yok. Bir yerde topraklar var, orada insan yok. Bu onların resmî söylemleri. Yani Gazze'de veya Batı Şeria'da topraklar var ama insan yok, Yahudileri insanların olmadığı bu topraklara yerleştireceğiz diyorlar. Günlük hayat bu resmî söyleme göre işliyor. Ne oluyor? İsrail'le irtibatlı birini davet ediyorlar, oraya getiriyorlar ve diyorlar ki: "Şu parsel sana ait." Gidiyor adam, bakıyor ki orada bir ev var ve bir aile yaşıyor. Ne yapıyor sizce? "Ya burada birisi yaşıyormuş, ben dönüp gideyim" demiyor. Yanında güvenlik güçleriyle birlikte oradaki kişiye gidiyor ve diyor ki: "Burası benim mülküm, burayı terk et." Bu kadar net, bu kadar açık. Ya da bir yerleşimci gidiyor, orada bir ev görüyor. Biraz vicdanlı bir yerleşimci ise diyor ki: "Seni buradan çıkarmayayım, beraber yaşayalım." Güvenlik kuvvetlerinin desteğiyle eve giriyor. Nasılsa canı sıkıldığında öldürme yetkisi var, hiç sorun değil. Bütün yetkiler onda. Evin içerisine giriyor, oraya yerleşiyor ve diğerleriyle birlikte yaşıyor. Normal şartlarda, eğer evi beğendiyse evin gerçek sahibini oradan gönderiyor ve kendisi oraya yerleşiyor. Evi beğenmezse yıkıyor ve yerine kendi evi yapıyor. Günlük hayatın rutini bu. Gazze ve Batı Şeria dediğimiz yer böyle bir yer. Yani sürekli anlatılan "7 Ekim'le birlikte başlayan bilmem ne" hikayesi gibi bir şey başlamadı. Hiçbir şey başlamadı, orası zaten normalde böyleydi. Sadece orada yaşayan Müslümanlar bir şey yapamıyordu. Müslümanlar sadece tepki gösterdi, hepsi o kadar.
Peki, siz bunu biliyor muydunuz? Kim biliyordu bunun böyle olduğunu? Bunu örtbas ederek, gizleyerek öyle bir şekilde yaptılar ki. Asıl mesele şu: Amerika, Avrupa Birliği veya İngilizler istediği zaman, şu anda bile hiç gözünü kırpmadan Filistin'de yaşayan bütün Müslümanları katledebilirler. Amerika için insan öldürmek nedir ki? Amerika Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atan bir ülke. Hiroşima ne demek? Bir şehre bomba atıyorsunuz, oradaki insanların büyük bir kısmı ölüyor. Ölmeyenler de gözünü, kulağını veya organlarının bir kısmını kaybediyor ve o şartlarda, eziyet çekerek hayatlarının geri kalanını geçiriyor. Bunu yapan bir milletten bahsediyoruz. Üçüncü bir atom bombası atar mı? Elbette atar.
Mesela Ukrayna'da da savaş var. Niye, Ukrayna'da Siyonizm yok ki? Myanmar'da mesela, orada Siyonizm yok ki. Ama orada da katliam var. Yani demek ki mesele şu anda Gazze'de bizim gördüğümüz şey, yerküredeki normalleştirilmiş bir durumu temsil ediyor. Aslında normalite bu. Özellikle Yahudiler Holokaust'u yaşadıklarında Almanya'daki insanların, "Yahudilerle bizim başka nasıl bir ilişkimiz olabilir ki?" deme hâlleri yani.
Şimdi Filistin ve özellikle Gazze özelinde, bütün Müslümanlara yönelik olarak dünyadaki hegemon güçlerin bütün insanlığa ve Müslümanlara göstermek istediği bir şey var. O da şu: Bizim sizinle Gazze'de ve Filistin'de olandan daha farklı bir ilişkimiz olamaz. Siz başka bir şeyi hak etmiyorsunuz. Esas mesele şu ki, bunu normal bir durum haline getirmiş ve buna alışmıştık. Nasıl alışmıştık?
Örneğin, Türkiye'de Avrupa Birliği'ne uyum yasaları yaptık. Bunun gerekli olup olmadığı ayrı bir konu, konuşabiliriz. Ama bu yasalarla, özellikle aile düzenimizle ilgili çok ciddi bir yara açıldı. Bunu gördük ve İstanbul Sözleşmesi gibi örneklerde "bu bize uymaz" dedik ve kapatmaya çalıştık. Tamam, fakat bu sadece tekil bir olay. Bütün eğitim sistemimize bakalım. İlkokul çocuğuna soruyoruz, "büyüyünce ne olacaksın?" Aldığımız cevap, "Avrupa'ya gideceğim." Hangi şekilde gideceği hiç önemli değil. Hatta bir arkadaşımın anlattığı bir olay vardı. Bir fen lisesinde okuyan 15 yaşında bir kız çocuğu, anlaşmalı olduğu okulla birlikte Avrupa'da bir ülkeye, bir okulun misafiri olarak gidiyor. Oradan annesine (ki annesi ve babası da doktor) mesaj yazıyor: "Anneciğim, ben burada yaşamak isterim. Gerekirse bunun için ömür boyu tuvalet temizleyicisi olmaya razıyım. Yeter ki burada yaşayayım."
İnsanların bu hâle gelebildiği bir eğitim sistemimiz var demek ki. Bakın, bu çocuğu suçlamıyorum. Aileyi de hiç suçlamıyorum. Aslında o aile ve çocuk, içinde bulundukları ortamın, bize sundukları hissiyatın sadece sadık birer sözcüsü. O çocuk, saflığıyla aslında bütün bir eğitim sistemimizi gözden geçirmemize sebep olması gereken bir olayı bize sunuyor. Gazze'de bütün insanlıkla ilgili durum da böyle.
Gazze'ye hapishane benzetmesi yaptım ya, aslında bütün insanlık yerküre boyutunda bir hapishaneye dönüşmüş durumda. Sadece size çizilmiş, tanımlanmış sınırlar var. O sınırlar içerisinde size ne tanımlandıysa onu üstlenirsiniz, yaparsınız ve yapamazsınız. İsteyebileceğiniz şeyler bellidir, isteyemeyeceğiniz şeyler bellidir. İsteyebileceğiniz şeyler tanımlanır, reklamlarla size sunulur ve siz emeğinizi harcayarak size tanımlanmış ortamlarda yine emeğinizle bir şeyler kazanırsınız. O kazandığınız şeyle de size öğretilmiş olan ihtiyaçlarınızı karşılamak için uğraşırsınız ve o ihtiyaçlarınızı karşıladığınızda kendinizi özgür, hür hissedersiniz. İşte bu, “dünyacılık” dediğimiz şey. Aslında baktığımız zaman şu anda gerçekten bir hapishanedeyiz. Bütün insanlık bir hapishanede ve bütün insanlığın bu hapishanede olmasının Gazze örneği üzerinden insanlığın geleceğiyle bağlantısını kurabiliriz. Gazze'ye baktığımızda, sadece Gazze'yi düşündüğümüzde, İsrail'in orada yapmak istediği şey ne? Onlara göre Gazze, o topraklarda bulunmaması gereken iki ayaklı, dik yürüyen canlılarla dolu. Onların o topraklarda olmaması gerekiyor ve onları oradan sürecekler. Şimdilik hizmetkar olmalarına bile razı değiller. Çünkü şunu çok iyi biliyorlar ki onları hizmetkar edemeyecekler.
Gazze söz konusu olduğunda, henüz her şey bitmiş değil. Bosna'daki Dayton Anlaşması'na benzer bir şekilde bir mekanizma oluşturulup orada yaşayan insanların can güvenliğinin bir nebze sağlandığı ama bunun dışında hiçbir şekilde izzetini koruyamadığı şartlarda geçici bir düzen kurulabilir. Yani bu uzak bir ihtimal değil, olabilir. Ancak bu durum, "Gazze sorununu çözdük, bak" dedirtmemeli. Bu olmamalı, asıl çözüm bu değil. Çünkü Gazze bize bunu söylemiyor, Gazze'nin bize söylediği başka bir şey. Peki bu nedir? Esas itibariyle bu sorunu nasıl çözeceğiz? Üzerinde durmamız gereken asıl mesele bu.
I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından bölgede önce bir İsrail, Yahudi yerleşimciler meselesi ve Filistinlilerle ilgili bir sorun ortaya çıktı. Sonra Araplar ve Yahudiler arasında bir yerleşim meselesine, aralarındaki anlaşmazlıklara dönüştü. Ardından İsrail Devleti kuruldu ve Arap-İsrail Savaşı yaşandı. Daha sonra konu, Filistinlilerle İsrail arasındaki çatışmaya evrildi. Şimdi ise uluslararası alanda ve her taraftaki söylemlere baktığımızda Gazze-İsrail Savaşı olarak adlandırılıyor.
Bakın, olayın anlamını ortadan kaldıracak şekilde, küçülte küçülte bir söylem oluşturulmuş. Örneğin, ben Alman, Fransız ve Amerikan haberlerini düzenli olarak takip ederim. Diyelim ki Almanya'da yaşıyorsunuz. Almanya'da yaşayan sıradan bir insan olarak oradaki olayları şu şekilde öğreniyorsunuz: İsrail diye bir devlet var ve hayatları modern, düzenli şehirleriyle mamur. Öbür tarafta ise onların varlığını kabul etmeyen bir grup insan var ve bunlar terörist. Terörist olarak İsrail'e saldırıyorlar ve İsrail de kendini savunuyor. Bütün hikâye bu şekilde anlatılıyor. Batı Avrupa'da yaşıyor olsanız, meseleyle ilgili bilginiz bundan ibaret olurdu. İsrail'in yaptığı her şey, orada kendini savunan mazlum bir ülke olarak algılanıyor.
Şimdi böyle bir tablo var. Bunu dikkate aldığımızda, Batı Avrupa'da yaşayan insanların akıllarını kullanabildiğini düşünebiliyor musunuz? Fıkıhta, dinin, hayatın, neslin, malın ve aklın korunması anlamına gelen "makasıdü'ş-şerîa" vardır. Tür olarak insanlığı korumak için insanın canını koruyacaksın, malını koruyacaksın, aklını koruyacaksın, neslini koruyacaksın, din ve vicdan hürriyetini koruyacaksın. Bunlar genel olarak korunursa, insanlık tür olarak varlığını sürdürebilir. Ancak Gazze'ye baktığımızda, Gazze'deki insanların can güvenliği yok. Gazze'de yaşayan insanların akıllarını kullanma özgürlüğü yok. Oradaki insanların din hürriyeti yok. Oradaki insanların nesil özgürlüğü yok. Hiçbir hürriyetleri yok çünkü orası bir hapishane.
Gazze’de olanlar dünya sathına yayılarak bakılacak olursa sanki modern dünyanın bir tablosu çıkıyor o zaman?
Kesinlikle öyle. Bunu genişletip bütün insanlığa baktığımızda, insanlığın hayatında da bu yapısal olarak devam ediyor. Şu anda dünyanın dört bir tarafında yapılan en büyük araştırmalar, insanlık türünü nasıl aşarız, yok ederiz üzerine kurulu. Yani bütün transhümanizm, teknolojik tekillik araştırmaları, yapay zekâ ve robotlarla ilgili araştırmalar, nükleer ve biyolojik silahlar, insanlığın yok edilmesi üzerine kurulu. Diğer taraftan, bütün dünyada bilim ve medya adı altında öyle bir ağ, öyle bir işleyiş var ki insanlar gerçekten kendi akıllarını kullanamıyorlar.
Nesil tehlike altında, can güvenliği zaten yok. Mal güvenliği söz konusu olduğunda ise şöyle bir düzen var; Afrika'dasınız ve sekiz saat çalışıyorsunuz, alacağınız ücret belli. Amerika'da çalışıyorsunuz, alacağınız ücret belli, ama Amerika'da bile belki 20 farklı yaşam standardı var. Bunu dikkate aldığımızda inanılmaz bir emek sömürüsü ortaya çıkıyor. Çin'de çalışıyorsanız saat ücretiniz belli, ama tüm bunlar IMF, Dünya Bankası gibi 'tarafsız' kurumların gözetiminde yönetiliyor. Yani insanlık türünün malını koruması diye bir şey söz konusu değil. İnsanların malı, mülkü, serveti, yer altı ve yer üstü zenginlikleri sürekli ve sistematik olarak gasp ediliyor.
İslâm dünyasının, Filistin'deki sorunlar gibi dünya çapındaki meselelerde etkili bir çözüm geliştirememelerinin temel sebebi nedir?
Gazze'deki olayla birlikte hem Batı Şeria'yı, hem Gazze'yi, hem de kendi durumumuzu daha net görebiliyoruz. Peki, buna karşı bizim halimiz ne? Öğrenilmiş çaresizlik. Bir şey yapamıyoruz. Ne yapıyoruz? Gösteri yapıyoruz. Kermes düzenleyip, bir araya gelip yardım toplayıp gönderiyoruz.
Peki ,bu aslında ne anlama geliyor? Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin. Bu ilk emir. İkincisi, en azından bunu anlatın, konuşun, "bu kötüdür" deyin. Üçüncüsü ise kalbinizde buğz edin. Bu da zaten imanın, Müslümanlığın en zayıf derecesi. Şimdi kendi halimize baktığımızda, biz konuşuyoruz, anlatıyoruz ama sadece kendi aramızda konuşuyoruz.
Filistin'deki sorunun bütün insanlığa ulaşacak şekilde, türlü türlü yöntemler kullanarak, medyasıyla, akademik çalışmalarıyla, belgeselleriyle bütün insanlığın ulaşabileceği bir söylem seferberliği oluşturmamız gerekiyor.
Bununla ilgili olarak ne eksiğimiz var mesela? Paramız mı eksik? Müslümanlarda paradan bol şey yok ki. Bütün dünyadaki Müslümanları düşünün. Müslümanlar paralarını Amerikan ve İngiliz bankalarından çekse dünya finans sistemi çöker, o kadar çok para var. Demek ki para meselesi değil. Başka, yetişmiş insan meselesi mi? İstemediğiniz kadar. Akademiler, bakın Türkiye'de 200'ün üzerinde üniversite var. İslâm dünyasını bir düşünün. Peki sorun nerede? Sorun tam da burada, "Biz bir şey yapamayız" düşüncesinde.
Öğrenilmiş çaresizlik çok önemli bir kavram. Bunu aslında Münih Güvenlik Konferansı'nda Almanlar özellikle kullandı. Almanlar, Avrupa Birliği'nin şu anki durumunu öğrenilmiş çaresizlik olarak nitelendirdiler, isimlendirdiler. Bunu nerede gördük? Ukrayna Savaşı'nda. Ukrayna söz konusu olduğunda ne oldu? Ukrayna, Rusya'nın önüne atıldı. Ardından Amerika bütün Avrupa'ya kelimenin tam anlamıyla çöktü.
Şu anda bütün Avrupa, Avrupa Birliği dediğimiz yapı, Amerika Birleşik Devletleri'nin eline rehin düştü. Amerika Birleşik Devletleri'nin dediği her şeyi yapmak zorundalar. Neden? Çünkü ortada Rusya tehlikesi var. Örnek olarak, "eğer dediğimi yapmazsanız Ukrayna'nın haline dönersiniz" deniyor. "Ama bunlar müttefik, müttefikler birbirlerine bunu nasıl yapar?" diyebilirsiniz. İşte, biz böyle bir dünyada yaşıyoruz.
Böyle bir dünyada yaşadığımızın farkında olmalıyız. Böyle bir dünyanın farkında olduğumuzda, Avrupa Birliği'nin öğrenilmiş çaresizlikten bahsetmesi -ki gerçekten de öyle- daha anlamlı hale geliyor. Avrupa Birliği'nde insanlar Rusya'ya karşı direnebileceklerini düşünmüyorlar. Öyle bir insan kaynağı yok. Avrupa Birliği'nde Ruslara karşı gerçek anlamda savaşabilecek durumda olan insanların oranı çok düşük. Bu, dünyevîleşmeyle ilgili bir durum. İnsanlar, basit dünyevî çıkarlarını özgürlük olarak görüp, bunu kabullenmiş durumdalar. Kabullendikleri için de o rahatlarından vazgeçmeyi düşünemiyorlar, akıllarına bile getiremiyorlar. Ancak Müslümanlar söz konusu olduğunda biz böyle değiliz. Avrupa'da ve Batı dünyasında yaşayan insanlar için iyinin ve kötünün birbirinden ayrı bir kriteri yok olmuş durumda. Öyle bir şey yok. İyi ne, kötü ne? Sadece haz, fayda, çıkar, arzularıma ve arzu nesnelerime ulaşma imkânım var mı, yok mu? Var, o kadar. Bunu hukukun sınırları içerisinde yapıyorsam sorun yok. Bütün insanlığa bu şekilde bakış açısı da zaten evrim teorisinin getirdiği bir şey. Yani iyi ve kötü, normalde insan için geçerli olan kavramlar. İyinin ve kötünün anlamlı olmadığı bir hayat tarzı düşünün. İyinin ve kötünün söz konusu olmadığı bir hayat tarzında "emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker" gibi bir kavram tamamen anlamsızlaşıyor. Ancak Müslümanlar söz konusu olduğunda, eğer ferdî düzeyde kalırsak, bu bizi gerçekten de öğrenilmiş çaresizliğe sürükler. Bu durumdan kaçınmamız gerekiyor. Bu bireysel seviyeyi, bu bilinci, her durumda şuurlanarak aşmak zorundayız. Bunda hiçbir şüphe yok. Bunun da ötesinde, sahip olduğumuz tüm imkanları formel hale getirip, bir güce dönüştürecek mantıklı yollar geliştirmemiz gerekiyor.
Eğer sahip olduğumuz gücü -para ise para, insan gücü ise insan, yetişmiş insan gücü ise yetişmiş insan gücü, akademik çalışmalar ise akademik çalışma, hiç fark etmez, bütün alanlarda; ordu ise ordu, asker ise asker, teknoloji ise teknoloji- formel bir şekilde, tüm imkanlarımızı bir amaca yönlendirerek bir bütünün parçası olarak etkin bir şekilde kullanamazsak, elimizle kötülüğü değiştirme konumunda olamayacağız. Bu, tek tek hiçbirimizin yapabileceği bir şey değil. Peki, o zaman ne yapmalıyız? Şu ândaki İslâm dünyasını düşünün. İslâm âlemi kendi aralarında, söz ve iş birliğinin mantıklı yollarını formel hale getirme anlamında bir başarıya ulaşsaydı; öyle bir formel yapı oluşsaydı ki, kimin orada olduğuna bakılmaksızın bir söz ve iş birliğinden doğan bir güç birliği oluşmuş olsaydı... 2 milyar Müslüman'dan bahsediyorum.
Bu 2 milyar Müslüman, yapay zekâ alanı, internet alanı vb. alanlarda, diyelim ki yazılım yapacak. Yazılım söz konusu olduğunda şu ânda Çin'in yaptığından çok daha iyisini yapabiliriz. Amerika'nın oluşturduğu yazılımlara mahkûm olmak gibi bir zorunluluğumuz yok. Bunu yapabilir miyiz? Elbette yapabiliriz. Örneğin, Türkiye'nin yazılım alanında çok ilerlediği bir gerçek. Peki, buradaki eksiklik ne? Yazılım formel bir şey, ancak ona ruh ve can verecek olan idealler.
Peki bizim ideallerimiz nerede? Kendimizi olmazsa olmaz deyip savunmak zorunda olduğumuz, yani bir sorumluluğumuzun olduğu bir şey olması gerekiyor. Bir amaç için bütün bunları yapıyor olmamız lazım. Bu amacın hem bireysel, hem toplumsal, hem de sistem olarak, hepsini birleştiren bir şey olması gerekiyor. Hem bireysel, hem toplumsal, hem de sistem olarak bu amaca bağlı olmalıyız. Sistem derken illâ siyaseti düşünmeyin. Siyaset sadece unsurlarından biri, belki de en önemsizi.
Daha önemlisi ne? Örneğin ekonomik alanda iş birliği çok önemli. Almanya, Fransa ve Amerika arasında ekonomik olarak öyle bir bağ var ki, onların birbirleriyle savaşma ihtimali sıfır. Mesela Almanya'nın, herhangi bir konuda Amerika'nın talebine itiraz etme ihtimali sıfır. Neden? Çünkü Almanya'nın tüm gelirinin, ihracatının yüzde 40'ı Amerika'ya, geri kalan %60'ı da Fransa ve Avrupa Birliği ülkelerine gidiyor. Dolayısıyla ekonomik olarak o kadar bağımlı ki, orada herhangi bir şekilde sesini çıkarma ihtimali yok.
Müslüman ülkeler de kendi aralarında ekonomik olarak öyle bir ağ oluşturabilir ki, bu ağ, akıl ve bilimle oluşturulduğunda, Suriye olmadan ben olamam, Irak olmadan ben olamam, Suudi Arabistan olmadan ben olamam anlayışına ulaşabiliriz. O noktaya ulaşırsak, işte o zaman asıl himmet birleştirme dediğimiz şey gerçekleşir. Gerçekleşme imkânı doğar.
İslâm dünyasının nasıl bir ortak tavır sergilemesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Nasıl bir güç birliği oluşturulabilir? Hem bireysel hem de toplumsal düzlemde.
Öncelikle mesela boykot yapacağız. Tabii ki yapacağız. O noktada bir şey yok. Ama ferdî olarak yaptığımız vakit o bireysel olarak kalacak. Mesela boykot meselesi değil. Önemli olan nokta ne? Müslümanların o eli, bütün mertebelerden ekonomik olarak, entelektüel olarak, ilmi olarak, propaganda olarak, işte bütün yapay zekâ alanlarından internet ortamlarına, efendim bütün medyaya yayması. Şu anda Türkiye'deki medyayı düşünün. Bütün televizyonlar ve oradaki diziler ve oradaki programları düşünün. TRT dahil. O bir bazı sınırlı tarihi filmleri falan onları bir kenara bırakıyorum. Ayrı bir konu. Bütün şeylere bakın, şöyle; aslında manevî olarak biz Gazze’yi, Türkiye'de bu medya üzerinde yaşıyoruz zaten. Bu medya sözde bizim kendi medyamız, ama bakın Türkiye'deki bu medya bize sürekli sürekli bir şiddet uyguluyor. İnanılmaz bir şiddet var. Yok sabah kuşağı, öğle kuşağı bilmem ne… Hele hele haberler söz konusu olduğunda, bakın öyle şey ki, Türkiye'de sırf haber programlarının bizzat kendisi bu millete yapılan, uygulanan bir şiddet. Bu şiddet Gazze’deki şiddetten daha az değil. Gerçekten değil yani. Mesela siz oturup da diyelim X televizyonunun ana haber bültenini şöyle seyrettiğinizde, gönül huzuru içerisinde "Ya, ne güzel bak. Yani şöyle bir memlekette yaşıyorum." dediğiniz oldu mu? Olabilir mi yani? Halbuki sizin kendi yaşadığınız gerçeklik, o irtibat halinde olduğunuz gerçek hayatınızda, o haberlerde gördüğünüzün ne kadarını görüyorsunuz? Belki hiçbirisini.
Yani düşünün ki 85 milyon insanın yaşadığı bir yerde müsaade edin de bu kadar kötülük olsun. Ama bütün kötülükleri böyle sadece haber olarak onları sunan ve insanlara şiddet uygulayan bu manada bir medyanın olduğu yer, siz özgür olduğunuzu mu düşünüyorsunuz yani?
Şimdi bu nasıl olacak? Bütün televizyonları kapatalım, değil işte. Burada esas mesele nedir? Esas mesele bütün o medya kültürünü adım adım dönüştürerek, değiştirerek onu makul yolda hem bu millete hem insanlığa hem Müslümanlığa hizmet edecek hale getirmenin makul yollarını düşünmek, geliştirmek zorundayız. Zorundayız. Bu bir mecburiyet. Böyle bir çözüm yolu yok. Dolayısıyla o Gazze’de gördüğümüz aslında bizim çok farklı katmanlarda maruz kaldığımız şiddet. Gazzeliler bizim için (dikkatli bir şekilde ifade edersem) aslında bir rahmet. Gerçekten de oradaki yaşanan hadise biz ibret alırsak şayet, bizim için bir rahmet kaynağı. Niye? Kendimizi tanıma, kendi kusurlarımızı görme ve telafi etme imkânı.
Filistin için Müslümanlar ne tür stratejiler geliştirmelidir ve Türkiye'nin bu süreçteki rolü ne olmalıdır?
Gazze'deki yaşadığımız, o gördüğümüz sorunu esas itibariyle, yeryüzünde hiç kimse Siyonizm'i, Siyonizm'in mümkün olduğunu düşünme imkânına sahip olmazsa çözmüş oluruz. O topraklar Allah'ın yarattığı arz ve o Allah'ın arzı bütün insanlık için. Bütün insanlar için. Filistin'de sadece Müslümanlar yaşayacak, Filistin'de sadece Araplar yaşayacak ya da sadece Yahudiler yaşayacak diye bir şey yok. Filistin'de bütün insanlar yaşama hakkına sahiptir. Ama nedir? İnsan onuruna sahip olarak ve saygı duyarak.
Peki, Filistin örneğini konuştuğumuz için Filistin'de bu şartlar var mıydı? Tabii ki vardı. Müslümanlar oraya hâkim olduktan sonra asırlarca orada insanlar insan onuruna uygun şekilde yaşadılar. İnsan onuruna uymayacak şartlar ne zaman oluştu? Bir Haçlı Seferleri zamanında Haçlı Devleti kurulduğunda orası kan gölüne döndü. Yani, değil mi? 250 yıllık bir dönemdir. Bir de Osmanlı Devleti çekildikten sonra, İngilizlerin orayı tahakküm etmesi ile birlikte orada insan onuru artık anlamsızlaştı.
Şimdi çözüm belli. Çözüm nedir? Bakın medeniyeti tanımlarken Kınalızâde der ki: "Farklı meşrep ve mezhep ve meslek, meşrep ve din mensuplarını barış içerisinde ve birbirini destekleyecek şekilde bir arada yaşamasıdır " der. Bizim düşmanımız yok bu mânada. Düşmanımız insanlar değil. Peki, bizim düşmanımız kimdir? İşte, bizim düşmanımız aslında insanları birbirlerine düşmanlaştırarak, o düşmanlığı yöneten ve onun üzerinden geçinen büyük yapı. Bu tezgâh sadece Gazze ile alakalı da değil. Suriye'de yapılan başka bir şey değil ki. Irak'ta tezgahlanan şey başka bir şey değil ki. Oradaki farklılıkları siyasîleştirip, çatışmalar üretip, onun üzerinden orayı yönetmek. Bu kadar. Yönetirken de ne yapıyor? İşte, Siyonistlere de bir alan, bir imkân, imkân alanı açıyor. Diyor ki: "Bakın, ben size şurada şöyle bir imkân sunacağım." Şimdi mesele şu değil, yani biz şimdi tutup varsayalım, orada İsrail diye bir devlet yok. Tamam. Sorun çözüldü mü? Hayır. Mesele bu değil yani. Netice itibariyle şunun farkındayız, bütün insanlık tarihinin bize öğrettiği şey şu: Müslümanlar söz sahibi değilse insanlık mutlu değildir, olamaz. Bütün bir tarihin bize öğrettiği şey bu. Endülüs bize bunu öğretti. Bütün o Balkanlar'da olup biten şeyler bize bunu öğretti. Kırım'da yaşananlar bize bunu öğretti. Kuzey Afrika'da, Afrika'da şu anda hâlâ devam eden şeyler bize bunu hep söylüyor. Müslümanlar söz sahibi değilse, yegâne söz sahibi değilse, insanlık tür olarak tehdit altına giriyor. Tür olarak varlığımız tehdit altına giriyor. O zaman biz burada şöyle bir şeyden kaçamayız. Gücümüz yetmiyor diye bir şey denemez. Gücümüz var. Ama gücümüzün olduğunu bilmiyoruz. Gücümüzü nasıl temin edeceğimizle alâkalı gayretimiz yok. Kendimizi ve kendi imkânlarımızı dikkate alarak, onu araştırarak, onu gerçekçi bir şekilde tespit edip, makul bir şekilde organize etme/olma konusunda eksiklerimiz var.
Bizim sahip olduğumuz gücü gerçekçi bir şekilde tespit edip, bunu harekete geçirecek insanımız var. Mesela Türkiye'de akademisyen mi yok? İstemediğiniz kadar. Bu akademisyenlerin becerisi mi yok? İnanılmaz, çok zeki ve çalışkan insanlar. Samimi söylüyorum. Ne kadar çalışıyorlar. Ben biliyorum. Fakat öyle bir tezgâh var ki akademimizde bile yapılan hiçbir iş bu memleketin hayrına değil. Nasıl bir şey bu? Yani imkânlarınız var. Çok da çalışkansınız. Fakat çalışmamızın “bereketi” yok. Akademik mânada diyorum, ama bu diğer alanlar için de geçerli bu. Nasıl oluyor bu? Bunun örneğini biz gördük. Mesela şöyle düşünün. Yani mesela bütün o SİHA’larda, Kızılelma’da, Millî Muharip Uçaklarda gördüklerimizden ibaret. Aslında nasıl davranmamız gerektiğinin orada çok güzel bir örneğini görüyoruz. Nedir? Orada düşünün 20.000 tane mühendis, birbirleriyle hiç alâkası olmayan mühendis, formel bir mekanizmanın içerisinde bir gayeye matuf olarak vazife üstlendiğinde başaramayacakları hiçbir şey yok.
Şu ânda Türkiye'nin teknik ve teknolojik olarak yapamayacağı hiçbir şey yok. Her şeyi başarabilir. Yapar da yapıyor da yani. Ama teknik, teknolojik alan kendi başına yetmiyor. Ne lâzım? İşte, ruh lâzım. İşte, o ruh, bakın var. Fakat o ruhla bizim aramızda böyle perdeler girmiş, bir sürü perde, perde.... İşte, o perdelerin her birisini böyle adım adım keşfedip, keşfettikten sonra böyle aşağı inip, kendi özümüzle irtibatlanıp, onu başarmak zorundayız. Bunu başaracağız. Bunu başardığımız vakit, yani şunu ifade edelim, İslâm dünyasının ihtiyacı olan şeylerden birisi bir sıra başı. Sağlam bir sıra başı. Ve ben Türkiye'nin bu mânada sağlam bir sıra başı olmak için bütün imkânları bünyesinde ihtiva ettiği noktasında zerre kadar şüphem yok. O bir olduktan sonra birinci, onun ikincisi yanına dizilecek olan yeterince memleket, millet, insanlığın içerisinde var. Yani tutup da mesela Latin Amerika'dan bile birilerinin gelip, Türkiye'nin yanında hizalanması öyle tesadüfi değil yani.
Son olarak Türkiye nasıl bir rol üstlenmeli bu son olaylardan sonra?
İnsanlığın ciddî şekilde yeniden bir hizalanmaya ihtiyacı var. Bunu her katmanda yapmak lâzım. Yani sadece tek katman, ekonomik olarak yapalım, olmaz. Entelektüel olarak yapalım, olmaz. Bireysel olarak yapalım, olmaz. İşte, uluslararası ilişkiler, devletler bir araya gelsin, birlik, işte paktlar oluştursun, olmaz. Tek başına olmaz. Bunların hepsi, hep birlikte ve yeri geldiğinde doğru olan şey gerçekleşir. İmam Ebu Hanife ne güzel söylüyor işte: "Nefsin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesi." Oradaki nefsi ümmet ve insanlık olarak düşünün. Bakın, çözümün yoluyla alâkalı her şey var aslında. Lehimizde ve aleyhimizde olanı tespit edip, aleyhimizde olanı azaltmak, lehimizde olanı geliştirmek. Onunla uğraşacağız yani. Bu kadar. Bunu söylemek kolay ama biliyorum, yapmak zor. Fakat biz, şöyle söyleyeyim, Türkiye'de özellikle, İslâm dünyasında da bunun başarabileceğimizle alakalı önemli tecrübelerimiz de oldu. Yani o konuda şüphe yok. Şimdi karamsar değiliz. Kızgınız. Eyvallah.
Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 32. Sayı Ekim 2024