Şiddet, toplumu çepeçevre saran bir “afet” haline gelmiştir. Bu konu, polisiye ve cezalandırma yoluyla değil, insanların ruh dünyalarının eğitilmesi, ahlaki değerlerle bezendirilmesi ve onlara, insani ve ahlaki bir dünya sunulması ile giderilebilme imkanına sahiptir.

Malumunuz olduğu üzere son günlerde yaşanan dehşet verici suç hadiseleri gündemi ziyadesiyle meşgul ediyor... Daha da evveliyatı var ama bildiğiniz gibi önce Edirnekapı surlarında yaşanan vahim hadise vuku buldu... 19 yaşındaki biri, iki genç kızı hunharca katledip surlardan aşağı atlayarak intihar etti... Ve en son 'Yenidoğan çetesi' denilen bir grubun, akıl almaz bir vicdansızlıkla yeni doğmuş bebekler üzerinden maddi menfaat sağlamak üzere cinayetler işlediğini öğrendik... Size göre bu hadiseler, toplumun hangi sosyolojik dinamiklerinin bozulduğuna işaret ediyor?

Evet, belirttiğiniz gibi, bu olaylar normal bir toplumda karşı karşıya kalınabilecek hadiselerden değil. Suç olayında, en acımasız ve merhamet duygusunun kalmadığı örnekler bunlar. Üstelik, giderek de artıyor ve toplumu saran bir kaos haline geliyor. Bir insanın, normal bir eğitim görüp, inanç ve ahlak değerlerini gereği gibi almasının sonucunda böyle bir davranışa yönelmesi, mümkün değildir. Bununla, insanımızı eğitemediğimizi ve onlara “değer yükleyemediğimizi” belirtmek istiyorum. Yapılan eylem ve cinayetler, normal bir ruh hali ile açıklanabilecek nitelikte işler değildir. Bu olayları gerçekleştirenler; sapıtmış, gözü dönmüş ve insan sevgisi kalmamış insan görünümlü canavarlaşmış türler olarak adlandırılabilir. Hukuk ilmi, bir fiili ölçerken, o fiili işleyen kimsenin durumunu da araştırır. Ve o kişiyi, o şartlar dahilinde değerlendirir. Yani suç eylemi, insanın içinde doğan ve gelişen bir hadise değildir ve onu hazırlayan çeşitli sebepler ve şartlar vardır. Dolayısıyla, bu olayları; sadece o olayları yapan kişiler açısından ele almak, konuyu derinlemesine incelememek olacaktır. Burada, olayı biraz daha incelediğimizde, insanları suça teşvik eden faktörler bulunmaktadır. Bunun en etkili odaklarının, medya ve film endüstrisinde yer alan anormal ve sapkın düşünceler olduğunu söylemek mümkün. Bu yayın organlarında suç, çeşitli film ve haberler ile öyle allayıp-pullayıp insan zihinlerine sokulmaktadır ki, sanki normal bir olay halinde sunulmaya çalışılarak, insanların duygu ve hayatları üzerinde bir suç işlenmektedir. Çeşitli film ve diziler, kabadayı, gangster, hırsız ve kadın ve aileyi bozan örneklere sahiptir. Toplumun hafızasında bu konu, her ne kadar kötü örnekler olsa da yerleşmekte ve bir “bilgi kaynağı” olarak yer etmektedir. Bir başka şiddet kaynağı ise, “bilgisayar oyun endüstrisi”dir. Bu oyunlar, çocukları; hayata vahşi bir mücadele ve kazanmak için her yolu mubah kabul eden bir kültür ile yetiştirmekte ve çocuklar da, normal yolla elde etmek istedikleri hedefleri, şiddet yoluyla gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.

Sonuç olarak şiddet; belli merkezler tarafından üretilmektedir. Hukuk ve eğitim, bu konuda çaresiz kalmakta ve hatta, bir manada, illegal çalışmaların rahat çalışması için, “etliye sütlüye karışmayan” bir eğitim sistemi ile, sadece bilgi nakli yapılıp, asıl eğitme görevi yerine getirebilme imkânı bulamayacağı bilinmektedir. Şiddet, toplumu çepeçevre saran bir “afet” haline gelmiştir. Bu konu, polisiye ve cezalandırma yoluyla değil, insanların ruh dünyalarının eğitilmesi, ahlaki değerlerle bezendirilmesi ve onlara, insani ve ahlaki bir dünya sunulması ile giderilebilme imkanına sahiptir.

Bu tarz suç vakalarında şiddet ve suç eğilimlerinin artmasını, fertlerin aile yapısından topluma kadar nasıl bir değişimle açıklarsınız? Aile yapısındaki bozulmaların ana sebebi sizce nedir?

Suç, toplumdaki değer ve kuralların olmamasından veya aşınmasından kaynaklanır. İnsan, suç işlemeye müsait bir yapıda yaratılmamıştır. Suç, insanın bütün benliğini rahatsız eden, “insandışı bir hareket”tir. İnsan, insani ve ahlaki değerler ile yetiştirilmediği zaman, şahsi istek ve ihtirasları ile baş başa kalır ve onların doğrultusunda hareket eder. Aile ve toplum, bunun için ahlak ve kültür değerleri ile eğitilmek ve biçimlendirilmek zorundadır.

Türkiye toplumu, belli bir değişime uğramıştır. Fakat bu değişim, bir bozulma değil, kendi değer ve medeniyet bilgisinden uzaklaştırılmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, bugünkü eğitim ve sosyal yapı, Batı’nın modernist değerleri ile şekillendiğinden, insan ve toplumdaki bozulma da, insandan değil; insanı dejenere eden ve onu ruh değerleri ile iyi bir insan haline getirme özelliğinden yoksun eğitim ve sosyal yapı şartları ile büyük ölçüde ilgilidir. Eğer, insanı en iyi ve güçlü değer ve bilgiler ile yetiştirip, buna rağmen, toplumda bir bozulma görseydik, ahlak ve kültür değerlerinin yetersizliğinden bahsedebilirdik. Ama, maalesef böyle bir durumdan fazlasıyla bahsedemiyoruz. Çoğunlukla, kendi kültür ve kimliğinden uzak kalan bir sosyal ve siyasi ortamdan bahsetmek durumundayız.

Toplumun içinde bulunduğu seküler normlar ve geçerli resmî ideolojinin bu hadiselerdeki rolü size göre nedir?

Biraz önce bahsettiğim durum, aslında Türkiye’nin bilgi ve değer açısından kendi kaynaklarından uzaklaşıp, başka bilgi ve değer sistemleri ile, farklı bir dünyaya doğru yöneltilmesinden kaynaklanmaktadır. Seküler normlar, din ve ahlak ile bağlantısı olmayan bir bilgi ve yaşama tarzını ortaya koymaktadır. Sekülerizm, Hristiyanlığın kendi din adamları tarafından, dayatılan ve din adına kendi dini kişilerin görüşlerini ortaya koyan bir duruma karşı, benimsenen bir anlayış olup, sadece Batı dünyası için geçerli olan bir konudur. Ne İslam toplumlarını ve ne de, Batılı olmayan diğer toplumları ilgilendiren bir konudur. Buna rağmen, Türkiye’de belli bir dönemde yönetimdeki insanlar tarafından ya kasıtlı veya yanlış bir seçim olarak benimsenmiş bir anlayışı ve ideolojiyi temsil etmektedir. Dolayısıyla, sosyal açıdan “geçersiz ve kabul edilemeyecek” bir tercihtir. Fakat, birçok konu gibi, bu husus da halkın istek ve iradesi ile değil, belli bir siyasi ve ideolojik grubun halk üzerinde dayatması ile yerleşmiştir ve hala da bu yanlış tutum devam etmektedir.

Şehirleşme ve göç olgusunun getirdiği toplumsal dönüşümler, fertlerin şiddet ve suç eğilimlerinde bir rol oynuyor mu? Özellikle büyük şehirlerdeki suç oranları ile kırsaldaki oranlar arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?

Şehirleşmenin doğrudan doğruya ve genel olarak şiddeti doğurduğunu söylemek mümkün değil. Fakat, Batı tarzı maddi anlayış ve sistemlerin toplumda hâkim olması, ahlakın sosyal ilişkilerde etkisiz hale gelmesi, dostluk ve komşuluk ilişkilerinin maddi veya seküler-modernist hayat tarzı ile, giderek azalmasını sağlayan endüstri ve eğlence merkezli şehir anlayışının şiddete yol açtığını kesinlikle söyleyebiliriz. Yapılan sosyal araştırmalarda, şehir ve kır bölgeleri arasında şiddetin şehir aleyhine artmış olması, şehir hayatında manevi, sosyal ve kültürel değerlerin yerini, günübirlik yaşama, eğlence, kişisel tatmin araçlarının çoğalması ve en önemlisi, insanları medeni ve ahlaki bir değer sistemine yöneltici kurum ve çalışmaların azlığı, şehri; kurgusu ve mantığı itibariyle, şiddete ve suça teşvik edici bir hale getirmektedir. Araştırmalarda şehir ve kır bölgelerinde şiddetin şehirde daha çok görülmesinin yanında, geçen zaman içinde kır bölgelerinde iki kata varan suç oranının, şehirlerde 3-4 kata kadar çıkmış olması da, şehir hayatının insanları iyilik ve huzur merkezli bir hayatı sağlayacak kurum ve ilişkiler sistemine sahip olmamasını göstermektedir.

Toplumdaki şiddet eğilimlerinin medya, dijital dünya ve popüler kültürle ilişkisi nedir? Özellikle sosyal medya ve TV programlarının bu tarz olaylar üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplumdaki şiddet eğilimleri, medyanın bu konudaki haberleri abartılı bir şekilde vermesi, filmlerin bu kurgu ile kendini gündemde tutması ve TV programlarının çeşitli toplumsal problemleri, polis veya hukukçu tavrıyla ele alması ile şiddet ve kargaşanın daha da arttığı kanaatindeyim. Zaten sosyal medya, kontrolsüz ve belli ideolojik ve hedonik merkezlerin kontrolü altında her değerimizi yok etmek için planlanmış bir alan olarak kendisini gösteriyor. Bütün bu çarpık ve yanlış gelişmeleri, ülkemizde takip edip, bunlara “dur” diyecek bir merci maalesef yok. Adeta, gençlerimizi ve halkımızı, manen parçalamak ve yok etmek isteyen, acımasız bir arenanın ortasına atılmış gibi görüyorum. Kötülükler, serbest bir şekilde kendi hedeflerine kolayca ilerleyebiliyor. Bu ortamda ne aile, ne gençlik ve ne de halkımız, kendini muhafaza edecek kültürel ve ahlaki bir yetkinliğe sahip değil.

Mevcut iktidarın bu tarz meseleler üzerindeki tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre iktidarın üzerine düşen görevler nelerdir?

Mevcut iktidar, kendisini muhafazakâr bir konumda görmesine rağmen ne ideolojik, ne de sanat adına toplumu yozlaştırıcı çalışmalara köklü bir engel ve tedbir alıyor. Sadece, belli suç merkezlerine yönelik çabalar içinde kalabiliyor. Mesela, toplumu çeşitli görsel vaadlerle kandıran ve bunun üzerinden milyarlar kazanan sosyal medya fenomenleri, bir şekilde hukukun elinden kaçıp, toplumda oluşturdukları yanlış ve zararlı imajlarının bedelini ödemiyorlar. Bu konuda, hukuk sisteminde nelerin döndüğünün araştırılması gerektiğini düşünüyor ve “hukuk adamlarının vicdanı” konusunun, sadece alışılmış bir cümle olarak değil; somut deliller ile ortaya konulmasında önemli faydalar görüyorum. Çünkü, suç örgütleri, artık çok ciddi bir tehlike haline gelmiştir. Yenidoğan Çetesi’nin bir savcıya rüşvet vermeye çalışıp onu tehdit ettiği bir olayın yaşanması, şiddete dayalı illegal olayların hangi boyutlara ulaştığını gözler önüne sermektedir.

Adalet sisteminin ve suçlulara yönelik cezaların caydırıcılığı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Adalet sistemi, maalesef bu toplumun ahlaki, dini ve geleneksel değerleri üzerine kurulmadığından, toplumu anlama ve sosyal problemleri çözme konusunda yeterli sosyal özelliklere sahip değildir.  Aynı zamanda, topluma inecek sosyal ve geleneksel bağları da mevcut değildir. Hukuk, dayatmacı ve zorlayıcı değil, ikna edici ve toplumsal kültür ile varlığını göstermelidir. Ama, mevcut Batı kaynaklı hukuk sisteminde bu tür özellikleri göremiyoruz.

Toplumsal inanç, ahlak ve değerlerin yozlaştığı ve insanların sadece korku ile suçtan uzaklaştırılmaya çalışıldığı bir sistemde, suçları önlemek imkânınız çok azdır. Bu yüzden, suçları önleyecek ahlaki eğitimi ve kültürel formasyonu oluşturmadan, hukuktan her şeyi çözmesini beklemek mümkün değildir. Hukuk, toplumumuzun kültür, ahlak ve inanç değerleri ile yeniden şekillenmedikçe, suç olayının sadece ceza ile olaylara bakmak durumunda kalacağını söylemek durumundayız.

Türkiye'de özellikle mahalle kültürünün kaybolmasının suç oranlarındaki artışla sizce bir ilişkisi var mı?

Müslüman Türk toplumu, mahalle kültürü ile sosyal sistemini şimdiye kadar ayakta tutabilmiştir. Mahalle kültürünün kaybolması ile insanlar, sahipsiz ve kuralsız yaşamaya başlamış ve toplumsal kaynaşma ve dayanışma, büyük ölçüde zayıflamıştır.

Bazı, kendini bilmezlerin, “mahalle baskısı” diye, aslında olması gereken yumuşak ve samimi kontrol sistemini ortadan kaldırması gerektiğini söylemeleri, insanları birbirine yabancılaştırmış ve suça son derece uygun bir zemin hazırlamıştır. Kültürümüzde komşuluk olayı, aslında sosyal bir sistem olup, birçok problemi önleyici bir “güvenlik mekanizması” oluşturmaktadır. İnsanları birbirine yabancılaştırıp, sadece kanun ile birtakım sosyal problemleri çözmeye çalışmak, akıl karı değildir. Çünkü insan, duygu ve ahlak sahibi bir varlık olduğundan, onu iç dünyasında olgunlaştırarak kendine ve topluma faydalı bir insan haline getirebilmek mümkündür. Sosyal davranışları, insanları ruh ve ahlak olarak eğitmek suretiyle toplumda yerleştirme imkanına sahibiz. Bunun için de, toplumu ancak bir “aile mantığı” ile bir araya getirebiliriz.

Bu tür hadiselerde ferdi psikopatolojilerin yanı sıra, toplumsal psikopatolojinin de bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz? Toplumsal travmalar suça meyilli bir toplum meydana getirir mi?

İnsan ve toplum, birbirini tamamlayan iki öğedir. Ne insanı toplumdan, ne de toplumu insandan ayırabilmeniz mümkündür. Bu iki dünya, birbirini etkileyen ve tamamlayan bir özellik taşımaktadır.  Öncelikle toplum, ferdine sahip çıkmak ve onu kendi değer ve kurallarına uygun bir şekilde eğitmek zorundadır. Fert ise, toplumdaki değişimleri, kendi fikri ve ruhi değerleri ile kontrol etmek ve toplumsal yozlaşma ve olumsuz değişimlere karşı toplumu ikaz etmek ve bunu engellemek görevindedir.

Şu anda hem ferdi ve hem de toplumsal alanda çok ciddi travmalar yaşamaktayız. Toplum, günübirlik ihtiyaçları ve beklentileriyle yaşayıp, insanı ihmal ediyor. Kurumlarımız, insanın niteliği ile değil; dış ihtiyaç ve görüntüsü ile meşgul olan bir anlayış içinde. Fertler ise, toplumdaki yozlaşmaya karşı bir şeyler üretme ve mücadele etme özelliğini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Toplumların, sosyal ve tarihi görevlerini yerine getirmesinde yönetimler büyük bir sorumluluk içinde olmalı. Fert de, toplumun gidişatını izleyip, faydalı gelişmeleri destekleyip, yanlışlara karşı tavrını ortaya koyabilmelidir. Ülkemizdeki travma, Batı’yı sosyal ve kültürel alanda körü körüne örnek alıp, kendi değer ve sistemini terk etmek zorunda bırakılmasıdır. Bunun sorumlusu, geçmişteki yönetici elitlerdir. Travma, kendi kimliğinden uzaklaşma ile başlayan ve nereye gidileceği belli olmayan bir sürecin sonucunda gerçekleşmiştir.

Eğitimin, sosyal politikaların ve ideolojik bir perspektifin suçlara karşı nasıl bir etkisinin olduğunu düşünüyorsunuz? Hangi tür sosyal ve eğitim politikaları bu tarz suç hadiselerini önlemede sizce daha etkili olabilir?

Türkiye’de kültür ve sosyal özellikli bir eğitim maalesef bir türlü oluşturulamamıştır. Bana göre, bugünkü problemlerimizin temeli eğitimin yetersizliğinde yatmaktadır. Kültür ve sosyal hayat, Batı’ya endeksli hale getirilmiş ve toplumun tabii gelişimi engellenmiştir. Birçok dejenerasyona ve yanlışlara rağmen, hala Batıcı ve monark sistem varlığını devam ettirilmektedir. Toplumun tarihi ve sosyolojik gerçeklerine dönük bir yöneliş, henüz tam olarak gerçekleşmemiştir. Hastalık, sosyal reçetelerin yanlış kullanılmasındadır. Eğitim, bilgi merkezli bir faaliyet alanı halinde kalmıştır. Kültür ve ahlak merkezli bir eğitim, henüz gerçekleşememiştir.

Sürekli Batı ideolojileri ve hayat tarzlarına yönelik bilgi ve sistemler ile yaşayan bir toplum, elbette bilgisini de yabancı ideoloji ve anlayışlardan alacaktır. İnsanımız, eğitimde yabancı görüş ve bilgilerin birer aracı haline getirilmiştir. Sosyal ve kültürel bilgi ve yaşayış felsefemiz, eğitimde kendini gösteremediği müddetçe, başka kültürlere hayran, kendisi ile başkası arasındaki farkı bilmeyen ve kendi gerçekliğinin farkına varamayan insanlar yetiştirmeye devam edeceğiz. Bunun sonunda da, kendi insanı ve ülkesine dönük olmayan, sürekli başka dünyalara hayran ruhsuz insanlara sahip olacağız. Ama, bunun olmaması için uyanık olmak ve elbirliği ile çalışmamız gerekmektedir.

Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 33. Sayı Kasım 2024