Prof. Dr. İlyas Çelebi ile Kelâm İlmi Üzerine...

Günümüzde gençler başta olmak üzere herkes kendi aklını beğeniyor. İmam-ı Azam Hazretleri'ni kendisine denk görenler var. Bunun sizce ne gibi sakıncaları vardır?

Aslında prensip olarak herkesin kendi aklına güvenmesi, şahsiyetin oluşması bakımından iyi bir şeydir. Çünkü, kendi aklına güvenmeyen, başkalarının aklına tâbi olur, bunun da sonu taklit, ileri düzeyde ise kölelik olabilir. Cenab-ı Hakk, insanı yaratırken onun nefsine iki önemli özellik vermiş: Bunlardan biri, idrak etme gücü (nefs-i derrâke), diğeri de iş yapabilme gücüdür (nefs-i fa'ale). Kısacası Allah, aklı başına her insana bir idrak kabiliyeti, bir de iş yapabilme gücü vermiştir. Bu ikisine birden nefsin kuvvetleri diyoruz. Her insan, Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu bu güçleri kullanabilir, bu iyi bir şeydir. İnsanlar, eğitimlerine ve meşgalelerine göre, bu güçleri kullanma noktasında, birbirlerinden farklıdır. Bir çoban da eğitim görmüş biri gibi yeterli idrak gücüne sahip olabilir, ama eğitim görmemiş, birtakım düşünce tezgâhlarında kendini geliştirip, olgunlaşmamış ise, tahsil görmüş bir insanla idrak seviyesi aynı olmaz. İki insan düşünün, gücü, kasları fıtraten yerli yerinde, ama biri uzun süre antrenman yapıyor, kendini eğitiyor, kaslarını geliştirmeye gayret ediyor; ikinci insan ise, birincinin yaptığı gibi eğitime tâbi olmuyor. Bu ikisi arasında fark oluşur. Şimdi İmam-ı Azam ile bizim aramızdaki fark da böyle. Bizler, İmam-ı Azam gibi, güçlü bir eğitim almadıysak, onun gibi feyizli hocaların tezgâhından geçmediysek, Ulum-i diniyye’yi kavrama bakımından onun gibi olmaya gayret etmediysek, kendimizi onun gibi görmek doğru olmaz. Bu, cılız bir adamın, kendini dünyanın en güçlü kuvvetli adamı zannetmesi gibi bir şey olur. Buna densizlik denilir.

Akademik unvanlara sahip olmak, “şunu-bunu okudum” falan demek ilim ehliyetine haiz olmak için yeterli midir?

Akademik unvanlar, insanların ilmî seviyesini ölçmek için değil, eğitim düzeylerini tespit için ihdas edilmiştir. “Titr”lerin ortaya koyduğu, birtakım kriterler var; “şu seviyede lisan bilmek”, “bir alanda araştırma yapmak suretiyle, doktor, doçent ve profesör olunur, buna göre de maaşı ve sosyal konumu oluşur” gibi şeyler. İlim ise bunlardan öte bir durumdur. Bugün akademik değişimlerde kullandığımız yöntem, malûmatfurûşluktur! Bir zatın kitabını elinize alıp, kaynakçasına baktığınızda, 500 tane kitaptan istifade etmiş olduğunu görebiliyorsunuz. Bunun anlamı nedir? Aslında bu 500 tane kişiden nakil yapmış demektir. Bu kadar nakil yaptıktan sonra, araştırma yapan zatın kitabında kendine dair çok fazla bir şey kalmaz. Özellikle sosyal bilimlerde, büyük oranda nakle, rivayete ve atıflara dayanan bir eğitim tarzı var.  Bu yöntem ilim inşa edici bir usul değil, daha çok inşa edilmiş bilgileri nakledici bir yapı. Bu sebeple söz konusu yapıyı gerçek mânâda âlimliğin bir ölçüsü olarak görmek doğru değildir.

“İnşa edici dil” dediniz ve nakil arasındaki farkı vurguladınız. İlim ve inşa edici dil için neye ihtiyaç var?

İlim, eskilerin tabiriyle şöyle bir şeydir: Varlıkları, olduğu hâli üzere bilmek-tanımak demektir. Mesela kalemden bahsedecek olursak, ben elimdeki kaleme bakıp, şu andaki mevcut hâlini kendi zihnimde tasavvur edebiliyorsam, bu benim kaleme dair bilgimdir. Halbuki günümüzde yapılan ilim şöyle bir şey; kişi kaleme bakıp, ona dair fikir inşa etme yerine, kalemle ilgili Ahmet yahut Mehmet ne diyor, onu naklediyor. Günümüzdeki ilim anlayışı, taklide dayanmaktadır. Halbuki ilim inşaî bir şeydir. Bu ilim değil, zıddı olan taklid ve cehalettir. Bu, Türkiye'nin büyük bir problemidir, belki de eğitimin en büyük problemidir. Millî Eğitim Bakanlığı, anaokulundan başlayıp, doktora sonrasına kadar sekiz basamaklı bir sistem oluşturmuştur. Okul öncesi, ilkokul, ortaokul, lise, ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora! Bu sekiz kademenin her biri için tesbit edilen “bilgi yeterlilikleri çerçevesi” diye düzenlenmiş kriterler vardır. Bu aslında “Bologna Süreci” dediğimiz süreçle alâkalı. Avrupa Birliği'nin eğitim kriterleri bu süreçle oluşuyor. Bu kriterlere göre yeterlilik süreçlerine bakıyorlar, yüksek lisans ve doktorada hatta daha öncesinde lisans ve lisede öğrenciyi “inşa etmeye” teşvik ediyorlar. Bizde ise öğrenciler malumatçılığa yöneltiliyor. “Başkalarının yaptığı şeyleri öğrenin.” der gibi. Tarih mevzuunda mesela, “Fatih Sultan Mehmed şunu yaptı, buraya gitti, askerleri şöyleydi...” gibi. Bunlar malumat! Çocuk, ilkokulda, ortaokulda, lisede hatta lisansta hep malumatçı idi, bir anda yüksek lisansta o malumatı nasıl terk edip, inşaya dönüşecek? Bu defa yüksek lisansta da malumatçılık devam ediyor. Sözgelimi televizyona çıkan bir konuşmacıya, sunucu, güncel bir problemi nasıl değerlendirdiğini soruyor fakat konuşmacının kafasında o problemin öncesine dair başkalarından edindiği bir sürü malumat var, o malumattan başlıyor anlatmaya ve asıl hâdiseyi inşaî şekilde yorumlayamıyor. Bence, bu problem sosyal bilimlerin büyük kısmında ve ilahiyatta söz konusudur.

Bu işin sebepleri nedir? Nasıl inşaî olunabilir?

Ben bu durumun sebepleri üzerine çok düşündüm. Günümüzde “yaratıcı” yani inşaî olabilmenin yollarından birisi, sanat ve edebiyat ilgisidir. Rönesans'ı düşünün, İtalya'da nasıl başladı, resim, heykel, mimari ve edebiyatla, kısacası sanatla başladı. Bir sanatkâr, nakletmez, kendi hissettiklerini ve gördüklerini inşaî bir şekilde ortaya koyar. Bir eğitim sisteminde, sanat ve edebiyatın gücü oranında, insanlar bilimde inşaî olurlar. Sanat ve edebiyatta güçsüz olmamak lâzım. Bizdeki orta öğretim ve üniversitelerde kültür ve edebiyat cephesi zayıf. Mesela hatırlıyorum, biz çocukken ortaokulda ideolojik kitapları çok okurduk; Türkçe öğretmenleri hikâye, roman okumamızı istediklerinde “bunlar lüzumsuz şeyler” diyorduk. Halbuki şimdi geriye baktığımda diyorum ki, ilimde hayal kurmak da var. Çünkü senaryo oluşturmak için, hayal etmek lâzım. Hayal yeteneği, masalla, edebiyatla gelişir. Dolayısıyla ilmin, malumat olarak algılanmasında en önemli nedenlerden bir tanesi, edebiyat ve sanat kaynaklarından istifade edilmemesidir. En baştaki sorunuza yani, “kendini İmam-ı Azam’a denk görme meselesi”ne gelince, kişinin haddini bilmesinin bir erdem olduğunu söylemek isterim.

Had bilmek nasıl öğretilir, nasıl olur?

Had bilmek çok önemli bir şey...  Unutmayalım İmam-ı Azam inşaîliği sebebiyle diyordu ki; “Hüm rical ve nahnü rical!” Bu ifade tam da benim düşüncemi anlatma bakımından altın harflerle yazılacak bir cümle. “Bir kimsenin ‘sen sensen, ben de benim’ diyebilmesi, kolay bir şey değildir!” Ebu Hanife, kendisinden öncekilerden (Tâbiîn'den) nakilde bulunmadığı için “sen kim oluyorsun” diyorlar, Ebu Hanife de bunlara; “Hüm rical ve nahnü rical” diyor.

İnşaî fikir deyince kuru aklı aşan, gönül mevzuuna geldik aslında.

İnşaî fikir, sadece soyut bir akılla elde edilen bir şey değil. Gönül var, tecrübe var, algı var…

Bütün idrak kabiliyetleri...

Tabiî hepsi var.

Baş aktör ise ruh.

Ruh veya nefs.

İmam-ı Azam'ın söylediğinden yola çıkarak, şunu sormak istiyorum: Günümüzde böyle bir algı var, “İmam-ı Azam bir adam, ben de bir adamım.” deyip reformistliğe giden bir kafa var.

En başta da dediğim gibi, Ebu Hanife'nin “sen sensen, ben de benim” sözünü ona karşı kullanabilmek için onunla aynı donanımda olmak gerekir. Bilginle, hissinle, eğitiminle, idrakinle inşacı olursan, onu söyleyebilirsin. Ebu Hanife'nin talebeleri İmam Muhammed ve Ebu Yusuf, zaman zaman hocalarına “sen müctehidsin, ben de müctehidim” demiştir. Talebeler Ebu Hanife'nin görüşünün üzerine, yeni görüş inşa etmişlerdir; ama affedersiniz bunu kuru kafayla değil, hocalarından aldıkları ilim, feyz, yetişkinlik ile yapmışlardır.

İmam-ı Azam'ı inkâr etmiyorlar, görüşünün üzerine yeni bir kat çıkıyorlar yani.

Tabiî ki!

Şimdikiler mirası inkâr eden hareketlerde bulunuyorlar.

Bugün yaşayan bir insanın, bu meselelerde yetkin olabilmesi için, geçmiş mirasla yoğrulması, hesaplaşması lâzım. Mirasa uzaktan el sallayarak, “o oysa, ben de benim” demesi uygun olmaz. Din esas itibariyle gelenektir. Bu gelenek Peygamber'den başlar ve inananlar tarafından günümüze kadar gelir. Buna sünnet diyoruz. Sünnet Hazret-i Peygamber'in uyguladığıdır, sonra Sahabe-i Kiram, sonra Tâbiîn, sonra âlimler, mezhep imamları üzerinden buralara kadar gelmiştir. Sen şimdi, bu mirası görmemezlikten gelirsen, onu inkâr edersen, bu dinin devamcısı nasıl olacaksın? Bu, uydurma bir şey olur. Sünnet'e, dolayısıyla geleneğe sırtını dönen insanları ciddiye alan olmaz, çizgilerine itibar edilmez.

Söylediklerinizden şunu anlıyorum: Demek ki her devrin, her çağın inşacı mütefekkirlere-âlimlere ihtiyacı var. Bunu yaparken de geçmişin harmanlanması gerekiyor.

Evet, İslâm dininin esas itibariyle iki ana kaynağı var: Birincisi Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber’in uygulaması, ikincisi de aklımız ve tecrübelerimizdir. Yani biri ilahî kaynak, diğeri de Cenab-ı Hakk'ın bize lütfettiği beşerî kabiliyetler, melekelerdir. Bu melekelerin kullanılması lâzım. İlahî kaynak gelmiş ve uygulanmıştır. Artık yeniden peygamber ve vahiy gönderilmiyor. Burası bir sabitlik alanı olup, orada değişme yoktur. Ama bizim düşünce tarzımız, anlayışımız, tecrübelerimiz değişkendir. Bizim ihtiyaçlarımız, maslahatlarımız, bilgi ve kültürümüz değiştikçe, ilâhî kaynağı yeniden okuyoruz. Yani bir asır önceki âlim bir ilahî nassı okudu, şimdi ben de aynı ilahî metni okuyorum. Böylece pergelin bir ucu sabitlenmiş oluyor. Yeni ilâhî metin oluşmuyor. Buna karşın beşerî taraf devamlı değişiyor. Madem ki din sabit, bu geleneği kabul etmek zorundayız. Bunu kabul etmezseniz, sizin için din ilahî olmaktan çıkar.

İmam Gazalî Sempozyumu'nda, “İslâm düşüncesindeki dağınıklığı toparlayacak, batıl akımlara cevap verecek ve sistemi ihya edecek kişilere ihtiyaç olduğunu” söylemiştiniz. Biz de size demiştik ki, “Gazalî'nin bu rolünü üstlenenler, çağımızdaki İslâm'a zıd görüşleri kritik etmiş, ortaya sistematik görüşler koyan kişiler olacaktır.” Yani mütefekkirlere iş düşüyor burada. Mesela ben Necip Fazıl'ın “İdeolocya Örgüsü” adlı eserini bu çerçevede değerlendiriyorum. Geleneğe tamamen bağlı ve inşa edici bir fikir. Bu hususta ne söylemek istersiniz?

Sorunuzu İmam Gazalî çerçevesinde değerlendirecek olursak; insanlar değişik dönemlerde, değişik toplumlarda yaşarken, onların hayatlarını etkileyen, ihtiyaçlarını belirleyen çok farklı etkenler söz konusudur. Coğrafya olarak Hicaz'ı düşünelim. Oradaki insanların konut ihtiyaçlarını giderme veya yaşam şartlarıyla, Anadolu'daki yahut Balkanlar'daki Müslümanların imkân ve şartları birbirini tutmaz. Kültürel değişiklikler, bizim bazı önceliklerimizi değiştirebilir. Ortaçağ'da Anadolu, Mısır, Kuzey Afrika'da Hıristiyan ve Yunan felsefesi etkin. Ama İran, Afganistan, Pakistan ve Orta Asya'da kültürel etkenler senevi bir kültür (Mecusî), Budist-Hindu kültürü var. Türkler arasında da Şaman kültürü etkin. Hâl böyle olunca, mütefekkirin öncelikleri değişir. İmam Gazalî'nin öncelikleri Bâtınîlikle ve felsefeyle mücadeledir. İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye baktığımız zaman onun öncelikleri başkadır. İmam Şâfî'nin de öncelikleri farklıdır. İmam Gazalî'nin devrinde sıcak düşman, hareketli düşman Karmatîlik dediğimiz Haşhaşiler’dir. Afrika'dan getirilen birtakım zenciler, Bâtınîler tarafından halifeye karşı kullanılıyor. İslâm dünyası tehdit altında. Bâtınîler, felsefî mugalatalardan faydalandılar, mesela İbn Sinâ'dan ve filozoflardan faydalanıyorlar. İmam Gazalî inşacı bir âlimdir; inşacı demek, kendi dönemini-devrini okuyan demektir. Günümüzde yapılan anakronik bir durum, yani yaşadığımız problemlerle ilgilenmeyip bizimle alakası olmayan meseleleri problem edinme. Bizim din adamlarımız ortalık gerginleşince, Hazret-i Musa kıssalarından söz ederler. İşte buna anakronizm deniyor. Bulunduğu devrin dışında başka bir şeyden söz ediyorsunuz, kıssacılık dediğimiz şey de bu. Nasıl olsa kimse size bir şey söylemiyor! Halbuki muhatabınız olan düşmandan bahsetmek, riskli bir harekettir. İnşacı âlimler risk üstlenirler. Üstad'da böyledir, onu okuduğunuz zaman risk aldığını görürsünüz. Bâbıâli'de yaşamış, o devirde yaşayan insan ve yöneticilerle mücadele ediyor, bazı din adamları gibi anakronizm yapmıyor, tarihsel şahsiyetler olarak firavun, Nemrut veya Ebu Cehil ile mücadele etmiyor Üstad, görmediği-tanımadığı birinden bahsetmiyor. Sabah-akşam gazetesinin köşesinde yazıp, sokakta rastladığı adamı muhatap alıyor.

İmam Gazalî, Bâtınîlik'in önünü kesmiş, felsefenin İslâm açısından kabul edilmeyecek tahrp edici noktalarda etkisini kırmıştır. Bu sebepten ötürü “Gazalî felsefenin önünü kesti” derler. Ben önünü kestiğini düşünmüyorum. Bence bir filtre koydu, zararlı düşünceleri engelledi, bir nevî ayıklama yaptı.

Salih Mirzabeyoğlu buna İslâma Muhatap Anlayış,  yani “şuur süzgeci” diyor.

“Şuur süzgeci” tabiri, güzel bir ifade.

İmam Gazalî'nin bir sözü var: “Dinî ilimleri formel hâle getirirsek ölür, ben dinin ruhunu ele aldım.”

Ben bu sözü şöyle anladım: Ulûm-i dinîyye'de temelde; biri, makâsıdın esas alındığı dirayet, bir de lafzın esas alındığı literal yöntem olmak üzere iki yöntem vardır. Makâsıd dediğimiz yöntem hikmeti ve hükmün gerekçesini esas alır. Diğeri ise hikmeti ve gerekçeyi değil de lafzı ve formel olan düzenlemeyi esas alır. Bir başka ifadeyle bunların birine usûliye (akliyye), diğerine de ahbariye (nakliyye) deniyor. Biri haberi esas alır, diğeri ise haberin konu edindiği ilkeyi. Bu tasnifte İmam Gazalî, İmam-ı Azam Ebu Hanife, Şatıbî, Karâfî, Dihlevî gibi âlimler makâsıdı esas alan tarafta yer almaktadırlar.

Bu mevzuyu biraz açar mısınız?

İmam Gazalî saydığımız zevat arasında önde gelenlerdendir. “Dinin ruhunu ele aldım” derken, bir hükmün ortaya konulmasındaki hikmet, temel mantık ve gerekçeyi esas aldım diyor. Dirayet metodu dediğimiz usulün hareket noktası buraya dayanıyor. Gazalî, “İhyâu ulûmi’d-din” adlı eserinde, bir şeye “niçin helal, niçin haramdır” diye bakıyor. Önce “niçin”ine yani neden haram kılındığına bakıyor. Mesela bu eserde bir Sema‘ bahsi vardır. Sema‘; tabiri, işitme yoluyla idrak edilen işlerin hükmünü (musikiyi) konu edinmektedir. Sema’nın caiz olup olmadığını tartışıyor. İmam, mantığını şöyle yürütüyor; “Ses dediğiniz şey arazdır, Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bir şeydir, bir taş yere düştüğünde ses çıkar. Set bir şey, bir başka sert şeye çarptığında ses çıkar. Sazın teline vurduğunda, o da ses çıkarır.” Gazalî'nin dediğine göre, iki taşı birbirine vurduğunda çıkan sesle, sazın teline vurduğundan çıkan ses arasında formel olarak fark yok. Ancak her türlü ses caiz değildir, her tür musiki meşru değildir. İmam Gazalî diyor ki; “Sesin kendisi değil ama, çıkarılış amacı onun meşruiyetini tayin eden bir unsurdur.” Mesela adam çilingir sofrası kurmuş, yiyip içecek, sarhoş olacak, bu amaçla sazın tellerine vuruyor... O zaman bu ses iki taşın birbirine vurulmasından farklı bir hâle gelmiş oluyor. Makâsıd, sesi farklı bir noktaya götürüyor. Bu adamın sazdan çıkarttığı ses, normal bir ses olarak algılanamaz. Farklı bir misal verelim, müezzin camide ezan okuyor, salavat-ı şerife okuyor ve okuduğu metni sesiyle güzelleştirmek için birtakım makamlarla ifade ediyor... Bu da bir musikidir ancak, amacı ibadet eden insanın huşûunu, ibadetteki yolculuğunu derinleştirip, Allah'a yaklaştırmaktadır. Ses sestir ama hükmü maksada göre değişmektedir.

“İnşa edici mütefekkirlerin, çağın ihtiyaçlarını ve önceliklerini bilmesi lazım” diyorsunuz. İslâmî düşüncede bununla beraber bir bütünlük de söz konusu olmalı. Ancak günümüzde bir dağılmışlık söz konusu; Beyzâvî ve Îcî Sempozyumu arasında sohbet etmiştik. “Muhammed İkbal bu işi yapmaya çalıştı, başaramadı” demiştiniz. Bu söylediklerinizi biraz açar mısınız?

İslâmî ilimlerde bir kuruluş ve inşa dönemi var. Bu süreç ikinci yüzyılda başlıyor. Tabir yerindeyse, kalıpların döküldüğü, ilimlerin ve mezheplerin teşekkül ettiği bir dönem. Bu dönem daha çok inşacı bir dönemdir. İnsanlar ihtiyaç görüyorlar, “bizim bir hukuk ilmimiz olmalı”, “bizim bir fıkıh ilmimiz olmalı”, “bizim düşünceye yönelik bir ilmimiz olmalı,” “insanların gönüllerini inşa etmenin yolunu konu edinen ilmimiz olmalı” gibi şeyler söylemişler. Sonra ahlâk, fıkıh, kelam, tefsir, hâdis gibi ilimler inşa edilmiştir. Bu ne kadar güzel bir şey. Sonra bu ilimlerin usûlleri oluşuyor. Bu da inşaî bir şey. Sonra da bu ilimlerin kurumları oluşturuluyor; mezhepler, medreseler, tarikatlar gibi kurumlar. Bu hususlarda zaman geçtikçe, kemikleşme oluyor. Bir çerçeve oluşturuluyor, o çerçeve de tabir yerindeyse donduruluyor... Şöyle anlatalım, bir adam yirmi yaşında kendine bir elbise dikiyor. Terzi, adamın o günkü ölçülerini alıyor ve çok güzel bir elbise dikiyor. Elbise adamın üzerine tam oturuyor... Adam kırk yaşına geldiğinde bedeni deforme oluyor, yirmi yaşında dikilen elbiseyi bu adama giydirdiğiniz zaman ya kollar kısa geliyor yahut göbek çıkmış beden dar geliyor. Toplumumuzun problemi de buna benziyor. Âlimler, imamlar bir “terzi”dir, kumaşı Kur'an ve Sünnet, bunda hiçbir tereddüt yok! Ebu Hanife bu kumaştan bir elbise dikti, İmam Şâfî başka bir elbise dikti! İkinci ve üçüncü yüzyılda dikilmiş bu elbiselerle on dokuzuncu yüzyıla geldik, bedenimiz değişti, elbise hâlâ aynı.

Duraksamayı  on dokuzuncu yüzyıl olarak mı tabir ediyorsunuz?

Hayır, mesafenin ne kadar fazla olduğunu ifade etmek istiyorum. Bizim zihin tembelliğimizi ifade etmek istiyorum. Toplumlarda, devletlerde istikrar önemli bir etkendir ancak kifayetsizlikler de bu devirde çoğalmıştır.

Necip Fazıl'ın bu hususla alâkalı ifade ettiği çok güzel bir sözü var: “Kanuni'ye kadar aşk ve vecdimiz olduğu için yürümüşüz, Kanuni’den sonra ise aşk ve vecdimizi kaybettiğimiz için yerimizde saymışız” diyor.

Evet, bu önemli bir tespit.

Yani ulema gelmiş, inşacı olmuş, üretmiş, topluma uygun üretim ve uygulamalarda bulunmuş.

İmam-ı Gazalî'nin “İhyâu Ulûmûi’d-din” adlı eseri topluma uygun bir elbise dikme işlemidir.

Kur'an ve Sünnet'ten dikilen bir elbise...

Tabiî. Kumaş değişmez! İmam Gazalî bunu on ikinci yüzyılda yaptı. Günümüze doğru geldiğimiz zaman, İmam Gazalî gibi yeni terzilerin, yeni inşacıların çıkması gerekiyor... Becerikli terziler çıkarmamız lâzım.

Fahreddin Razi ve sonraki kelamcıların yaptıkları hakkında ne diyorsunuz?

Kelamda Fahreddin Râzî, Taftâzânî, Seyid Şerif gibi kişiler çıkmıştır. Mesela Taftâzânî ve Seyid Şerif'in yazdıkları kitapları Gazalî'nin “İhyâu Ulûmi’d-din” kitabı gibi değerlendirmiyorum. Fahreddin Râzî İslâm kültürünü çok etkileyen, önemli bir zattır. Buna rağmen Râzî dahi bir İmam Gazalî değildir. Fahreddin Râzî'yi bir felsefi okumaya tâbi tuttuğumuz zaman, bizden uzaklaşmış biri gibi gözükür. Tefsir ve kelam okumasına tâbi tuttuğumuz zaman, bize daha yakındır. Fahreddin Râzî'nin eserlerinde biraz gel-gitler var. Bir yönüyle İbn Sina kokuyor, diğer yönüyle İmam Eşârî kokuyor. Fahreddin Râzî hiçbir zaman İmam Gazalî rolünü üstlenmemiştir. 1800'lü yıllar, İslâm kültüründe donuklaşmanın fiilî olumsuz sonuçlarının ortaya çıktığı bir dönemdir.

Kanuni’den sonra Osmanlı’yı konuşalım.

Evet. Mesela şişman da olsanız, içinizde bir hastalık emaresi yoksa, fazla kilolar sizi etkilemiyor. Ama bir yerleriniz ağrımaya başlayınca, şişmanlığı o zaman tam sorgular hâle geliyorsunuz... Vaziyet aynen bunun gibi. Osmanlı'yı esas alarak konuşalım, on sekizinci yüzyıldan itibaren, askerîyede sıkıntılar başlıyor. Osmanlı'da büyük sıkıntının tezahür ettiği olay Karlofça Antlaşması ile sonuçlanan askerî olaydır. Viyana kuşatması, Yunan ve Bulgar isyanları, Balkanlar'da yaşanan sıkıntılar, Filistin cephesinde yaşanan sıkıntılar tehlikenin habercisidir. Devletin kendisinde birtakım yenilikler yapılması yönünde karar veriyor. Yenilikler görünenden başlıyor, görünmeyene doğru gidiyor. “Nizam-ı Cedid” teşebbüsleri oluyor. Sonra devletin hazinesinde para yok diyelim, bu defa maliyede yeniliğe gidiyorlar. Bunlar yapılırken şunu söylüyorlar, “bizim fikrî yapımız sağlam, bu problemler, uygulama yanlışlıklarından ötürü doğuyor. Kanun-ı Kadime dönersek, bu işler düzelir.”, “1850'lerden sonra işlerin iyi gitmemesi biraz da bizim düşünce tarzımızdan kaynaklanıyor.” ifadelerine yol açıyor. Osmanlı'daki İslâm etrafında gelişen fikrî tartışmalar, bu tarihten itibaren başladı. Batılılaşma, Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük çok tartışıldı. “Asker cephede mağlup oluyorsa, bu sadece askerin elindeki silahın yetersizliğinden değildir. Bizim ona verdiğimiz ruhta da bir problem var” demektir. “Öyleyse düşüncemizi de yenilemeliyiz” diye bir hareket başlıyor.

Bu akım, Hindistan'da da var; onlar da İngilizlerle benzer maceralar yaşıyorlar. İstanbul'da da macera var. Mısır da Fransız ve İngilizlerle macera peşinde. Üç bölge, aynı dönemde ilmî kelamda yenilik, “ilm-i kelam-ı cedid” dediğimiz bir akım başlıyor. Aynı akım Kafkaslarda da vardı, İsmail Gaspıralı “Cedid Okulları” ... O taraf da eğitimde yenileşmenin peşinde. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, İslâm ümmeti fikrî olarak bir problemin farkına varıyor. Osmanlı'da askerî yenilik yapmakla, Yeniçeri'yi kaldırmakla, maliyedeki açıklar için birtakım yeniliklere gitmekle bu iş hallolmuyor. Peki, fikrî olarak nasıl bir çare düşündüler? Bu dönemin gazeteleri ve entelektüel tartışmaları üzerinden gidecek olursak, yenilileşmenin diğer yüzü bizim için Batılılaşma olarak ortaya çıkıyor. Jön Türkler, Yeni Osmanlıcılar, Abdullah Cevdet’in İctihad Dergisi vs. “yenilik” denilen şeyi, ideolojiyi yenilemeyi esas aldılar. “Osmanlı'nın problemleri bizim geleneksel anlayışımızdan kaynaklanmaktadır, bundan kurtulmalıyız” dediler. İslâmcılar da bu tartışmalardan sonra işi uzunca bir zaman müdafaaya bırakmışlar. Sırat-ı Müstakim dergisi var, okunması lâzım, İctihad Dergisi taarruz ediyor, Sırat-ı Müstakim savunma yapıyor. İkisini de mukayeseli okudum. Savunmayla düşünce yenilenmez. Savunmayla sadece mevzilerini müdafaa edersin. Anadolu ve İstanbul çevresindeki “yenileşme”ye İslâmcılar açısından bakıldığı zaman, isimlendirmenin ötesine gittikleri söylenemez.

Büyük Doğu'larla taarruza geçişi.

Evet. İslâmcıların tüm davası savunmaydı. Elmalılı, İzmirli, Aksekili hatta Said Nursî esas itibariyle savunmadaydı. Hindistan'da bizden farklı olarak Seyid Ahmed Han bir ekol hâline geldi. Şiblî Nu'mânî ise bizim İstanbul'dakilere benziyor, o da savunmacıydı. Seyid Ahmed Han, İngilizlerin yanında yer almak sûretiyle siyaseten kendisini mahkum etmiş bir adamdır, kimse ondan İslâmî bir çaba bekleyemezdi. Yani İngilizleri, Hindistan'da savunarak bir İslâm devrimi olamaz idi. Mısır'da ise M. Abduh ve Afganî ekolü vardı. İslâm dünyasına liderlik yapacak, lokomotif görevi üstlenecek birisi çıkmadı. Abduh'un geleneksel kültüre eleştirileri var. On altıncı yüzyıl sonrasında batı, kendi içerisinden bir Batı aydınlanması çıkardı. Ancak Müslümanlar bu tartışmalardan bir aydınlanma çıkaramadı.

Rönesans...

Evet. İslâm toplumu kendi içinden niye böyle bir şey çıkaramadı; bu önemli bir sorudur.

Heyecan yitirildi...

Duygusal yönü var, heyecan yitirildi. Medresenin eğitim tarzının engel olması gibi bir yönü de var.

 “Problem ictihadın duraksaması ve mezhep taassubudur.” diyenler var.

Burası da muğlak, kim kapatmış ki...

On altıncı asra kadar doğru anlıyordun da, ondan sonra niye duruyorsun?

Skolastik bir okuma tarzı var medresede, bunu kabul etmek lâzım. Ben şu kitabı (Şerhu’l-Akaid) dört defa okudum ve okuttum. Neresinde ne söylüyor, hepsini biliyorum. Ömer Nesefî diye bir zat, yedi asır önce bir metin yazmış... Bu metin çerçeve oluşturuyor. Daha sonra buna yazılan şerhlerin tümü, söz konusu çerçeveyi muhafaza ederek hareket ediyor.

Bir savunma gibi mi?

Savunma yahut bir kafesin içerisine kapatılmışsınız “o kafesin içerisinde özgürsünüz” demek gibi.

Yeni bir şey katılmıyor yani.

Yeni bir çerçeve çizemiyorsunuz.

“Mirasımız eyvallah da, yeni bir şey de lâzım” demek istiyorsunuz değil mi?

Evet. Medresenin eğitiminde, birtakım ana metinler var, bütün enerjinizi o metinleri anlamak-yorumlamak üzerine sarf ediyorsunuz. İnşaî olmak ayrı bir şey, konuşmamızın başında söylemiştik. On sekizinci yüzyıldaki problemimiz neydi, inşacı zata ihtiyacımız vardı. Yeni ölçü alıp, elbise dikecek terziye ihtiyacımız vardı.

İnşacı olalım derken de, Batılılaşma fikirlerine, reformizme gerek yok.

Batı'da, Hıristiyanlıkta yapılan bir tür reform, sistemi yeniden kurma faaliyetidir. Bu İslâm için kabul edilebilecek bir şey değil. Ömer Nasuhi Bilmen 1960 ihtilalinde Diyanet İşleri başkanı iken ihtilalciler, dinde reform teşebbüsünde bulunmasını istiyorlar. Bilmen Hoca diyor ki, “bozulmamış dinin reformu mu olur?” Hocanın buyurduğu gibi yapılacak iş reform değil, ıslah ve tecdittir.

Reformistlik ve Selefilikle beraber gidiyor mezhepsizlik cereyanı...

Din mezhepsiz olmaz. Çünkü siz, İslâm dinindeki nassları bir sistem içerisindeki yoruma tâbi tutarak yaşayabilirsiniz. Kendi içerisinde tutarlılığı olan bir dindarlık olunabilmesi için, belli bir usûle göre yorumlanmış bir anlayış lâzım. Mezhep dediğimiz böyle bir şeydir. Mezhebe karşı çıkan adam, yeni bir mezhep kurmak için karşı çıkıyorsa, gafilin teki, ne yaptığını bilmeyen birisidir bence... Yeni mezhep kurmanın ne tür bir şey olduğundan haberi yoktur.

İzmirli İsmail Hakkı’nın Selefilik’i çok övücü açık ifadeleri var “Yeni İlmi Kelam” isimli kitabında…

Yenileşme nazariyesi devreye girince şöyle bir problem ortaya çıkıyor: Bizim klasik kelâmda yük olarak addedilen şey, kelâm ilmi içindeki felsefi birikimdir. Ortaya çıkıp bu felsefî arka planı kaldıralım dediğiniz zaman bu sizi Selefi gibi gösterebiliyor… Fakat bu ayıklamanın da bir şartı var; eğer ayıkladığınız felsefî tabirlerin yerine, kendi nazariyenize uygun terimler koyabilirseniz, işte o zaman Selefilikten kurtulursunuz. İzmirli İsmail Hakkı’nın ilave edecek felsefesi yok; ama iş ayıklamaya gelince bunda başarılı oldu, o zaman da Selefi gibi gözüktü haliyle…

Kitabında Selefiliği “Ehl-i Sünnet-i Hassa” diye gösteriyor fakat…

Daha sonradan akaide eklenmiş kültür birikimini, bu akaidden ayıklarsanız buna “Ehl-i Sünnet-i Hassa” denir, demiş. Fakat bu birikimlerden ayıklanmış bir akaid ne kadar insana hitap eder, o da ayrı bir konu. Bugün neo-Selefilik dediklerimizin sıkıntısı şu; meselâ bir ayeti, hadisi okuyor ancak o ayet ve hadis bugün yaşayan insana ne gibi bir mesaj veriyor, ondan mahrum… Yani adam metni okuyor, ondan ilk anda ne anladıysa onunla amel ediyor. Derinliği olmayan, ruhu olmayan bir din anlayışı doğuyor… Bu insanlar camilerdeki “Allah” “Muhammed” yazılarına bile karşı çıkıyorlar!

Üstad Necip Fazıl da bunlar için “İslâm materyalisti” tabirini kullanıyor, ruhsuzluk mânâsına...

Kırgızistan’da, Yusuf Has Hacib’in yaşadığı Balasagun bölgesine gittik; orada bir mescide girdik. İçi ve dışı beyaza boyanmış sade dört duvar dışında başka hiçbir şey yok. Onun mescid olduğunu hatırlatacak hiçbir emare yoktu. Ahaliye sordum, meğer Suudlu bir iş adamı yaptırmış, yaptırırken de şart koşmuş “Dört duvar olacak, içi dışı beyaza boyanacak” caminin içinde ne mihrap var, ne minber var, ne de kürsüsü var! Kültürden, estetikten, ruhtan mahrum olursanız karşınıza böyle bir manzara çıkar. Bir de Kosova’da şehir dışında bir mescide gitmiştim, onu da yine Suudlular yapmış. Fakat orada mescidin zeminine serilmiş bulunan halılar var, normalde bunlar seccade; fakat tam secde edeceğiniz yerin hizasına Suud bayrağı işlenmiş… Camiye namaz kılmaya giden adamı Suud bayrağına secde ettiriyorsun. “Allah” “Muhammed” gibi isimlerin cami duvarına asılmasına karşı olanlar kendi bayraklarına insanları secde ettiriyorlar!

Bizde de içtihat kapısını sonuna kadar açanlar, bize Kur’an yeter diyenler az değil.

Hanefi mezhebi güçlü bir mezheptir, esas ve prensipleri sağlamdır. Kendini müçtehid ilan edecek adam yapsa yapsa şunu yapar; günümüz meselelerine Hanefi ve Maturudî kaidelerini tatbik edebilir. Yani kaideler sabit kalacak. Bu da müsbet bir şey tabii, bu olmazsa donukluk meydana çıkıyor… Fakat bizdeki içtihad iddiacılarının gayesi bu değil.

Kelâm’ın cedel tavrı var, inşacı olan kısım ise tefekküre kayıyor. Kelâm ilmi inşacılığa soyunup tefekkür ile mezcedilebilir mi? Kelâm’ın yapısı pek müsait değil anladığım kadarıyla. Dolayısıyla yeni İlm-i Kelâm’da da Selefilik’e sapma temayülü doğuyor.

Kafada kristalleşmiş fikirlerle kelâm ilmine yaklaşırsak, günümüze dair söyleyecek bir sözümüz olmaz. Bir kısım diyor ki; kelâmı tarihsel olarak görelim, onu kenara koyalım. Fakat bizim klasik kelâmla yüzleşmemiz lâzım. Kadîm kelâm ilminin birikimleri illâki elimizin altında bulunmalı; ancak kelâm dinamik bir ilimdir, bunu dikkate almak mühim. İkbal, bu söylediğime soyunmuş bir zattır. Yani kelâm ilminin tarihsel unsur içeren birikimini bir kenara koymuş, ondan meydana çıkan boşluğu günümüzün tefekkürü ile doldurarak kelâm ilmini güncelleştirmeye çalışmış bir zattır. Fakat bu yeniden bir inşa değil de, binanın eskiyen kısımlarını restore etmektir. İkbal bu tesbiti yaptı, kendince inşayı da tasavvuf, varoluşçu felsefe ve kelâmın sentezini yaparak ortaya koymaya çalıştı. Ancak projenin uygulaması o kadar başarılı olmadı. Başarılı olan İmam Gazalî’nin ortaya koyduğu İhya’dır. Günümüzde olması gereken tecdid için mükemmel bir örnek teşkil etmektedir.

Diyanet’in İslâm Ansiklopedisi’ni hazırlayanlardan biri, yakın zamanda düzenlenmiş “İslâm Düşünce ve İlim Geleneğinde Beyzâvî ve Îcî” sempozyumunda şöyle bir şey söyledi: “İslâmî düşünce bütünlüğü gözetilmediği için bu ansiklopedide bazı sorunlar var. Bunun bir sebebi de birbirinden farklı ilim mensuplarınca hazırlanmasıdır. Ansiklopedi tekrar ele alınacak, ikinci defa gözden geçirilecek.” Yani bizim bahsettiğimiz İslâma Muhatap Anlayış, Bütün Fikrin Gerekliliği ihtiyacı, İslâm Ansiklopedisi’nde de kendini hissettiriyor.

Bu tür kitapların yeni edisyonları hep yapılır. Ayrıca İslâm Ansiklopedisi’nde diyelim ki, İbn Sina maddesi, İbn Arabi maddesi ve Fahrettin Râzî maddeleri yazdınız. Üçü de İslâm ansiklopedisinde yer alıyor. Üçünün de diyelim yaratılışla ilgili fikirlerini vermek istediğiniz zaman İbn Arabi ile İbn Sina’yı, İbn Sina ile Râzî’yi bir araya getirmek mümkün değil. Söz gelimi, Razi yaratışı, İbn Sina sudur teorisini, İbn Arabi ise zuhur teorisini ön görüyor. Bu üçü de bizim kültürümüzün bir parçası. Yani siz şöyle diyebilir misiniz: “İbn Sina kelam ilminin bir parçası olmadığı gibi İslâm kültürünün de bir parçası değildir.” Yani icabında bu kültür içinde yaşamış bir deist hatta ateist bile bu kültürün bir parçası oluyor. Bu ansiklopedi de bir kültür ansiklopedisi, İslâm kültürü ansiklopedisi olduğu için kültürümüzün zenginliklerini yansıtacak durumdadır. Üst çatı olarak İslâm kültürünü düşündüğünüz zaman, orada bir bütünlük var. Fakat sadece İslâm akaidini düşünürseniz, farklı şeyler söyleyebilirsiniz. Buradaki temel perspektif, kültürdür.

İmam Gazalî’nin yirmi meselede eleştirdiği ve üç meselede tekfir ettiği felsefecilerin durumu, ondan sonraki gelen Müslümanlar için de geçerlidir…

Müslümanlar bu konuda İmam Gazalî ile amel etmediler. Niye? Amel etselerdi, İmam Gazalî’den sonra felsefeciler mürted kabul edilirdi. Öyle kabul edilmedi. Ben şöyle düşünüyorum; İmam Gazalî bir altın vuruş yapmıştır. Amacı neydi? Kendi döneminde bâtınî, felsefî tehlike vardı. Gazalî’ye göre İslâm düşüncesine zarar veren iki akım vardır. Bunların önünün kesilmesi gerekiyor. Bunların önünü kesmenin en etkili yolu, şu şu meselelerde küfre girdiklerini söylemektir.

Cismani haşri inkâr eden birisine ne diyeceğiz mesela?

Cismânî haşir yerine ruhânî haşre tevil yoluyla varan bir kişiye biz ancak “ehli dalâlet” deriz. İbn Sina’lar da bu görüşe tevil yoluyla varmışlardır. “Cismani haşre delalet eden ayetleri inkar ediyoruz” demiyorlar. Onu deseler, o zaman hakiki kâfir olurlar. O ayetlere amenna diyorlar kabul ediyorlar ama “biz bu ayetleri şöyle tevil ediyoruz” diyorlar.

Aristocusun, İbn Sina Aristo’ya uymadıysa tevil ediyor, bu olur mu?

İbn Sina’nın geleneksel kültürümüze, usul-i fıkıh, kelam ve tasavvufa çok büyük katkıları var.

Yukarıda kültürün tarifini yaptınız ya hocam; Salih Mirzabeyoğlu bir yerde mesela, İbn Sina’nın fikirlerini eleştiriyor, fakat başka bir yerde bakıyorum almış kullanmış bazı fikirlerini.

Tümden kabul etmediğin kişiyi tümden reddetmen gerekmez. Katıldığımız fikirleri olur, katılmadığımız fikirleri olur.

Hocam ilimlerin sınıflandırılması gerek. Gazalî zamanında yaptı, bugün de gerekiyor.

İlimleri sınıflandırma aslında belli bir dünya görüşünü de ortaya koymak demektir. Sınıflandırma belli bir dünya görüşünü de ifade ediyor. İmam Gazalî el-Mustasfa adlı eserinde ilimleri aklî ilimler, şeri ilimler diye iki ana gruba ayırıyor. Şer’i ilimler derken bunların başında kelam, fıkıh, usul-i fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvufu sayıyor. Aklî ilimler derken de başa felsefeyi koyuyor ondan sonra da astronomi, fizik, matematik, biyoloji gibi dünyevî ilimleri sayıyor. Bu tasnifte asıl yaptığı önemli şey şu: Diyor ki, felsefe akli ilimlerin ana ilkelerini belirler, onların istikametini tayin eder. Ulum-i diniyye’de ise ana ilkeleri kelam belirler, diğer Şer’i ilimler ise onun cüz’ü olarak kelamın gösterdiği istikamette yürürler. O zaman İmam Gazalî’ye göre, kelam ilminin hasmı felsefedir. Fizik, kimya değildir. Felsefenin Ulum-i akliyye’de yapmak istediğini ve yaptığını kelam ilmi Ulum-i diniyye’de yapar. Fıkıh yapıyorsan temel prensiplerini ve ana ilkelerini kelam ilminden almak suretiyle yapabilirsin. Bu esasların dışına çıkarsan İslâm’ın dışına çıkmış olursun. Şimdi felsefenin de bir metafiziği vardır. Söz gelimi Aristo çizgisinde fizik de yapsan, biyoloji de yapsan Aristo’nun metafiziğinin içinde kalmak zorundasın.

İmam Gazalî’nin siyaset ilmini de başa aldığını biliyoruz

İmam Gazalî şu ayrımı yapıyor: Fıkıh ilmi, dini ilimlerin dünyaya bakan yüzüdür. Tasavvuf da ahirete bakan yüzüdür. Onun için fıkıh dünyevi bir ilimdir. Din adına dünyayı düzenleyen bir ilimdir. Tasavvuf ise ahiret hayatını önceleyen bir ilimdir.

Siyaset dediğimiz fıkhın bir bölümüdür. Musa Kazım Efendi diyor ki, “Din iki ilim üzerine bina edilir. Birisi siyaset, birisi de itikat. Siyaset dünya hayatını, itikat ise ahiret hayatını düzenler. Onun için siyaset itikattan da önce gelmektedir. Biz önce dünyayı yaşıyoruz, sonra buna göre ahiretimiz şekilleniyor.

Gazzali’nin “Din ve siyaset ikizidir” diye bir sözünü hatırlıyorum, Gazalî’ye göre din ancak siyasetle yürür.

Dünya hayatının düzenlenmesi zaten siyaset demektir.

İmam Gazalî’nin “kelam ilmi benim maksadıma yeterli gelmedi ve tasavvufa yöneldim” ifadeleri var. Kelam kendi maksadına yeterli oluyor da benim maksadıma yeterli olmadı diyor. Burada kastettiği hem fıkhın bâtın manasıyla beraber….

İmam Gazalî’nin yaşadığı o tecrübe, diyebilirim ki, ilimlerin tanımlamasını aşan bir tecrübedir. Yaşanan bir haldir. Özel bir tecrübedir. İmam Gazalî kendi iç dünyasında diliyle ifade edemediği birtakım sıkıntıları vardı ve onları hiç dillendirmeden kendi iç dünyasında çözümledi. Böyle baktığınız zaman size ne fıkıh kâfi gelir ne de kelam… Ama sonuçta biz ilimleri talim edeceksek ancak dillendirebildiğimiz kadarıyla bunu yapıyoruz. Onun için de kendi şahsıyla ilgili olarak yaşadıkları ayrı bir şey, bizim birbirimize konuşup anlattıklarımız farklı bir şey. Neticede yine medresesine döndü ve tedris faaliyetlerini devam ettirdi.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Teşekkür ederim. İnşallah okuyucularımıza yararlı olacak bir röportaj olmuştur.

Aylık Dergisi 166. Sayı Temmuz 2018