Gazze’de insanlar dipdiri ayakta, canlı. Büyük bir teslimiyet var ve bu teslimiyet insanı çarpıyor. Onlar bizden daha canlı, biz ise ölüyüz.
Filistin protestolarında organize tepki Müslüman memleketlerden ziyade Batı’dan geliyor. Tam aksi olması gerekmiyor muydu?
Düşünmeye değer bir konu hakikaten. Biz sürekli bu “benlik” konusunu tartışırken, bunun modern kapitalist toplumlarda var olduğunu düşünüyoruz ve tartışmamızı da bunun üzerinden yürütüyoruz. Aslında bu, tarihî veya genel bir durum. Mesela Firavun da çok “ben” merkezci bir adamdır. Kendisini tanrı yerine koyuyor, ilah olarak ilan ediyor ve bütün o dönemin insanlarının onun etrafında kümelenerek hayata bakmasını istiyor. Bu da bir “ben” merkezcilik. Ama modern dönemde hakikaten “ben” merkezci yaklaşım ciddi anlamda kapitalizmle birlikte tezahür etti. İnsanlar, kendisini ailesiyle, mahallesiyle ve diğer kolektif yapılarıyla birlikte algılayarak tanımlamak, yorumlamak yerine, bütün bunlardan ayrı, stabil ve kendinden menkul biçimde tanımlamaya, buna zorlanıyor. Eğitim buna göre veriliyor. Yani “Ben böyle istiyorum.” diyor mesela. Öyle istiyorsunuz ama sokağınız ne istiyor, toplumunuz ne istiyor, aileniz ne istiyor, diğer insanlar ne istiyor, Allah ne istiyor? İnsanın fıtratı buna yatkın mı? Şimdi bu durum, sosyolojik gerçekliğe de uymayan bir şey. Çünkü bizim isteklerimiz, diğer insanların isteklerinin etkileşimiyle, çatışmasıyla, uzlaşmasıyla oluşan bir şey. O zaman bu bir yanılsama, kapitalizmin ürettiği bir yanılsama. Aşırı kolektivizme karşı gelişen bir tepki tabii. Mesela Sovyet uygulamalarında da tam tersine hiçbir öznenin varlığına, hiçbir insanın “ben” yönüne izin vermeyen, çok kolektivist, tahakkümcü bir şey. FETÖ de bunu din üzerinde yapmaya çalıştı. Oysa, bizim İslam düşüncemizde hem “ben” önemlidir hem de “ben”i aşan metafizik boyut, “ben”i çevreleyen sokak, aile, toplum, devlet önemlidir, çünkü mesuliyetlerimiz var. Kendimizle ilgili mesuliyetlerimiz kadar içinde yaşadığımız millete, aileye karşı da mesuliyetlerimiz var.
Mesela Büyük Doğu’nun prensiplerinde şahsiyetçilik ve cemiyetçilik vardır. Yani bu prensiplerle insanı kendi başına bir şahsiyet olarak istediği gibi, o insanı toplumun bir parçası olarak da ister. Bu da İslam’ın tam istediği fert ve toplum nizamına çıkıyor.
Çok doğru. Cemiyet ve şahsiyet, birbirini dışlayan değil, birbirini tamamlayan bir kavram. Komünizm'de şahsiyet dışlanıyor, kapitalizmde ise cemiyet. Artık bugün kapitalizmde şirketler, “Ne beğeneceğinize, nasıl yaşayacağınıza, hangi konuklarınızın olacağına biz karar verelim. Paket programlar üretelim, siz sadece onu yaşayın.” diyorlar. Mesela inanç mı olacak, size yoga sunalım, onunla inanın, onunla kendinizden geçin. Katarsis, oradan geçin, kendinizle coşun, arındırın, diyor. Burada aslında yine “ben”, “ben” olarak; öz, öz olarak kendisini keşfederek ortaya çıkmıyor, temsil etmiyor. Onun adına çok daha görünmez yapılar, şirketler var. Mesela Netflix'i düşünün; izleme konusundaki beğenilerimizi ciddi anlamda dizayn eden, yönlendiren, üreten bir mekanizma hâline gelmiş.
Senelerdir Hollywood'un üstlendiği misyonu rolü devraldı...
Evet. Dolayısıyla bu “ben” böyleyse ve Avrupalılar tümüyle bencil varlıklarsa, Avrupa'da insanlar neden ayağa kalktı, Filistin meselesinde en büyük tepkiyi nasıl ortaya koyuyorlar? Şununla karşılaşıyoruz: Avrupa toplumu, genel olarak modern ve “ben” merkezci ama ne kadar bizim dışımızdakiler modernlik, Batılılık vs. bunu dikte ederse etsin, insanların bir doğası, bir fıtratı var. Bu kendini sürdürür, kendini ortaya koyar, kendi patikasını bulur ve orada yürür. Bugün aslında Batı’da gördüğümüz de bu. O insanlar benliklerini, şahsiyetlerini koruyarak, aynı renkten, aynı inançtan, aynı bölgeden olmadıkları hâlde Gazze’deki insanların acılarını duyuyor, onları hissediyor, çığlık atıyorlar. Dolayısıyla o insanlar aslında evrensel manada, insanlıkla ilişki kuran bir vicdan, bir ruh içinde olduklarını gösteriyorlar bize. Biz Batı ile ilişki kurarken de şuna dikkat etmeliyiz. Evet, bir hegemonya, yani kapitalizm var. Bir siyasî düzen var, bir şirketler egemenliği var fakat bir de insanlar var. Bunlar tamamıyla aynı olmayabiliyor. Gördüğünüz gibi bütün devletler, egemen düzen, dünya düzeninin beş üyesi de hepsi bu korkunç Gazze katliamını tasvip eden tutumlar, söylemler ortaya koydular. Fakat onların halkları böyle davranmadı. Demek ki halkları tamamen aynı algılamamız gerektiğini anlıyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun vicdan sahibi olan, içinde o fıtratı taşıyan, Allah'ın yaratırken insana verdiği o ahlak cevherini taşıyan insanlar bizim aslında dünyevî kardeşlerimizdir. Din kardeşimiz değil ama adalette, ahlakta kardeşimiz olan insanlardır. Filistin’den dolayı olan hadiseler bize bunu hatırlattı.
Bugün dünyanın en önemli üniversitelerinde okuyan gençler uluslararası müesseselerin iflasını görüyorlar, dünya düzeninin çalışmadığını görüyorlar. Müesseselerin, ceza mahkemelerinin, Güvenlik Konseyi’nin aslında işlemediğini, bunların birer tiyatrodan ibaret olduğunu görüyorlar. Bunun farkındalar ve tepki gösteriyorlar. Büyük ihtimalle bu insanların büyük çoğunluğu yarın Batılı devletlerde, bahsettiğiniz şirketlerde önemli pozisyonlara gelecekler. Batı açısından yaşanan bu vaziyetin geleceğe dair ümit verici bir tarafı var mı?
Evet, var. Çünkü 68 kuşağı çok büyük bir muhalif hareketti Batı'da ve bunlar bir süre sonra Avrupa'da, Amerika'da lider oldu. Mesela Avrupa'nın sosyal demokrat bir sisteme yönelmesinde çok büyük roller üstlendiler. Ondan sonra filozoflar, aydınlar yetişti oradan ve Avrupa'ya yeni bir bakış açısı kazandırdılar. Bir yönüyle Avrupa'nın kendisini yeniden üretmesini sağladılar. Bu bahsettiğiniz gençler de dünyanın en zeki gençleri ve Filistin için toplanmışlar, orada kendi hayatlarını da tehlikeye atacak biçimde bir tavır ortaya koyuyorlar. Aslında yüzeysel olarak baktığımızda, bunlar geleceklerini mi yakıyorlar? Bence hayır. Tam da dediğiniz gibi aslında biten şimdiki durumu en erken bu gençler görüyor ve erkenden tavır alıyorlar. Bunlar, geleceğin liderleri olacak kişiler. O açıdan geleceği hissetme, görme konusunda sezgi düzeyleri yüksek olan ve bunu gören insanlar. Elbette vicdan, ahlak önemli fakat bu dediğimiz açıdan baktığımızda da geleceği sezdikleri ve şu an bu yapıların bittiklerini bizden daha erken gördükleri için tavır alıyorlar. Bu tavırlarıyla aslında geleceği daha erken görme, müjdeleme ve onu temsil etme tutumuna yöneliyorlar. Buradan bakınca evet, gelecekte yeni kurumlar olacak çünkü eskisine nazaran dünyada artık daha fazla birbirimizle ilişkili yaşıyoruz. Küreselleşmenin getirdiği teknolojiler, mesafeleri kısalttı, yoğun bir hareketlilik ve büyüme var. Bugün Avrupa'nın yüzde 15'i Müslüman. Bunu 30 sene önce hayal edemezdik. Dolayısıyla gelecekte uluslararası düzeyde yeni kurumlar devam edecek ama şu anki kurumlar çalışmıyor, yetmiyor ve bu insanlar, buralara gelecek ve bu belirsizliği, bu kaotik durumu, bu büyük eşitsizliğe dayalı dünya düzenini aşacak yeni bir düzen kuracaklar. Belki bizim tam istediğimiz manada olmasa da en azından mevcut olandan çıkışı sağlayacak, yeni vaziyete yol açacaklar. Ben de bu umudu taşıyorum açıkçası.
Yine Batılılardan yola çıkarsak; internette denk geliyorsunuz muhakkak. Gazze'de yaşanan o hadiseleri görüyor ve birçok Batılı Müslüman oluyor, iman ediyor. Ne arıyor ve burada ne buluyor ki iman ediyorlar? Ve yine bununla ilişkili olarak da şunu sormak isterim. Batılı bir adamda bu tesiri meydana getiren hadiseler bizim insanımız üzerinde niçin hiçbir tesir meydana getirmiyor?
Çünkü Batı’daki insanlar bir defa İslam'dan çok uzak ve bu farkı bilerek yaşıyorlar. Onlara İslam ile ilgili belli kalıplar öğretilmiş, bunlara alıştırılmışlar. Sonra Gazze'deki hadiseler, bu kalıplarının doğru olmadığını çığlık atarak, trajik bir biçimde onlara gösteriyor. “Bunlar, bize öğrettikleri gibi değil. Ayrıca bizim bildiğimiz adalet, demokrasi, insan hakları olacaktı ama bizimkiler bunu yapmıyor. Demek ki aslında bizim inancımız doğru olmayabilir ve bizim yanlış diye baktığımız İslam doğru olabilir mi acaba.” Diyerek, yaşanan trajedi karşısında ciddi bir dönüşüm yaşıyorlar. Şok geçiriyorlar. Hani bir bilim adamı, bir düşünce adamı gibi uzun uzun okuyarak, araştırarak değil. Tarihte zaten trajik olarak ortaya çıkan büyük değişmeler çok var. Çok büyük acılar, çok büyük yıkımlar, çok köklü değişmeleri de beraberinde getiriyor. Ayrıca ABD’de veya Avrupa’da insanlar dünyaya doydu artık. Yani sekülerleşmeyi üst düzeyde tamamladılar ve maddî olarak tatmine ulaştılar. Fakat öte yandan ruhî olarak çok ciddi bir açlık ve boşluk var. İslam’la karşılaşınca bunu daha bir derinden hissediyorlar ve bunu karşılayacaklarını düşünüyorlar. Mesela İslam’ın dışında da yogaya, meditasyona, Hint inançlarına yönelik eğilimler var. Fakat Gazze’deki gelişmeler, Batı düzenini ve İslam’la ilgili öğretilen yanlışları daha fazla radikal bir biçimde sorgulamaya yönlendiriyor.
Ruhî ihtiyaç insanların en temelde bir dayanak noktasıdır. Farklı mistik inançların da bir bakıma tutulabilir bir tarafı olduğunu varsayalım. Ama Gazze'de kendi çocuğunun cenazesini eline almış, “elhamdülillah” diyen bir babanın dayanak noktasını nasıl tarif edersiniz? Hani şimdi tebliğ ve telkin meselesi vardır. Allah Resulü tebliğcidir. Ondan sonraki herkes kendi haliyle, yaşantısıyla, tavrıyla telkin eder ve şu an dünya çapında aslında bir telkin faaliyeti gerçekleşiyor.
Bu, hakikaten çok mühim bir durum. Bir defa Batı’daki insanlar, kaygı düzeyleri yüksek modern toplumlarda yaşıyorlar. İş kaygısı, gelecek kaygısı, çocuk kaygısı, kendisinin kaygısı vs. en ufak bir rutinlerinin bozulmasında strese giriyor ve antidepresan gibi ilaçlar kulllanıyorlar. Bu, bizde de geçerli. Fakat Gazze’de insanlar dipdiri ayakta, canlı. Büyük bir teslimiyet var ve bu teslimiyet insanı çarpıyor. Bizim teslimiyet gücümüz düşük olduğu için ufacık bir değişmede, ufacık bir kayıpta, ufacık bir rutinimizi kaybetmede kaygıya düşüyoruz. Gazze’deki insanlarda hakikaten teslimiyet düzeyi çok yüksek ve o teslimiyet, o inanç, çok büyük bir anlam sağlıyor insanlara. İnsanları diri tutuyor. Onlar bizden daha canlı, biz ise ölüyüz. Ayrıca İsrail, Filistin’de yaptığı katliamı, attığı bombaları, yaptığı rezillikleri canlı olarak bütün dünyaya gösterdi, bunları yayınlayıp ne kadar güçlü olduğunu hissettirmek ve insanları korkutmak istedi. Fakat tam tersine insanlar onun canavarlığını gördü, kötülüğünü gördü ve insanlığını hatırladı dünya. Bu korku üretme mekanizması, işlemedi. “Ben çok büyük bir gücüm, bana teslim olun.” anlayışı dünyada itibar görmedi. İsrail, insanın temel üç güdüsünden biri olan korkuyu kullandı fakat Allah tersine çevirdi. Artık Yahudiler o gizemini kaybetti. “Çok paralı adam, her yere elleri ulaşır, her şeyi yaparlar.” gibi imajlarını, kudretlerini kaybetti. Bu vaziyet Yahudileri nereye götürür bilmiyorum. Çünkü tarihte ilk defa Yahudiler bir devlet sahibi olmuşlardı, sürgün hayatı ve baskılar yaşamıyorlardı. Şimdi bunu Siyonistler, İsrail aracılığıyla yapınca, İsrail'in mensup olduğu Yahudi toplumuna yönelik algı da ciddi anlamda değişti. Biz, bunun olumsuz yönde değişmesini istemeyiz Müslüman olarak. Ama tarihi okuduğumuz zaman bunu da söylemek durumunda kalıyoruz.
Peki, Gazze’de yaşananlar Türkiye'de niçin toplumun sanki sadece bir kesimin meselesi gibi ele alınıyor? Mesela solcular, ülkücüler, hatta senelerdir özgürlük diyen DEM. Bunlar neden mesele edinmiyor Gazze’yi? Bunun akabinde ikinci soruyu da bağlayayım. Tanzimat’tan beri Batı’dan gelen her şeyi hesapsız kitapsız alıyor, benimsiyoruz da, Batı’da Gazze için yükselen tepki karşısında neden sessiz kaldık ve bunu almadık. Bunu nasıl görüyorsunuz?
Hakikaten çok derin bir paradoks bu bizde. Bu toplumda, bu, insanların bir yönüyle bütün Müslümanlık iddialarına rağmen Müslümanlık bilincine, ruhuna ne kadar yabancılaştıklarını gösterir. İster bunu DEM’dekiler yapsın, ister sol kesim veya ülkücüler... Çünkü bir defa Müslümanlık aidiyetinde masumları düşünmek var, Müslümanları düşünmek var, Kudüs gibi Müslümanların çok önemli bir kutsal beldesi olan yeri düşünmek var. Bunları düşünmeyen insanın bu ruhtan uzaklaştığını ve koptuğunu gösteriyor. İkinci olarak Türkiye'de aslında bunlar, Avrupa’nın veya modernitenin evrensel değerlerini benimseyerek temsil etmekten çok, bunun kılıfı altında Batı sözcülüğünü yapan, Batı’nın buradaki siyasetinin uzantısı olan kesimler. Solun da böyle olduğunu, DEM’in etrafında kümelenen siyasetin de böyle olduğunu görüyoruz. Bunların amacı insan haklarını, evrensel değerleri veya adaleti savunmak değil. Başka bir amaç ve siyaset var. Sadece bu söylemler o siyaseti taşımaya yarıyor, araç olarak kullanılıyor. Batı’yla kurdukları ilişkiler de bu değerler üzerinde olan ilişkiler değil, tamamen başka bir çerçevede kuruluyor. Türkiye'yi kendi içinde bölmek siyasetine hizmet ediyorlar. Bunun için Batı’dan destek alıyorlar. Onlar da insan hakları, demokrasi söylemleriyle bunu örtüyorlar. Solun Müslümanlıktan kopan bir ruhu var. Arap ülkelerindeki sol böyle bir sol değil. Ama maalesef Türkiye'deki sol, sekülerleşen bir yapıda olduğu için zihinleri de sekülerleşmiş. Bu toplumun kendi tarihiyle, kendi kültürüyle, inancıyla ilgisi yok.
Halkçı ama değil mi?
Enteresan bir şekilde de halkçı. Fakat “ideolojik bir halkçılık” bu. Bundan dolayı buna katılmıyor, yanında yer almıyor. Hâlbuki Avrupa'da sol dediğimiz zaman en fazla göçmenlere yardım eden, mazlumlara yardım eden bir hareket akla gelir. Buradakiler ise öyle değil, farklı bir sosyoloji var. Mahir Kaynak bir ara Türkiye’deki solcular için çok doğru bir tespitte bulunmuştu. “Türkiye'de sol aydınları, büyük ölçüde Avrupa'da yetiştirilmiş ve Türkiye'deki beyaz Türklerin çocuklarıdır.” demişti. Bunların derdi aslında Türkiye’de egemenlik kurmak. Türkiye'deki egemenlik şu an Müslümanlıkla barış içinde olan, onu devletle barıştıran, devlette temsil etmeye çalışan muhafazakâr bir iktidarda olduğu için ve bunlar da Filistin'i ve Gazze'yi destekledikleri için hoşlarına gitmiyor. Kendilerini mesafeli hâle getiriyorlar. Tamamen güç ve iktidar ilişkisi çerçevesinde bakıyorlar. Yeri geldiğinde sürekli muhafazakârları eleştirirler, “Siz güç, iktidar açısından bakıyorsunuz.” diye. Ama muhafazakârlar mesela uzak Asya'da tsunami oldu, oraya koştu, yardım elini açtı. Maalesef Türkiye'deki sol, tamamen Kemalizm'den etkilenen, Kemalist bir sekülerleşmeden geçen bilinçlere sahip olan insanlardan müteşekkil. Bu sekülerleşme de dinden sadece ayrı yaşamak değil, dine karşı olmak gibi bir tutumu barındırıyor.
Belki dine de karşı diyemeyiz. Mesela Hıristiyanlıkla, Yahudilikle hiçbir problemleri yok. Bu biraz da İslam düşmanlığı sanki.
Evet, din derken sadece biz Türkiye'de İslam’ı kastediyoruz. Kemalizm, Türkiye'de İslam'ı tasfiye etmiştir. İslam kurumlarını, medreseleri, tarikatları, tekkeleri tasfiye etmiştir. Sonra ezanı aslî dilinden koparmıştır. Kemalizm dediğimiz şey bu! Sert bir sekülerleşme. İslam'ı tümüyle silmeye yönelik bir sekülerleşme. Yani, 28 Şubat Refah Partisi iddianamesini okuduğumuz zaman orada da bunu görürüz, aynı ruh var. Türkiye'deki sol, çoğunlukla bu ruhu taşıyan bir sol. Mesela eskiden Filistin Kurtuluş Örgütü'yle daha yakın bir ilişkileri vardı. Deniz Gezmiş nerede eğitim aldı? Ama Filistin daha İslam'la barışık bir yapıya büründüğü zaman vebadan kaçar gibi kaçmaya başladılar. O zaman Türkiye'de sol demek ki İslam'ı kontrol etmek, İslam'ı tasfiye etmek, İslam'ı azaltmak için var olan bir ideolojidir. Avrupa'dan ve Batı'dan da bu çerçevede destek gören bir ideoloji.
Kendi toplumumuza ve kültürümüze dönecek olursak; öncelikle siz de sık sık kaleme alıyorsunuz “Aile müessesimiz çöküyor, dolayısıyla toplum aslında çöküyor” diye. Ama bizim çöküyor dediğimiz şey aslında bize göre çöküyor. Onlara göre değişiyor veya dönüşüyor. Hatta belki Kemalist baskıcı zihniyet açısından olay şuraya bile geliyor. “Evet burada Müslümanlar da olsun, öbürü de olsun, kim neye inanırsa inansın ama kimse kimseye karışmasın. Ama her zaman yer gösteren konumunda ben bulunayım. Bu devam etsin” Bunu nasıl görüyorsunuz? Bu böyle söylenebilir mi? Bir yerde kırılmak zorunda mı?
Evet. Bu toplum, Müslüman bir toplum. Belli bir süre devlet zoruyla Müslümanlığı susturulmuş, lâl kesilmiş, geri çekilmiş, defansif olmuş. Ama Türkiye, o süreçten aşama aşama çıktı artık. Bu çıkması, Türkiye'nin içinde Batıcı olan kesimlerin, bu toplumu Müslüman toplum olarak görmeyen kesimlerin de bu durumu kabul ettiği anlamına gelmiyor. Onlar mücadele etmeye devam ediyorlar. Türk toplumunu, Avrupa toplumuyla aynı yapmak istiyorlar. Onlar için modern demek, ileri demek, Avrupa toplumunun aynısı olmak demek. Oranın bir parçası olmak istiyorlar. Bu, aslında Türk toplumunun kendisini yok etmesi demek, varlığından vazgeçmesi demek. Bu toplum sonradan devletlerin bir araya gelmesiyle oluşan Amerika Birleşik Devletleri değil ki. Sonradan çıkmış bir toplum da değil. Yani bu insanlar, İslam'la beraber bin senedir burada yaşıyor. Dolayısıyla bin yıllık bir toplumun birtakım sistemleri, rejimleri değişebilir. Ama gün gelir, yeniden o toplum kendi yolunu bulur ve kendisiyle uyumlu, kendisini temsil eden bir rejim kurar. Bunu görmemiz gerekiyor. Bunlar ise Batıcı hegemonya çerçevesinde kurulan rejimi mutlak, ezelî ve ebedî görüyorlar. Bu toplumun kodlarıyla uyuşan, uyumlu hâle gelen rejim bu ülkede er ya da geç olacak. Bu, aile konusunda da, toplum mevzuunda da böyledir. Biz, Avrupa'dan jet alabiliriz -gerçi artık jet de almayacağız herhâlde- ama bizim Avrupa'nın kadın modeline, aile modeline, erkek modeline hiç ihtiyacımız yok.
Batı bizde olanı ararken, biz onda neyi arıyoruz ki?
Şimdi biz, çok farklı bir medeniyet, çok farklı bir toplum ve kültürüz. Bir defa Türklerin kendisi bunu böyle kabul ederse yeniden büyür ve açılır. Yani Türkistan diyoruz, beş Türk devleti bir araya geliyor. Anadolu, büyük bir nüfusa erişmiş durumda. Yoksa Türkiye bunlara yeniden yönelmezse, kendisini yeniden bulmazsa Avrupa’yla Doğu arasında her an korkan, kendisini tehdit altında hisseden ezik bir varlık olarak yaşamaya devam eder. Bu, olağanüstü şartlar altında dar bir çerçevede yaşamaya mahkûm ediliyoruz fakat bu sürdürülebilecek bir durum değil. Toplum uyanıyor, kendisinin farkına varıyor. O sebeple kimse kalkıp bizim cinsel hayatımızı gâvurların yaptığı gibi bize yapmamızı söyleyemez. Yatak odasında nasıl yaşayacağımıza onlar karar veremez. Bu konuda onlar karar verdiği zaman, biz bitmişiz demektir. Başka bir şey yapmamız gerekmiyor. O kadar büyük bir orduyu niye biz besliyoruz o zaman? Yani bir millet ideali olarak biz nasıl varız? Zaten bunu savunanların, destekleyenlerin millet diye bir kaygısı, bir ideali yok. Tek tek, bencilce kendisini düşünen, yiyip içen, alışveriş merkezlerinde dolaşan, cinselliğin her biçiminin peşinde koşan yaratıklar hâline gelmemizi istiyorlar. “Esfel-i sâfilin”dir bu yani. Dünyada hiçbir toplum da böyle yaşamaz. Endülüs 800 yıl yaşadı ama sonu kötü oldu. Kötü olmasının en önemli belirtilerinden birisi de son zamanlarda eşcinselliğin, şatafatın, zevk ve sefânın yaygınlaşmış olmasıydı. Bunu Mukaddime’de teori olarak da görüyoruz. İbn-i Haldun biliyorsunuz Endülüslü bir düşünce adamı. Hatıralarında da bahsediyor ve Endülüs düşmeden 50 sene önce meliki ziyaret ediyor. Onlar için “Dünyadan habersiz, lüks ve şatafat içinde yaşıyor.” diyor. Toplumlar, döngüsel bir biçimde hayatını sürdürürler. Türk toplumu için de bu geçerli. Kendini yenilerse, özüyle beraber bu çağda yeniden ortaya koyarsa, varlığını geleceğe daha iyi bir biçimde taşır. Burada aile, doğurganlık, anne olmak, baba olmak önemli. Erkeğin kendisini bu şekilde algılaması, yorumlaması önemli. Dünyaya sadece yeme şehveti, içme şehveti, gezme şehveti, cinsellik şehveti için geldiğini düşünen insanlar hayvanlaşmış olurlar. Kapitalizmin de vardığı son durum budur. O da “Ben üreteyim, onlar tüketsin. İstediğim biçimde çalışsınlar. Sonra da tüketsinler. Belli bir grup efendiler, bunlar istediğim biçimde yani yarı tanrılar gibi yaşasınlar.” istiyor. Aslında Harari'nin dediği şey de bu, yeni dönemin kapitalist patronlarıdır. Onun tahayyülünde yarı tanrı olacak insan aslında kapitalist efendilerdir. Halkın geri kalanı kalabalıklara, kitlelere dönüşecek. Millet, aile, cemiyet ve mahalle varlığını kaybedecek. Bu, bize uymaz, İslam da buna direnir. Bir biçimde dünyanın en büyük teknolojik güçleriyle, destekleriyle donanmış Siyonizm gibi bir şeye karşı bile hiçbir şeyi olmayan bir avuç grup olarak direnir. Başka yerde başka biçimde direnir. Tasavvufla direnir, mücahitlerle direnir, entelektüellerle direnir, ama direnir… Batılı dünya tarzı bizim dünyamız değil, bize ait değil. Dolayısıyla önümüze bu dünyanın kadın tarzını, erkek tarzını, aile tarzını koyup da yaşamasını bizden isteme hakları yok. Onlar, efendilerimiz değil.
Türkiye’deki sekülerleşmeyi nasıl görüyorsunuz?
Aslında bu sekülerleşme, Türkiye'de çok karıştırılıyor. Bir defa Osmanlı döneminde de herkes dindar değildi. Herkes namaz kılıyor veya oruç tutuyor değildi fakat dine saygılıydı. Şimdi Türkiye'de sekülerleşme, Kemalizm rejimi tarafından çok sert uygulandı. Tabii şimdi baktığımız zaman Türkiye, siyasal olarak sekülerleşme politikasından çıktı bir ölçüde. Fakat CHP yeniden iktidara geldiği zaman o sert sekülerleşme politikalarını uygulayabilir. O sebeple bizim darbe anayasasından, bu sert sekülerleşmenin bütün tortularından kurtulmamız lazım. Türkiye'nin yeni anayasayla yeni bir toplumsal sözleşme yapması lazım. Çünkü toplumsal düzeyde çok farklı bir sekülerleşme var. İnsanlar doğum yapmak istemiyor, daha bencil, daha dünyevi manada hayatını yaşamak istiyor. Yapılacak düzenleme ile de toplumun dinle barışık olması, dinî tercihlerinde özgür olması, dinî yaşamı teşvik edici mekanizmaların olması, millet bilincine ait olan bir siyasi yapının olması gerekiyor.
Hem Türkiye'ye bir misyon tarif ettiniz hem de bir dünya görüşünden bahsettiniz. Türkiye'nin o kendinden beklenen veya bizim beklediğimiz bu misyonu gerçekleştirmesi için de laik, Batıcı ve Kemalist anlayış ile bu işin olmayacağı muhakkak. Bu nasıl değişecek?
Kemalizm, Türkiye'nin emperyal vizyonunu tamamıyla yok etmek, bu iddiasını reddetmek üzere kurulmuş olan bir ideolojidir, bir rejimdir. Ama Türkiye bunu kabul etmeyeceğine 1945'ten sonra karar vermeye başladı bence. İlk adımları 1950'lerden itibaren attı. Mesela Menderes'e Amerikalılar diyor ki: “Siz sadece tarımla uğraşın, tarımsal üretimlerde bulunun.” Ama hayır, Menderes gidiyor şeker fabrikası açıyor. Rusya ile görüşüp demir çelik fabrikası açıyor ama ondan sonra Menderes'i götürüyorlar. Daha sonra peşinden diğer liderler geliyor. En son Erdoğan geliyor. Bu millet, büyük bir teveccüh gösteriyor. Dolayısıyla Kemalizm aşama aşama aşılıyor bence. O aşılma durumunda küsenler, kızanlar, öfke duyanlar, kendini yiyip bitirenler bu defa yeniden sert bir ideolojiyle, birtakım sembollerle onu üretmeye, ayakta tutmaya çalışıyorlar. Yani Atatürk'ü yeniden yarı tanrısal bir varlık olarak üreterek önümüze sürmeye çalışıyorlar. Bunu özellikle millî bayramlarda yapmak için kendince özel tutumlara yöneliyorlar. Diyelim İzmir'de bir lisenin önünde tamamen Avrupai yaşam tarzıyla kalkıp birtakım faaliyetlerde bulunuyorlar ve buna diyorlar ki işte “Atatürk'ün kızları”. Aslında Atatürk burada araçsallaşan bir şey. Burada yapılan Kemalizm’dir. Kemalizm, bu ülkeye biçilmiş olan çok dar bir elbisedir. Bu elbise, bugün hiç yetmiyor, her taraftan patlamış gibi. Çünkü ufuk olarak büyüdük. 40 sene önce 5 Türk Cumhuriyeti'nin bir araya gelerek ortak bir teşkilata varacaklarını düşünebiliyor muyduk? Hayır. Biz 40 sene önce bir devlet başkanımızın İsrail'e en üst düzeyde reddiye çekebileceğine inanıyor muyduk? İnanmıyorduk. Tam tersine 49'da Kemalizm, İsrail'i tanıyan dünyada ikinci devlet olmuş. Biz aslında aşama aşama Kemalizm’i aşıyoruz, sosyolojik olarak aşıyoruz, ekonomik olarak aşıyoruz, düşünce ufku olarak aşıyoruz. Fakat Kemalizm’i temsil eden Avrupa ve Batı’yla ilişkili devlet içinde elbette 100 yıla yakındır devam eden bir güç var. Onun tümüyle birden tasfiye olması kolay bir şey değil.
Bu nasıl olur peki, bir kırılmayla mı yoksa bir süreç içerisinde mi olur?
İkisi de olabilir aslında. Hiç beklenmedik bir kırılma yaşarız. O kırılma, onların tümüyle anlamsız olduğunu kendilerine hissettirir ve yenildiklerini kabul ederler ya da bu nesiller değişerek aşama aşama gerçekleşir. Bir nesil, biz Tih çölünden çıktık. Hz. Musa kavmiyle Firavun’un zulmünden kurtuldu, ondan sonra “Gidelim, savaşalım.” dendi, onlar da “Sen git Rabbinle savaş.” dediler. Çünkü özgürlük bilinçlerini kaybetmişlerdi. Allah da onları Tih çölüne mahkûm etti, orada dönüp dolaştılar. Şimdi bizim de aslında bir kölelik dönemimiz oldu. Bize korkuyla oluşan Kemalizm ideolojisi dayatıldı. Ama biz o Tih çölünden çıktık, bugün Türkiye'de Kemalizm’i rahat eleştiriyoruz, tartışıyoruz, kitaplar yazıyoruz, araştırmalar yapıyoruz. Bunlar, 40 sene önce mümkün değildi. Necip Fazıl Kısakürek rahmetli olduğunda bile hâlâ hapis cezası geliyordu. Bu, Türkiye'nin ciddi anlamda kabuğunu kırdığını, belli bir ilerleme içinde olduğunu, kendi tarihiyle barıştığını gösteriyor. Bu açıdan evrimsel bir süreçle de bunu tamamlayabiliriz ya da beklenmedik kırılmalar yaşarız. Depremde olduğu gibi fay hatları aynı zamanda kırılır, bambaşka bir coğrafya ortaya çıkar. O da yaşanabilir.
Çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 28. Sayı, Haziran 2024