Mukaddime
Son dönemin en büyük şair, yazar ve fikir adamlarından kabul edilen, hukukçu Fazıl Bey ile Mediha Hanım çiftinin oğlu olan ve 1904’te İstanbul Çemberlitaş’ta, bir konakta dünyaya gelen, dedelerinden birinin adı olan Ahmed Necip ismiyle isimlendirilen Necip Fazıl’ın soyu, baba tarafından Kahramanmaraş’ın köklü ailelerinden “Kısakürek-zâdeler”e dayanır.
Evvelâ şunu belirtmek lâzımdır ki, Necip Fazıl Kısakürek üstadımız, ilim tarihinde geçen, Arabî ilimleri bitirip icazet alan bir İslâm âlimi değil, eserleri de, o İslâm âlimlerinin eserleri gibi klasik ilmî eserler değildir. Zaten kendisi de, eserlerinde, böyle olmadığını, ilmin ve sanatın sahalarının ayrı olduğunu ifade etmiştir.
İlk şiirleri
1922 yılında, Yakup Kadri aracılığıyla, “Yeni Mecmûa”’da ilk şiirini yayınlayan Necip Fazıl, hayatının sonuna kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınlamaya devam etmiştir.
İlk şiir kitabı “Örümcek Ağı” 1925’te, ikinci kitabı “Kaldırımlar” ise, 1928’de yayınlanmıştır. Kaldırımlar şiiri, onu, şöhretin zirvesine çıkarmış ve sanat çevrelerine kendini, “şair” olarak kabul ettirmiştir. Bu ilk şiirlerinde, koyu ferdiyetçilik ve derbeder (bohem) bir yaşayışın izleri görülmektedir.
Seyyid Abdülhakîm Efendiyi tanıması
1934’e kadar, eserlerine ve sanatına hâkim olan bu durumu, büyük âlim ve veli, Dârul-fünûn müderrislerinden Seyyid Abdulhakîm Arvâsî’yi (rahmetullahi aleyh) tanıyıncaya kadar devam etmiştir. Beyoğlu Ağa Camii’nde ilk defa tanıdığı bu zatı, 1943 yılında vefatına kadar, Eyüp’teki dergâhında ziyaret ederek, sohbetlerinde bulunmuştur. Bu olay, Necip Fazıl’ın şahsiyetine, fikrine, dünya görüşüne büyük etki yapmıştır. Âdeta her şeyiyle yeniden doğmuştur.
Hazret-i Şeyh Seyyid Fehîm Arvâsî’nin torunlarından, Ankara’da Zirâî Donatım Kurumu Genel Müdürlüğü Levâzım ve İdari İşler Emekli Müdürü merhum Seyyid Emîn Garbî Arvas Beyin bana anlattığına göre:
“Üstad Necip Fazıl'dan bizzat dinledim. Merhum Abdulhakîm Efendi, Süleymaniye Camii’nde vaaz vermektedir. Necip Fazıl da, 10 soru yazar ve soruları cebine koyup Süleymaniye Camii’ne gider. Vaazdan sonra soruları kendisine soracaktır. Ancak, Abdulhakîm Arvâsî Hazretleri, vaazı sırasında, Necip Fazıl'ın sorularını, birinciden başlamak üzere, tek tek cevaplandırmaktadır. Üstad bir ara “Acaba soruları cebimden düşürdüm de eline mi geçti?” diye şüphelenir. Cebine bakar, soru kâğıdı yerinde durmaktadır.”
Necip Fazıl, 1935’e kadar, daha ziyade ferdî, beşerî duyguları, kendi iç sıkıntılarını, buhranlarını dile getirmiş, “sanat için sanat” görüşüne sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Yalnız şiirle meşgûl olmuştur. 1935 yılından sonra şairliğinin yanısıra, daha çok nesir eserleri vermiştir. Bunlar tezli eserlerdir. Ya, “mutlak hakikat” dediği tezini işlemiş, yahut bu uğurda çektiği acıları, zorlukları anlatmıştır. Yazar artık “sanat, Allah içindir” görüşündedir. Konu ve temalardaki bu değişiklik, daha önce kendini şair olarak göklere çıkaran sanat çevrelerinin ve üst kademenin, Necip Fazıl’dan uzaklaşmasına ve “sabık şair” ilân edilmesine sebep olmuştur.
Onun hayatındaki çok mühim değişiklik
Bu devreden sonra yazar, kendi tabiriyle fildişi kulesinden inmiş, memleketine, insanlarına karşı sorumluluk duyan “Müslüman bir sanatkâr ve münevver” hüviyeti kazanmıştır. Kalemiyle, inandığı, doğru, güzel, iyi bildiği değerleri yaymak, savunmak, tanıtmak gayreti, hayatının sonuna kadar devam etmiştir. Bu maksatla, şairliğinin yanısıra, edebiyatın hemen her dalında kalem oynatarak, yüzden fazla eser vermiştir.
O, “Efendim” diye bahsettiği büyük bir İslâm âliminin sohbetleriyle, sanat hayatımızda zirve noktalara çıkmış, son yüzyılımızda yetişmiş en büyük şair ve yazarlarımızdan birisi olmuş; hatta son dönemlerin “Sultânüş-şuarâ”sı ilân edilmiştir.
1980 yılında “Sultanü'ş-şuarâ” (Şairler Sultanı) ilan edilmiştir. 25 Mayıs 1983 günü, çile ve mücadelerle dolu hayatı sona ermiştir.
[Kanuni Sultan Süleyman Han zamanındaki yani 16. asırdaki büyük şairlerden Bâkî’ye (Mahmûd Abdülbâkî Efendi gibi büyük bir âlime), ondan 1 asır önce de (15. Asırda da) Ahmed Paşaya, bu ünvanın verildiği düşünülecek olursa, bu rütbenin ne yüksek bir vasıf olduğu daha iyi anlaşılır.]
Dinî, mukaddes konu ve temaları işleyerek, tefekkür eden, düşünen genç nesillere faydalı olmaya çalışmış ve bu konuda pek çok edebiyatçı ve fikir adamının yetişmesine de vesile olmuştur.
[Âcizane bendeniz, basın-yayın hayatına erken yaşlarda başladığımı söyleyebilirim. Şöyle ki, 1967’de vaizliğe, 1968’te hatipliğe, 1969’ta makale yazmaya, 1972’de radyo konuşmalarına ve 1990’da da televizyon programlarına başladım. 1970'te başlayan konferans hayatımda, merhum Üstad Necip Fazıl, benim üstadımdır. Ankara’da MTTB, Komünizmle Mücadele Derneği, İmam-Hatip Okulu Mezunları Federasyonu, Din Görevlileri Federasyonu... gibi derneklerce tertiplenen "İman ve Aksiyon", "Yolumuz, Halimiz, Çaremiz", "Efendimiz, Kurtarıcımız, Müjdecimizden", "Muhasebe", "Tarihte Sahte Kahramanlar" gibi bütün konferanslarını ve "Sakarya" şiirini de kendi ağzından defalarca dinledim. 1972 yılında neşredilmeye başlayan "Millî Söz ve Özün Türkçesi" isimli haftalık dergide, onunla beraber makale yazmakla şereflendim. Ben, her hafta, biri kendi ismimle, diğeri de mahlasla olmak üzere iki makale yazıyordum.]
Merhum Necip Fazıl’ın terceme-i hâli (kısa biyografisi)
Bu girizgâhtan sonra, onu kısaca tanıyacak olursak: 1912’de Gedikpaşa’da bir Fransız Mektebine yazıldı. Sonra yine, aynı yerde bulunan Amerikan Kolejine, Büyükdere’de Emîn Efendinin Mahalle Mektebine devam etti. Annesinin hastalığı dolayısıyla taşındıkları Heybeliada’da (1915) Nümûne Mektebini bitirerek oradaki Bahriye Mektebine girdi.
İlk şiirlerini burada [1915 yılında] yazmaya başladı. Mektepte arkadaşları arasında lakabı “şair”di. Bahriye Mektebini, son sınıftayken terk ederek, 1917’de Dârül-fünûn’un Felsefe Bölümüne başladı. İlk şiirleri, bu yıllarda dergilerde yayınlanmaya başladı.
1924’te Maarif Vekâleti tarafından Paris, Sorbon Üniversitesine tahsilini ilerletmek için gönderildi ise de, bir yıl sonra geri döndü. Bir müddet Hollanda Bankası, Osmanlı Bankası ve İş Bankasında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bankacılık mesleğinden 1938 yılında ayrılarak 1941 yılına kadar, Fransız Mektebinde, Ankara Devlet Konservatuarında, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde, Robert Kolejde, Ankara Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinde hocalık yaptı.
Bu tarihten [1941] sonra, yazar ve şairliğinin yanısıra, gazeteci olarak da basın hayatına girdi ve siyasetle ilgilendi. Böylece fikir ve aksiyon adamı olarak, hayatının sonuna kadar sürecek olan bir mücadelenin içine atıldı.
Büyük Doğu hareketi ve 1943’te başlayıp 1972’ye kadar süren Anadolu’yu köşe bucak tarayan, Almanya’ya kadar taşan konferansları bu devrededir.
Yine, bu devrede sekiz defada, toplam 3 yıl 6 ay 20 gün hapis yattı. Kesîf ve yorucu, mücadeleci bir hayattan sonra, 1972’de evine çekilen yazar, eser yazmaya, dergi ve gazetelerde şiirlerini [ve makalelerini] yayınlamaya devam etti.
"O ve Ben", "Tanrı Kulundan Dinlediklerim", "Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar" isimli eserlerinde, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden hâtıralar nakletmiştir.
Seyyid Abdülhakîm Efendinin "Râbıta-i Şerîfe" risâlesini ve "Reşehâtü Aynil-Hayât" kitabını sadeleştirerek yayına hazırlamıştır. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî’nin “Nefehâtül-Üns min Hadarâtil-Kuds” isimli kitabından seçtiği veliler, "Halkadan Pırıltılar" adı ile yayınlanmıştır. Ayrıca "Başbuğ Velîler" adlı bir eseri daha vardır. "Çöle İnen Nur", "İlim Beldesinin Kapısı Hazret-i Ali", "Benim Gözümde Menderes" biyografik eserlerindendir.
"Doğru Yolun Sapık Kolları"nda ise, İslâm’ın doğru itikadı olan Ehl-i sünnetin dışındaki bozuk mezhepleri anlatır.
1934’e kadar sadece şair olarak tanınan ve üç şiir kitabının sâhibi olan Necip Fazıl, bu olaydan sonra her türde, bilhassa bir fikir ve aksiyon adamı olarak nesir alanında velûd, çok eser veren bir yazar oldu.
Eserleri, telif ve sadeleştirerek yayına hazırladıklarıyla birlikte yüzün üzerindedir. Edebî türlerin hemen hepsinde eser vermiştir. Toplam eseri (8 şiir, 14 piyes, 7 senaryo, 3 hikâye kitabı, 2 roman, 4 hâtıra eseri, 17 dini-tasavvufî eser, 47 siyâsî-tarihî inceleme eseri, hitabe ve konferanslarla, fıkralarının toplandığı kitaplarla beraber) 102’dir.
Şiirlerinde dinç ve oturmuş bir dil, mazbut ve sağlam bir teknik bulunan şair; bütün şiirlerinde hece veznini kullanmış, “şekle” ısrarla bağlı kalmıştır. Modern şiir ölçüleriyle, tekke şiiri tarzında yazmıştır. İnsanın kâinattaki yeri, iç âlemin gizli duygu ve ihtirasları, madde ve ruh problemleri, manevi duyuşlar şiirlerindeki başlıca temalardır. Şiiri, günümüz şiirini ve zamanındaki bazı şairleri çok büyük ölçüde etkilemiştir. Ayrı kitaplar hâlinde yayınlanan şiirlerini, "Çile" ismiyle tek bir kitapta toplayarak, bunun sonuna şiir sanatı üzerine görüşlerini Poetika ismiyle ilâve etmiştir. Şiirleri daha sonrakilerle birlikte, "Bütün Şiirleri" adlı bir kitapta toplanmıştır.
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatını levhalar hâlinde anlattığı 63 bölümlü "Es-selâm", ikinci şiir kitabıdır.
Nesir dilinde, derinliğe yöneldiği kadar da nükteye, kelime oyunlarına bağlı kalan bir ifadesi vardır. Öfkeli, polemikçi, tenkitçi bir zekânın fantazi yükleri ve şaşırtıcı nükte buluşları nesrinin başlıca özelliğidir.
“Mutlak hakikati yaymak için, en üstün dokunaklı bir âlet” dediği tiyatro sahasında on dört eser vermiştir. Piyeslerinin bir kısmı filme alınmış ve oynanmıştır. "Bir Adam Yaratmak", "Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih"; "Sabırtaşı" piyesi birincilik kazanmıştır. "Ulu Hakan Abdülhamîd Hân", "Yunus Emre", "Reis Bey" tiyatro eserlerinden bazılarıdır.
Gazetecilik ve basın hayatına atılmıştır. 1936’da, uzun ömürlü olmayan, Ağaç isimli dergiyi çıkarmıştır. İkinci Dünya Harbinin başında, Son Telgraf Gazetesinde, “Çerçeve” başlığı altında fıkralar yazmaya başlamıştır. Fıkra yazarlığını çeşitli gazetelerde uzun müddet sürdürmüştür. Bu fıkralardan seçtiklerini, daha sonra “Çerçeve” başlığı altında yayınlamıştır. 1 Eylül 1943’te "Büyük Doğu" dergisini çıkarmıştır. Bu dergi 1978’e kadar fâsılalarla yayınını sürdürmüştür.
Kim sevilir, kim sevilmez ve sevgide sıra nasıl olmalıdır?
İnsanların hayatlarında en önemli husus, kimi seveceğini, kimi sevmeyeceğini bilmesidir. Buna dini ıstılahta, “hubb-i fillah ve buğz-ı fillah = Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek” denilir. Sevgili Peygamberimiz, “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmuştur. Dünyada iken kimi sevmişse, ahirette onunla beraber olacaktır.
Büyük âlim ve velî Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerini tanıyan, seven, sohbetinde bulunan ve kitaplarını okuyan kimseler, doğru bir imana sâhip olup sevilecek ve sevilmeyecek kişileri çok iyi tefrik ve temyiz edebilirler. İşte merhûm üstadımız Necip Fazıl da, bu hususta büyük hassasiyeti olan, Allah teâlâyı, Habîb-i Ekremini, onun yakınlarını sevmek lâzım geldiğini çok iyi bilen kimselerdendir. “İman ve İslâm Atlası”, “İman ve Aksiyon” ve “Doğru Yolun Sapık Kolları” gibi eserlerinde bu hususlar vurgulanmaktadır. Şimdi bu konuda biraz tafsilat vermekte fayda görüyoruz.
“Sevmek”; muhabbet, hep beraber olmayı istemek, beraber olmaktan zevk almak, lezzet duymak demektir. Sevmek deyince, hemen hatırlamak lâzımdır ki, en çok sevilmesi gereken varlık (yani birinci olarak sevilmesi gereken zât), bizleri yoktan var eden, varlıkta durduran ve muhtaç olduğumuz her türlü nimeti lutfeden, “Vâcibü’l-vücûd” olan Allah teâlâdır.
Ondan sonra, en çok sevilecek kimse (yani 2. olarak sevilmesi gereken zât), “Dünya ve Ahiretin Efendisi”, “İnsanların ve Cinnîlerin Peygamberi”, “Allah’ın Mahbûbu” olan Peygamber Efendimizdir.
Allah teâlâ, bir âyet-i kerîmede buyuruyor ki: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz [kabileniz, hısım-akrabanız], kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler; size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar gürûhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 24)
Yüce Rabbimiz yine buyuruyor ki: “Peygamber, müminlere canlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; O'nun hanımları da onların anneleridir...” [Ahzâb, 6]
[Demek ki Sevgili Peygamberimiz, mü'minler nazarında kendi nefislerinden, canlarından daha önce gelir. Müminlerin, Peygamberimizi kendi nefislerinden daha çok sevmeleri gerekir.]
Sevgili Peygamberimiz de bir hadîs-i şerîfinde buyurdu ki: “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, [kâmil manada] iman etmiş olmaz.” (Sahîh-i Buhârî)
Sonra sevilecekler sırasında diğer Peygamberler, Peygamberimizin “Ehl-i Beyt”i, mübârek hanımları, çocuk ve torunları, “Halîfeler”i ve bütün “Sahâbe-i kirâm”ı gelir.
Sonra da Peygamberimizin vârisi olan “Âlim” ve “Velî”ler, daha sonra da bizim kendi yakınlarımız, yani ana-baba, eş, çocuk, torunlar ve diğer akrabamız gelir.
Kur’ân-ı Kerim’de: “(Resûlüm!) De ki: Eğer siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece affedici ve merhamet edicidir” (Âl-i İmrân, 31) buyurulmuştur. Yani Allah’ı sevmenin alâmeti de Resûlullah’a tâbi olmak şeklinde ifade buyurulmaktadır.
İslâm’ın birinci şartı, bilindiği gibi, “Kelime-i Şehâdet”i söylemektir. Bu da Allah teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) iman demektir. Yani onlara inanmak, onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabul etmektir.
Her müminin, Resûlullah’ı çok sevmesi lâzımdır. Az evvel de zikrettiğimiz gibi, “Sahîh-i Buhârî”de ve diğer birçok hadîs kitabında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, [kâmil manada] iman etmiş olmaz” buyuruldu.
Hadîs-i şerîfin diğer bir rivayeti de şöyledir: “Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, iman etmiş olmaz.”
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden, kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], müminlere karşı çok şefkatli ve gayet merhametlidir.” (Tevbe, 128)
Hadîs-i şerifte de: “Bir şeyi çok seven, elbette onu çok anar” buyuruluyor.
Yine hadîs-i şerîfte, “Allah teâlâ, bir kuluna söz ve yazı sanatı verirse, Resûlullah’ı övsün, düşmanlarını kötülesin” buyurulmuştur. Hatta şair sahâbî Hassân bin Sâbit’e (radıyallahü anh), Mescid-i Nebevî’de bir kürsü tahsis edilip şiirleriyle, Peygamberimizi müdafaa etmesi rica edilmiştir.
Aslında, kâinatın Efendisi Muhammed aleyhisselâmı, layıkı vechile, doğru bir şekilde beşeriyete tanıtmak, O’na ümmet olmakla şereflenmiş biz Müslümanlar için bir insanlık, Müslümanlık ve vefa borcudur.
Zaman zaman bizim de zikrettiğimiz vechile, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler kendisinde toplanmış olan, Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâmı gündemde tutmak, bütün insanlara tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir. Bu iş; kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her Müslümanın işi olmalıdır.
Çünkü İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, saadetlerin başı, Muhammed aleyhisselâmı tanımak, sevmek, O’na iman etmek, tâbi’ ve teslim olmaktır.
Şüphesiz ki O’nu seven, Onunla ilgili her şeyi de sever. Meselâ “Ehl-i Beyt”i sevmek her mümine farzdır. Bunlarda Resûlullah’ın zerreleri vardır. Onlara kıymet vermek, saygı göstermek her Müslümanın vazifesidir. İslâm âlimleri, “Ehl-i Beyt” sevgisini, son nefeste imanla gitmek için şart görmüşlerdir.
Mühim bir hadisi zikrederek konumuza devam edelim:
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), bir hadis-i şerifinde: "Şüphesiz ki ben, size iki (önemli) şey bırakıyorum. Benden sonra onlara tâbi olduğunuz müddetçe, yolunuzdan aslâ sapmazsınız. Onlardan biri, diğerinden daha büyüktür. Bunlardan biri Allah'ın kitabıdır ki, gökten yere sarkıtılmış olan Allah'ın ipidir. Diğeri ise, “Itret”im, yani “Ehl-i Beyt”imdir. Bu ikisi, Havz-ı Kevser'e gelinceye kadar birbirinden ayrılmayacaklardır. O hâlde iyi düşününüz, o ikisi hususunda bana nasıl iyi bir halef olacaksınız?" buyurmuştur.
Bu hadis-i şerifin diğer bir rivayeti de şöyledir: "Size iki önemli şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe sapıtmazsınız. Bunlar, “Allah'ın Kitâbı” ve benim “Sünnet”imdir. Bu ikisi, Havz'a gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."
İslâmî konularda ilim sâhibi olan her kültürlü kimsenin bildiği gibi, bütün metodoloji kitaplarında (Usûl-i Tefsîr, Usûl-i Hadîs ve Usûl-i Fıkıh konularında yazılmış kitaplarda), dini ahkâmın delîllerinin dört olduğu kaydedilir ve bu deliller, kitaplarda "Edille-i Şer'iyye = Şer’î, dînî delîller" başlığı altında “Kitap”, “Sünnet”, “İcmâ-ı Ümmet” ve “Kıyâs-ı Fukahâ” olarak takdîm edilir. Bu dört delilin temeli olan ilk ikisinde, “Ehl-i Beyt” hazretleri medhedilmektedir. “Ehl-i Beyt”in faziletiyle ilgili bütün ulema ve ümmet arasında da ittifak vardır. Kıyas da böyledir; akl-ı selîm de böyle söylemektedir.
“Ehl-i Beyt” kimlerdir?
Şimdi bu vesileyle birazcık “Ehl-i Beyt”ten bahsedelim:
Allah teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, “Ehl-i Beyt” hakkında meâlen buyurdu ki: “…Allah teâlâ sizlerden ricsi, yâni kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor.” (Ahzâb sûresi, 33).
Eshâb-ı kirâm sordular: “Yâ Resûlallah! Ehl-i Beyt kimlerdir?”
O esnada, Peygamber Efendimizin yanına Hazret-i Ali (radıyallahü anh) geldi. Peygamberimiz, onu mübarek paltoları altına aldılar. Daha sonra Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anhüm) geldiler. Her birini bir tarafına alarak; “İşte bunlar, benim Ehl-i Beyt’imdir” buyurdular. Bu yüksek kimselere “Âl-i Abâ” ve “Âl-i Resûl” de denir.
Kitaplarda “Ehl-i Beyt” hakkında şu tarifleri de görüyoruz: “Ehl-i Beyt”: Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün aile fertleridir. Mübarek hanımları, muazzez kızı Hazret-i Fâtıma ile mübarek damadı Hazret-i Ali ve bunların evlâtları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, onların çocukları ve kıyamete kadar gelecek torunlarının hepsi.
Hatta Peygamberimizin temiz soyunun bağlı olduğu “Hâşimoğulları”na da “Ehl-i Beyt” denir. Eshâb-ı kirâmdan Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh) de “Ehl-i Beyt”ten sayılmıştır.
Resûlullah’ın (aleyhisselam) soyu, Hazret-i Fâtıma’dan devam etti. Hazret-i Hasan’ın çocuklarına ve torunlarına “Şerîf”ler, Hazret-i Hüseyin’in nesline de “Seyyid”ler denir. Peygamber Efendimizin temiz ve mübarek kanını taşıyan seyyidler ve şerifler, İslâm memleketlerinin birçok yerlerinde yaşamaktadırlar. Her birisi, güzel ahlâk numunesi olup, elhamdülillah yurdumuzda da sayıları pek çoktur.
“Ehl-i Beyt”in üstünlüğü
“Ehl-i Beyt”, hem mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm’de (Ahzâb, 33; Şûrâ, 23), hem de Sevgili Peygamberimizin hadîs-i şeriflerinde medhedilmektedir.
Peygamber Efendimiz, hadis-i şeriflerinde buyurdu ki:
“Ümmetimden, Ehl-i Beytimi sevenlere şefaat edeceğim.”
“Sizlere dîn-i İslâm’ı getirdiğim için, bir karşılık istemiyorum. Yalnız, bana yakın olan Ehl-i Beyt’imi sevmenizi istiyorum.”
“Ehl-i Beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Buna binen kurtulur, binmeyen helâk olur.”
İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyuruyor ki: “Ey Ehl-i Beyt-i Resûl! Sizi sevmeyi, Allah teâlâ, Kur’ân-ı Kerimde emrediyor. Namazlarında size dua etmeyenlerin, namazlarının kabul olmaması kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor. Şerefiniz ne kadar büyüktür ki, Allah teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de sizleri selâmlıyor.”
Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) de buyurdu ki: “Babam, zahir ve bâtın ilimlerinde yâni kalp ilimlerinde çok büyük bir âlim idi. Her zaman Ehl-i Beyti sevmeyi tavsiye ve teşvik buyururdu. ‘Bu sevgi, insanın son nefeste imanla gitmesine çok yardım eder’ derdi. Vefat edeceklerinde baş ucunda idim. Son anlarında şuurları azaldığında, kendilerine bu nasihatleri hatırlattım ve o sevginin nasıl tesir ettiğini sordum. O hâldeyken bile: “Ehl-i Beyt’in sevgisinin deryasında yüzüyorum’’ buyurdu…”
“Ehl-İ Beyt”i sevmenin önemi
İslâm âlimleri, “Ehl-i Beyt” sevgisini, son nefeste iman ile gitmek için şart görmüşlerdir. “Ehl-i Beyt”i sevmek, her mümine farzdır; onlara kıymet vermek, saygı göstermek her Müslümanın vazifesidir. Bunlarda Resûlullah’ın zerreleri vardır.
Birisi bir iyilik yapınca, ona teşekkür etmek insanlık icabıdır. Bu iyilik, ne kadar fazla olursa, ne kadar kıymetli olursa, teşekkür de o nisbette, oranda artar. Bize en büyük iyiliği, Peygamber Efendimiz, “Ehl-i Beyt”i ve “Eshâb-ı Kirâm”ı yapmışlardır. Çünkü dünya ve ahiret saadetinin yolunu gösteren İslâmiyet, onlar vasıtasıyla bizlere gelmiştir. Bunun için bunlara ne kadar teşekkür etsek, dua etsek yine de azdır.
Ayrıca bunları sevmek; saygıda, hürmette kusur etmemek, Peygamber Efendimizin emridir. Çünkü, Efendimiz, “Eshâbımı, zevcelerimi ve Ehl-i Beyt’imi seven ve onlara dil uzatmayan, Cennet’te benimle beraber olur”, “Ehl-i Beyt’im, Nuh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmeyen boğulur” buyuruyor.
İstisnasız, bütün “Ehl-i Beyt”i ve “Eshâb-ı kirâm”ı sevmek, ahirette kurtuluş vesilesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz, “Kıyamette, insanların hepsinin kurtulma ümidi vardır. Eshâbıma söğenler bunlardan müstesnadır. Sırât köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, Ehl-i Beytimi ve Eshâbımı çok sevenlerdir” buyurdu. [Cenâb-ı Hak, bizlere, onları azami derecede sevmeyi lütfetsin inşallah.]
Peygamber Efendimiz, bizler için her hususta en güzel örnektir
Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:
"Ben, sizin için bir baba gibiyim; bilmediklerinizi öğretiyor, sizi terbiye ediyorum." (Ebû Dâvûd, Nesâî)
Burada şunu önemle ifade edelim ki, bütün Ülü’l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakiki sâhibi olan Allah teâlâya ibadet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.
İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve her mekânda, Allah teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dinler vâsıtasıyla düzeltilmiş, iman ve ibadette, hak olan Ma’bûd’a (Allah’a) yönelmeleri emredilmiştir.
En son hak din olan İslâmiyette emredilen iman, ibadet ve ahlâk esaslarıyla insanlar, mânen ve maddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünya ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya dâvet edilmişlerdir. Başta Peygamber Efendimiz, Hulefâ-i Râşidîn ve diğer Sahâbe-i Kirâm olmak üzere, kurulan bütün İslâm devletleri, hususen Selçuklular ve Osmanlılar, bunun için çok büyük gayretler sarfetmişlerdir.
İnsanların Allah teâlâya karşı, kalple inanmaları ve bedenle yapmaları lâzım olan şükür borçları, kulluk vazîfeleri, Allah teâlâ ve O’nun sevgili Peygamberi tarafından bildirilmiştir. Allah teâlâya şükür, O’nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allah teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Son Peygamber olan sevgili Peygamberimiz, kendisini bir muallim (eğitimci) olarak tanıtmış, eğitimcilik vasfını, gönderiliş sebepleri arasında zikretmiş, hayatı boyunca bunu tatbik etmiş ve muvaffakiyeti tarihen sabit, başarısı dost-düşman herkes tarafından kabul edilmiş bir eğitimcidir. Onun bu başarılarından istifade etmek lâzımdır.
Zulmetler, zulümler ve vahşetler altında inim-inim inleyen insanlara, kurtarıcı olarak Sevgili Peygamberimizin lutfedilmesi, dünyanın en önemli hâdisesidir.
Allah teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, o “üsve-i hasene” olan “Habîb”inde toplamıştır.
O’nun hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusûr görülmemiştir. O, her zamanda, her memlekette yani dünyâ yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan, O’nun üstünde değildir. Peygamber Efendimiz, bizler için, her hususta, eğitimde de en güzel örnektir. (Ahzâb, 21) Eğer bu husûs iyi anlaşılacak olursa, dînî ve dünyevî işlerimizde, kimi örnek almamız gerektiği açıkça ortaya çıkar.
O, güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsanı ve ikramıyla herkesi hayran bırakmış, O’nu görenler ve sözlerini insafla işitenler, seve seve Müslüman olmuşlardır. O, 23 senede, yeryüzünün bir benzerini görmediği, kıyamete kadar da göremeyeceği bir topluluk olan 150 bin mübarek sahabe meydana getirmiştir.
Peygamberimizin yüksek ahlâkına sâhip çıkan ve O’nun izinden giden âlim ve velilerin, nasıl kâmil cemiyetler meydana getirdikleri açıkça ortadadır. Burada Sahâbe-i kirâm, Karahanlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Babürlüler, Selçuklular ve Osmanlıları misal olarak zikredebiliriz.
Sevgili Peygamberimiz insanlar için bir baba gibidir
Önemine binaen şunu ifade etmeliyiz ki, eğitim sahasında hizmet verenlerin, eğitimle ilgili yeterli metod bilgisine sâhip olmaları gerekir.
Eğitimciler için nümûne-i imtisâl yani örnek insan, ideal eğitimci, az evvel de kısaca temas ettiğimiz gibi, bundan 14 asır evvel, tek başına tebligata başlayarak, 23 sene gibi çok kısa zaman zarfında, tarihin bir benzerini görmediği ve kıyamete kadar da göremeyeceği 150.000 kâmil insanın meydana gelmesine vesile olan, “Asr-ı Saâdet”in başmimârı sevgili Peygamberimiz olmalıdır. Şüphesiz ki, sevgili Peygamberimizi, belirli kişilere veya özel bir sınıfa ders veren klasik bir eğitimci olarak düşünmemelidir.
Resûlullah, bütün Müslümanlar için bir baba gibidir
Şu hadîs-i şerîfler, O’nun nasıl bir eğitimci olduğunu ortaya koymaktadır:
"Ben, bir muallim olarak gönderildim." (İbn-i Mâce)
"Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."
"Ben, sizin için bir baba gibiyim; bilmediklerinizi öğretiyor, sizi terbiye ediyorum." (Ebû Dâvûd, Nesâî)
Ahzâb sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde de ifade buyurulduğu üzere, Peygamber Efendimiz, bizler için, her hususta, en güzel örnek olduğuna göre, eğitimde de en güzel bir örnektir. İşte bu husus, iyi anlaşılacak olursa, dini ve dünyevî işlerimizde, kimi örnek almamız gerektiği açıkça ortaya çıkar.
Peygamberimizin Eğitimdeki Hedefleri
Sevgili Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm), eğitim ve öğretim metodunu, ilk defa, İslâm’ın altın nesli ve ilk nesil olan Sahâbe-i kirâm üzerinde uygulamış ve ortaya "hayırlı bir ümmet" çıkmıştır. Bu bahtiyar topluluğun meydana getirilmesinde kullanılan metodları bilmek zaruridir.
Peygamber Efendimizin eğitiminin hedeflerini, ana hatlarıyla tespit etmemiz gerekirse, bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1-İyi insan yetiştirmek, insanın hayrına olan her şeyi teşvik etmek,
İbadet duygusunu geliştirmek, insanın aklını ve ruhunu eğitmek ve düşünceyi geliştirmek.
İbadet duygusunu geliştirmek derken, insanın yaratıcısını bilmesi, yaratıcının Rablığı ve yaratılanın kulluğu esasına dayalı bir münasebetin kurulmasını kastediyoruz. Bütün Peygamberler, insanlara ilk önce bunu öğretmeyi hedef almışlardır. İslâm’da eğitimin en yüce hedefi, Allah’ı tanıtmaktır.
İsmâîl Hakkı Bursevî'nin "Kenz-i mahfî" isimli eserinde zikrettiği bir hadîs-i kudsîde: "Ben, gizli bir hazineydim, bilinmeyi arzu ettim; bunun üzerine mahlukatı yarattım" buyurulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde de: "Ben, cinnîleri ve insanları, (ancak beni bilsinler, tanısınlar) bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurulmaktadır.
2-Yine insanın, yaratıklar arasındaki yerini ve hayattaki ferdî sorumluluğunu bilmesi, yaratılış hikmetini idrak etmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışma düşüncesini yerleştirmek, bu hedefler arasında gelmektedir.
3- Hikmet ve ilim öğretmek,
4- İnsanların, kanun nazarında eşitliğini kavratmak (Sevgili Peygamberimiz, “kızım Fâtıma da hırsızlık yapsa, elini kestiririm” buyurmakla, bunu ne güzel ifade ediyorlar), müminlerin kardeşlik ve işbirliği duygularını yerleştirmek,
5- Takvâyı yerleştirmek, ahlâkî şahsiyeti geliştirmek ve Kur’ân-ı Kerîm ölçüleri içinde ferdin bozuk davranışlarını değiştirmek ve iyi yönde geliştirmek,
6- Adâleti kavratmak,
İ. Ü. Edebiyat Fakültesi târih profesörlerinden ve Devlet Arşivleri eski Genel Müdürü merhum Prof. Dr. İsmet Miroğlu, bir makalesinde, Venedikli Hristiyan bir tacirin, Konya kadısına, Konyalı bir tacir aleyhine açtığı davada, kadı efendinin, Hristiyan tacirin lehine hüküm verdiğini anlatmıştır.
Dost-düşman herkes tarafından bilindiği gibi, koca Osmanlı padişahı da, mahkemede kadı efendinin huzurunda, diğer suçlular gibi titrerdi. Fâtih’le bir Yahudi, ayakta, beraberce eşit şartlar altında muhakeme olunmuşlardır.
Yine Fâtihin, kendi yaptırdığı medresede bir oda istemesi üzerine, öğretim üyelerinin onu imtihan etmeleri, aslında çok önemli bir göstergedir.
7- İnsanları, aşırılıklardan korumak,
8- Ferdleri, maddî hayatın gerektirdiği şekilde eğitmek,
9- İslâm’ı yaşayacak ve yaşatacak bir nesil hazırlamak.
Bütün bu hedeflere baktığımızda, "Müslüman insan"ın yetiştirilmesi için gerekli olan hedefler olduğunu görüyoruz. İşte bu ölçüler, aslında Kur’ân-ı Kerîm'in ve onun tefsiri ve uygulaması olan Sünnet’in ölçüleri olup yukarıda zikredilen hedefe yöneltmede, İslâmî eğitimin canlı örneği ise, sevgili Peygamberimizdir. [Bu konuda, Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Abdullah Özbek’in “Bir Eğitimci olarak Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)” isimli bir kitabı da vardır.]
Manevi değerlerimize ve millî kültürümüze sahip çıkmalıyız
Burada, altını çizerek şunu da ifade edelim ki:
Dinimizde, tarihimizde, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydana getirmektir.
Milletleri ayakta tutan, hiç şüphe yok ki millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle tarih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, değerleri, büyüklerini gelecek nesillere, kuşaklara aktardıkları nisbette, oranda varlıklarını sürdürürler.
Tarih, bize millî ve manevî değerlerine sâhip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklîd edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünya coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, ilk hedef olarak onların inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi seçmektedirler.
Bu itibarla geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi, millî, manevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî ve sivil kuruluşlar ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.
Özellikle genç kuşakları, bu değerler çerçevesinde eğitmek ve yetiştirmek oldukça önemlidir. Çünkü esefle görüyoruz ki, gençlerin dinî ve ahlâkî değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzaklarına düşmelerine yol açmaktadır.
Bizim millî kültürümüz, yüce dinimizle âdeta bütünleşmiş ve yine güzel dinimizin prensipleriyle yoğrulmuştur. Sevgi, saygı ve fedakârlığın geliştirilmesinde, toplum hayatımızın ahenkli ve sağlam bir şekilde devam ettirilmesinde, gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde, manevî değerlerimizin ve millî kültürümüzün katkısı çok büyüktür. İşte merhum Necip Fazıl, bütün ömrünü bu uğurda harcamıştır. [Allah teâlâ ona ganî ganî rahmet eylesin, çok sevdiği hocası seyyid Abdalhakîm Efendi ile cenne’te beraber eylesin.]
Prof. Doç. Ramazan Ayvallı
Aylık Baran Dergisi 27. Sayı, Mayıs 2024