Eskilerin bildiklerini, duyduklarını, gördüklerini dile getiren eserlerini ben de büyük bir zevkle okuyorum. Bu minval üzere kaleme alınan eserlerden bazılarını, Ali Fuat Türkgeldi’nin “Görüp İşittiklerim”, Lütfi Simavi’nin “Sultan Mehmed Reşad Han’ın ve Halefinin Sarayında Gördüklerim”, Çankırılı Hacı Şeyhoğlu Ahmed Kemal’in “Görüp İşittiklerim”, Münevver Ayaşlı’nın “İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim” değerli dostumuz Turan M. Türkmenoğlu’nun “Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim” isimli kitapları teşkil ediyor.
Yine bu tarz üzere kaleme alınan “Bildiklerim” isimli eser de Kilisli Rıfat Bilge imzasını taşıyor. Bu zat kültür tarihimizin önemli isimlerinden biridir. Kitabiyat ve lisaniyat âlimi olarak bilindiği gibi, Osmanlı Arşivindeki tasnif hizmetleriyle de tanınmaktadır. Asıl mesleği muallimlik olan Kilisli Rıfat Bey kaleme aldığı birçok kıymetli eserin yanı sıra Şirazlı Şeyh Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ını da Türkçemize kazandırdı. Ayrıca hatıralarını da 1945’te Yeni Sabah gazetesinde yayımladı. Bu tefrika daha sonra kitap halinde de basıldı. Ne yazık ki bu ilk baskı fena halde hazırlanmış olup okurken çok kılçıklı balık yer gibi epeyce zorlandım.
“Bildiklerim”in bugünlerde yeni baskısı gerekli düzenlemeler yapılarak Büyüyen Ay Yayınları tarafından neşredildi. Ufak tefek tashih hatalarının dışında mükemmel bir hale getirildi. Fazla yer kaplayacağı için eserin muhtevasından bahsetmek istemiyorum, lakin şu kadarını belirtmeden geçemeyeceğim. Kitabın ilk konusunu “Divanu Lügati’t-Türk ve Ali Emiri Efendi” teşkil ediyor. Eser, sırf bu için okunmaya, hem de birkaç defa okunmaya değer.
Bu hatıratta benim en çok dikkatimi çeken kısım ise “Mahkeme-i Cinayet Reisi Hilmi Bey” başlığını taşıyan bölüm oldu. Meğer bu zat Üstad Necip Fazıl’ın dedesi imiş. İlerleyen satırlarda bunu öğrenince yazıyı ikinci bir defa okuma ihtiyacı duydum. Kilisli Rıfat Bilge’nin hukuk tarihimizin pırlanta isimlerinden biri olan Hilmi Bey’i nasıl anlattığını ben de size nakledeceğim ama önce bu zatı torununun dilinden, Necip Fazıl’ın ifadelerinden kısaca anlamaya çalışalım. Üstad, dedesi hakkında en sağlam bilgileri “O ve Ben”de veriyor.
Hilmi Bey, yukarıda da belirtildiği üzere, İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisidir. Ve Maraşlı Kısakürekzadelerdendir. Abdülhamid’e atılan bomba hadisesinin tarihi muhakemesini yapmıştır. O devrin parasıyla, emekli aylığı olarak verilen seksen altın almaktadır. Parası bir adliye mutemedi tarafından her ay konağa getirilmektedir. Memura kapıyı açan uşak, torunu yani küçük Necip’i çağırır o da şıngır mıngır para torbasını kaptığı gibi büyük babasına götürür.
Öbür torunlar da kendisinin arkasında sıraya geçmişlerdir. Büyük baba, torbadan bir altın çıkarıp imtiyazlı torun Necip’e verir. Diğer torunların hakkı ise, gümüş kuruşlardan ve nihayet çeyreklerden başka bir şey değildir. Kalabalık ailelerin bile ayda beş altınla geçindiği o günlerde seksen altının, ayrıca birçok mülkün ve gelirin döndürdüğü konağın nasıl bir konak olduğunu düşünmek gerekir.
Aşçı ve yamakları, birçok uşak, dadı, kadın hizmetçi, zenci köle, birer fayton ve kupa arabasıyla Şahin ve Mazlum isimli kestane dorusu iki pırıl pırıl at…
Kitap odasında sık sık Fuzuli Divanı okuyan büyük baba ile küçük torun arasında öyle bir muhabbet vardır ki anlatmakla kolay anlaşılmaz. Bu ikili sık sık bir araya gelir, dede küçük Necip’i kürkünün altına davet eder. Yatakta da dede, torununa dini menkıbeler anlatır. Torun, dedesinin Hz. Ali ile ilgili anlattığı menkıbeyi dinleyince:
Büyükbaba, Hz. Peygamber mi daha kuvvetliydi, Hz. Ali mi, diye sorar. Büyükbaba şu cevabı verir:
O, kimseyle ölçülmez. O’nda peygamber kuvveti vardı!
Üstad, ceddi hakkında verdiği bilgileri, “Büyükbabamın ‘O’nda Peygamber kuvveti vardı’ sözünü hecesi hecesine hiçbir an unutmadım. Allah büyük babama rahmet eylesin” diye bitiriyor.
Şimdi asıl merak edilen konuya gelelim. Kilisli Rıfat Bilge, Cinayet Mahkemesi Reisi Hilmi Bey, yani Necip Fazıl’ın dedesini şöyle anlatıyor:
“Bu zat, Maraşlıdır. Onunla teşerrüfüme sebep mahdumu Fazıl Bey (şairimizin babası) olmuştur.
Fazıl Bey, babasının biricik oğlu olmak dolayısıyla nazlı büyümüş, izzeti nefsi fazla bir çocuktur. Pederi okumak için kaç hoca tutmuşsa hiçbiri Fazıl Bey’i okutamamış, bırakıp gitmiştir. Sebebi, hocalar Fazıl Bey’in mizacını bilmezler, onu şiddetle, tekdirle okutmak isterlermiş. O da, o hocaları reddedip okumazmış.
Nihayet Reis Bey, beni duymuş, beni çağırtıp rica etti. Ben de derse başladım. Derken okumanın lezzetini aldı. Adam akıllı okudu. Hukuk Mektebi’ne girdi, güzel bir şehadetname ile çıktı, adliye memuru oldu. Yazık ki genç yaşında vefat etti.
Hafıza kuvveti fevkaladeydi. Bir saatte Mecelle’nin yüz maddesini ezberler, bir harfini bile değiştirmeden okurdu.
Hilmi Bey’e gelince, kendi ifadesine göre ilk evvel Maraş’ta vazifelerde bulunmuş. Sonra Cevdet Paşa hazretleri o tarafa ıslahat için geldiği zaman paşanın maiyetine girmiş, paşa onu İstanbul’a getirip yetiştirmiştir.
Hilmi Bey Arapça lügate meraklıydı. Her kelimenin doğrusunu, aslını, faslını arardı. Bir gün bana, ‘sâye ocağı’nı sordu. Bilmiyorum, dedim. Sonra kendisi anlattı. Dedi ki: Bu kelimenin aslını ben de bilmiyordum. Nihayet Cevdet Paşa hazretlerinden sordum, Paşa güldü. Hilmi, zor bir kelime sordun. Bunu ben de bilmezdim. Kitaplarda bazen sâi ocağı bazen sâye ocağı diye görürdüm. Askere Alma Kanununda da geçtiği için, Harbiye Nezareti’nden sordum. Onlardan da şâfi bir cevap alamadım. Nihayet Arapça lügatleri karıştırarak anladım ki bunun doğrusu üç noktalı peltek (s) ile ‘sâye ocağı’dır. Arapçada ‘sâye’ ağıl, mandıra mânâsınadır. O ocak sarayın kurbanlık koyunlarını verdikleri ve koyun yetiştirdikleri için onlara öyle denilmiştir.
Hilmi Bey çok dürüst bir insandı. Gayet namuslu idi. Kanundan başka bir şey tanımazdı. Mahkemede hatır, gönül, rüşvet nedir bilmezdi. Meşrutiyet’le birlikte birçok büyük memur korkuya kapıldı. Hâlbuki Hilmi Bey, kemal-i serbestiyetle hareket etti, vazifesinden ayrılmadı. Meşrutiyeti müteakip sürgünlerden oluşan ‘Fedâkârân Cemiyeti’ kurulmuştu. Reisleri Avnullahil Kâzımi diye biriydi. Bu adam vaktiyle cinayet mahkemesinin kararıyla küreğe konulmuştu.
Ben o sırada Hilmi Bey’le birlikte Sarıyer’de bir evde oturuyordum. Bir gün Avnullahi Kâzımi geldi, Hilmi Bey’in elini öptü. Beni küreğe mahkûm ettin ama haklıydın. Sana kalbimde muhabbet ve hürmet var. Eğer reisliğin zamanında kurtulamayacak birisini kurtarmış, birisini himaye etmiş olduğunu duysaydım sana düşman olurdum. Hâlbuki sen hakdan, kanundan ayrılmadın. Şimdi sürgünden gelmiş, hakkına razı olmayan bazı kimseler var. Şayet şerefine dokunacak bir şey yapan olursa, bana haber gönder, ben onun hakkından gelirim, dedi.
Hilmi Bey, teşekkür ederek, umarım böyle bir kimse çıkmaz cevabını verdi. Hilmi Bey, dedi ki: Hâkim, üç şeye boyun eğmemelidir: Rüşvet almamalı. Kadına meyletmemeli. Tehdide önem vermemeli. Hilmi Bey yemin ederek dedi ki:
Bir kere bana, bir torba içinde on bin altın getirdiler. İstedikleri şey ise, suçlunun idamdan kurtularak, geçici bir süre küreğe mahkûm edilmesiydi. Reddettim. Kanundan dışarı çıkmam, dedim. Sabahki mahkemede uzun uzadıya müzakere ettikten sonra hafifletici sebepler kanununa dayanarak adamı küreğe mahkûm ettik. Rüşveti getiren adam tekrar geldi. Efendim, maksat hâsıl oldu, bu parayı hediye olarak alınız, dedi. Olmaz, hâkimler rüşvet de almazlar, hediye de kabul etmezler dedim. Reddettim.
Hilmi Bey, sonra bana takıldı: Hocam böyle bir para sana gelseydi alır mıydın, ret mi ederdin, dedi. Ben, tabii ki alırdım, deyince, sus habis, şaka yapıyorum. Sen de almazdın, dedi. Hüsnü teveccühüne teşekkür ettim.”
İşte Necip Fazıl’ın dedesi böyle dört başı mâmur bir hukuk âbidesi, bir mahkeme reisi idi. Bize böyle reisler lâzım!..
Dursun Gürlek, Yeni Şafak, Şubat 2024