Gazze Şeridi, İsrail'in acımasız saldırıları altında kan ağlamaya devam ediyor. On binlerce masum sivil, kadın, çocuk demeden bombalar altında şehit olurken, yüz binlercesi de yaralanıyor. Temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı Gazze'de, insanlık dramı her geçen gün daha da derinleşiyor. Dünya bu vahşete seyirci kalmayı sürdürüyor.
"Batı'nın Kötücül Doğası" Ortaya Çıkıyor: İhtida Hikayesi, Çifte Standartları Gözler Önüne Seriyor
İşte tam da bu karanlık ortamda, Batı'nın ikiyüzlülüğünü ve sömürgeci zihniyetini gözler önüne seren çarpıcı bir metnin çevirisini sizlerle paylaşıyoruz. Eski bir Hristiyan iken, İslam'ı seçerek yeni bir hayata adım atan Paul Williams, bu kişisel yolculuğunda, İsrail'in Gazze saldırılarıyla birlikte Batı'nın nasıl "kötücül doğasını" ortaya çıkardığını anlatıyor.
Williams, bu çarpıcı analizinde, Batı'nın sömürgeci bakış açısını, çifte standartlarını ve ırkçı yaklaşımını gözler önüne seriyor. Yıllarca "özgürlük" ve "insan hakları" söylemleriyle kendini savunan Batı'nın, Filistin'deki insanlık dramı karşısında nasıl sessiz kaldığını, hatta bu vahşeti nasıl desteklediğini tüm açıklığıyla ortaya koyuyor.
***
İsrail, Gazze ve Filistin Konusunda Değişen Düşüncelerim
Bu konuşmamda, İsrail, Gazze ve Filistin konularına bakış açımın zaman içinde nasıl değiştiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Müslüman olmadan önce, kendini Hıristiyanlığa adamış bir insandım. Öyle sadece kültürel bir Hıristiyan değil, yeniden doğmuş, adanmış, muhafazakar bir Hıristiyandım. İlk olarak Evanjelik, sonra da İslam'a ihtida etmeden önceki son birkaç yılımda Katolik oldum. O zamanlar üniversitedeydim ve Katolikliğin görkemini keşfettim. Kilise, inanç esasları, konsiller, gelenekler, manastırcılık ve azizler gibi birçok unsuru benimsedim. Bunları harika bulmuştum. Bu yüzden de Katolikliğe geçiş yaptım.
Ancak bu süre boyunca, Filistin veya İsrail hakkında hiç düşündüğümü sanmıyorum. Gitgide İslamofobik olmuştum, bu doğru. Ama Orta Doğu'da neler olup bittiğini asla tam olarak anlamadım. Açıkçası, bu konulara pek kafa yormadım. Belki de Batı medyasında çıkan haberler dışında. Yani kesinlikle Filistin yanlısı değildim. Siyonizm tarihine dair hiçbir bilgim yoktu.
Daha sonra, İslam'ı seçtiğimde, sadece bir fikri, bir teolojiyi veya Allah'ın birliğine, tevhide ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) tüm insanlığa gönderilmiş son peygamber olduğuna inanmayı değil, bundan çok daha fazlasını benimsediğimin farkındaydım. O zamana dek yaşadığım en büyük kırılma, bir medeniyet çizgisini aşmış olmamdı. Adeta görünmez bir çizgi beni bölmüştü. Britanya'daki egemen, beyaz, Batılı, orta sınıf kimliğimden sıyrılıp, kendimi dünyanın başka bir yerinden, farklı bir pencereden bakarken buldum.
Müslümanlarla ve Ümmet ile özdeşleştiğimde, tüm dünyayı farklı bir şekilde algılamaya başladım. Kendimi, ağırlıklı olarak küresel Güney'de bulunan Müslümanların konumundan görüyor, onların gözünden bakıyordum. İlk kez Filistinlilerin tarihini, ülkelerini, geleneklerini, özgürlük mücadelelerini ve işgale karşı direnişlerini idrak ettim. Bu işgal önce İngilizlerin, sonra da Siyonistlerin işgaliydi. Bu çizgiyi aşarken, Batılı bağlılığımı ve İsrail devletine verdiğim koşulsuz desteği bir kenara bıraktım. Filistinlilerin, topraklarından çıkarılmış ve son zamanlarda soykırım girişimlerine maruz kalmış, acı çeken insanlar olduğunu anladım. Sosyal medyada bütün bu olanları artık açıkça görebiliyorduk. Tarihte ilk kez her şeyi kendi gözümüzle izliyorduk ve bu, şok ediciydi.
Dolayısıyla, iki aşamadan geçtim. Birinci aşamada Hıristiyan olarak, neler olup bittiğine dair hiçbir farkındalığım yoktu. İkinci aşamada ise yeni bir Müslüman olarak, dünyayı farklı bir bakış açısıyla, zulüm görenlerin, acı çekenlerin konumundan görmeye başladım.
Ancak yaklaşık bir yıl kadar önce, özellikle 7 Ekim'den sonra, farkındalığımda üçüncü bir aşama daha gerçekleşti. Bu aşama, çok daha rahatsız ediciydi; Batı'nın kendi doğasına yönelikti. Batı, özgürlüğe, uluslararası hukukun üstünlüğüne, bireysel haklara, zulme karşı çıkmaya, hoşgörüye, kendi kaderini tayin etme hakkına ve egemenliğe inandığını söylemekte çok istekli ve bence bir noktaya kadar bu inançlarında samimilerdi. Ancak fark ettiğim şey şu oldu; bu söylemler, büyük ölçüde lafta kalıyordu. Uluslararası arenada son derece seçici bir şekilde uygulanıyordu. Dostlarımız ve müttefiklerimiz söz konusu olduğunda, ne yaparlarsa yapsınlar, onları koşulsuz destekliyorduk. Diplomatik ve askeri koruma sağlıyor, savaş suçları işleseler, uluslararası hukuku çiğneseler veya soykırım yapsalar bile onlara kol kanat geriyorduk. Oysa aynı zamanda ifade özgürlüğüne inandığımızı iddia ederek Filistin yanlısı söylemleri bastırıyor ve bu protestoları antisemitik olarak şeytanlaştırıyorduk. Bu durum, Amerikan üniversitelerinde, Almanya'da ve özgür Batı'nın birçok yerinde kendini gösteriyordu.
Fakat bu durumdan daha derine inmek gerekirse, daha önce tam olarak kavrayamadığım (beyaz bir insan olarak yaşadığım ayrıcalık yüzünden, P.W.) bir gerçekle karşı karşıya kaldım; Batı, ırkçı ve üstünlükçü bir anlayışa sahipti. Bireysel Batılıların ırkçı olduğunu kastetmiyorum, bazıları olabilir. Ama kastettiğim, tüm medeniyetin, kendisini diğer medeniyetlerden, özellikle de Arap ve Müslüman medeniyetlerinden üstün görmesiydi. Kendini, dünyaya müdahale etme hakkına sahip görüyor, bir nevi dünya polisi gibi davranıyorlardı. Beyaz Saray'da her kim başkan olursa olsun bu durumun böyle olduğu görülüyordu. Kimse onları bu göreve atamamış, kimse onlara izin vermemiş, kimse onları seçmemişti. Ancak onlar kendilerini bu göreve layık görüyor, güçleri olduğu için de ceza almadan bu şekilde davranıyorlardı. Güç, hak anlamına geliyordu. Bu, Batı'nın görünen yüzünün altında yatan gerçek inancıydı. Gücümüz var, o yüzden de başkaları üzerinde istediğimiz gibi hak sahibi olabiliriz, hem de onların rızası olmasa da. Bu demokrasi, hoşgörü veya özgürlük değil, düpedüz ham egemenliktir. Bu anlayışa bir de üstünlükçülük, beyaz üstünlükçülüğü, hegemonya, dünya üzerinde tahakküm kurma isteği eşlik ediyordu. Ve bu sadece askeri olarak değil, ekonomik, kültürel olarak da her alanda kendini gösteriyordu. Bunu hepimiz biliyoruz.
Batı ile geri kalan dünya arasındaki bu asimetrik güç ilişkisinin farkına varmam, İsrail'in soykırım kampanyasına başlaması ve Batı'nın, medyanın ve hükümetlerin buna verdiği tepkiyle birlikte daha da belirginleşti. Liberaller, sol görüşlü insanlar, İngiliz İşçi Partisi bile İsrail'in Filistinlilerin yiyecek, su ve her türlü yaşam kaynaklarını kesme hakkını açıkça destekliyordu. Bu hepimizi çok şok etti.
Dolayısıyla solun emperyalizm hakkındaki söylemlerinin aslında doğru olduğunu fark ettim. Ben ne sola ne de sağa ait olduğumu düşünmüyorum. Ama bu gerçeklerin farkına varmam bir aydınlanma anı oldu. Olay sadece Filistinlilerin tarihsel durumu veya işgale karşı mücadeleleri ile ilgili değildi. Olay, Batı'nın diğerlerine karşı beslediği üstünlükçü, ırkçı tutumu ve bunun her alana nasıl sirayet ettiği ile ilgiliydi. Bunun gerçekten sarsıcı bir farkındalık olduğunu söyleyebilirim. Birçok insan için bunlar zaten çok açık ve ben bu konuya geç uyanmış olsam da, geç olması hiç olmamasından iyidir derim. Batı'nın inancı şudur; güç, hak anlamına gelir. Bu, Machiavelli'nin "Prens" kitabından fırlamış gibidir. Kendisi, iktidarı ele geçiren yöneticilerin, bu gücü nasıl ellerinde tutabileceği ile ilgili bir eser yazmıştı. Ona göre, iktidarda kalmanın yolu, ahlaki veya gayri ahlaki yollardan geçebilirdi. Burada önemli olan tek şey, iktidara sahip olmak ve onu korumaktı. Batı da aslında tam olarak bunu yapıyordu; kendi çıkarlarını her şeyin önüne koyuyordu. Bu çıkar için sayısız insanın ölümüne sebep olsalar bile, hiç utanmadan, insan haklarından ve özgürlükten bahsediyorlardı. Uluslararası hukuktan söz ediyorlardı. Ancak tüm dünya, bu riyakarlığı ve çifte standartı açıkça görüyordu. Özellikle Ukrayna’daki durumla Filistin’deki durumu karşılaştırdığımızda, çifte standartlar iyice gün yüzüne çıkıyor.
Özetle üç aşamadan geçtim ve her bir aşama beni sarsarak bugüne geldim. Batı'da, özellikle YouTube'da bile ne söyleyip ne söyleyemeyeceğimiz konusunda katı yasalar olduğu için mücadele hakkında konuşurken kendimizi kısıtlı hissediyoruz. Bu yüzden size İngiliz Müslüman yazar Guy Eaton'dan bahsedeceğim. Kendisi, Londra'daki Regent's Park Camii'nde danışmanlık yapıyordu. Vefat etmeden önce uzun yıllar Müslümandı ve 80’li yaşlarında hayatını kaybetti. Onun "İslam ve İnsanın Kaderi" adlı kitabı, Müslüman olmayanlar kadar Müslümanlar için de çok faydalı bir eser. Daha zengin bir iman anlayışı edinmek isteyen herkese bu kitabı tavsiye ederim. Kitabın 1994 yılında yayınlanan ikinci baskısında Filistin hakkında şunları yazıyor;
“Filistin meselesi o kadar duygusal bir konudur ki, bu konuyu zikretmekten kaçınmak insanı memnun ederdi. Ancak kaçınılmaz olarak bundan kaçınmak mümkün değildir. Ve İslam tarafından fethedilen ilk toprağın, Arap Yarımadası dışındaki Filistin'de İsrail devletinin varlığı, zamanımızdaki eğitimli Müslümanların büyük çoğunluğunun politik yöneliminin anahtarıdır. Bu durum, son 45 yıldır Arap dünyasına musallat olan sorunların çoğunun temel sebebi ve Orta Doğu'daki istikrarsızlığın daimi bir faktörüdür. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Müslümanların bakış açısını biraz daha anlasalardı bu konuda daha az iyimser düşüncelere kapılırlardı.” (Burada, Batı'nın aslında Müslümanların bakış açısını çok iyi anladığını ancak kabul etmek istemediğini, kendi perspektiflerine göre reddettiklerini, sadece dinlemekle kalmayıp ret cevabı verdiklerini belirtiyor, P.W.)
Guy Eaton yazısına şöyle devam ediyor:
“Müslümanlar, genellikle Batı'daki ırk takıntısını paylaşmazlar. Avrupalı ve Amerikalı kuzenleri, düşmanca herhangi bir önyargıdan arınmış olsalar bile, insanları otomatik olarak ırksal kökenlerine göre tanımlarlar. Müslüman ise bir erkeği veya kadını öncelikle dinine göre değerlendirir. Bir Yahudi, Yahudiliğin sadık bir takipçisidir. Tıpkı bir Müslümanın İslam'ın takipçisi olması gibi. Dedesi bir haham bile olsa, çağdaş yazar ve alim Muhammed Esed'de olduğu gibi, durum değişmez. Aslına bakılırsa son yıllarda İslam'a geçen Avrupalı ve Amerikalıların şaşırtıcı bir şekilde büyük bir bölümü Yahudi kökenlidir. Şüphesiz ki bu, iki dini bakış açısı arasındaki güçlü yakınlıklardan kaynaklanmaktadır.
Batı'nın İsrail'de gördüğü şey, Yahudi ırkı için bir anavatanın kurulmasıdır. Tabii ki, bunun nedeni, Avrupalıların elindeki yüzyıllardır süren zulüm için bir telafi yapılması gerektiğiydi. Yeni devletin vatandaşlarının bireysel olarak dindar olup olmaması tamamen alakasız gibi görünüyor. Naziler de bir adamı gaz odasına göndermeden önce dindarlığını sorgulamıyorlardı.
Müslümanların İsrail'de gördüğü şey ise, Avrupalı ve Amerikalı yerleşimcilerin, eski imparatorluk güçlerinin desteğiyle Müslüman bir ülkede yerleşmiş olmalarıdır. Ve bu yerleşimciler, Amerikan silahları tarafından korunmaktadır. Seküler bir Yahudi, bir çelişkidir. Yargılayabildiği kadarıyla, çoğu İsrailli, özellikle de iktidardaki grup, Yahudi değildir. Avrupalı gibi görünüyorlar, Avrupalı gibi konuşuyorlar, Avrupalı gibi düşünüyorlar ve en önemlisi Müslümanların Avrupa emperyalizmiyle ilişkilendirdiği saldırganlık ve yönetim etkinliği özelliklerini sergiliyorlar.”
Yazar dipnot olarak şunları ekliyor; "Doğulu Yahudilerin yani Sefaradların, İsrail'deki Batılıları yani Aşkenazları geride bıraktığı ve hükümette belirleyici bir etki göstermeye başladığı doğrudur. Ancak siyasette, görünüşler gerçeklerden daha önemlidir. İsrail'in Batılı bir koloni yerleşimi olduğu izlenimi, Amerika ve Avrupa'daki halkın tutumları tarafından pekiştirilmektedir. Örneğin, İsrail'in yıllık Eurovision Şarkı Yarışmasına katılan tek Avrupa dışı ülke olması ilginçtir. Bu yarışma 500 milyon izleyiciye ulaşsa da kimse bu durumu tuhaf karşılamaz.”
Guy Eaton sözlerine şöyle devam ediyor: "Haçlı Seferleri ile aradaki paralellik acı verici şekilde açıktır. Batılılar yine Filistin'e gelmişlerdir. Yine Kudüs'ün kutsal şehrini işgal etmişlerdir. Yahudilerin ırk olarak yaşadığı talihsizlikler, pogromlar ve Holokost'un kendisi kesinlikle Müslümanların suçu değildi. Avrupa'nın suçluluğu Avrupa'nın sorunudur ve neden bunun için acı çekmeleri gerektiği Müslümanlar için bir muammadır. "Kral Abdülaziz İbn Suud, Başkan Roosevelt'e: 'Yahudilere neden Almanya'nın seçkin topraklarından bir kısmını vermiyorsunuz?' diye sormuştu. Aynı mantıkla, Amerikalıların bu konuda çok hassas olmaları durumunda, kendi 48 eyaletinden birini, örneğin Teksas'ı Yahudilere vermelerini önerebilirdi." (Şimdi 50 eyalet var, P.W.) "Arapların gördüğü kadarıyla beyaz adam, kendi topraklarından ziyade başkalarının topraklarını vermeye daha isteklidir. Birçok Müslüman, Batı'nın İsrail'e verdiği desteğin tamamen riyakarlıktan kaynaklandığına inanmaktadır.” (Burada yazar “birçok Müslüman” diyor. Aslında bu, tüm Müslümanların inancıdır. Ve bugün bu durumu çok daha iyi anlıyoruz. Gençler, Amerikan kasabalarında ve köylerinde dahi bu konuyu Tiktok'ta konuşuyor. Dünya, neler olup bittiğinin yeni bir şekilde farkına varıyor. Ve pek çok insan bu riyakarlığı fark ediyor. Bu sadece Müslümanlarla ilgili değil artık, çoğu insan artık bunun farkında, P.W.) "Onlar, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin İsrail'i, Yahudi halkından kurtulmak için yarattığına inanmaktadırlar. Dolayısıyla Balfour Deklarasyonu ve diğer anlaşmalarla, asıl amacın, İngilizlerin Yahudilerinden kurtulması olduğu görülüyor. Hatta 1917'deki İngiliz kabinesinde, Yahudi bir üye, Filistin’de bir anavatan yaratma bahanesinin, aslında İngiltere'nin ve diğerlerinin Yahudi halkından kurtulmak için bir bahane olduğunu belirtmişti. Bu durum, bazı Yahudiler tarafından antisemitik bir hareket olarak görülüyordu.
Avrupalılara ve Amerikalılara bu suçlama ne kadar saçma gelse de Siyonizm’in antisemitizme bir tepki olarak ortaya çıktığı ve kurucularının bakış açısına göre antisemitizme ihtiyacı olduğu gerçeği vardır. İsviçre doğumlu avukat ve ateist olan Theodor Herzl, Siyonizm’in babası, ateist olduğunu açıkça söylerdi. Hatta Yahudi dinine inanmıyordu. Theodor Herzl’in bizzat kendisi, anti-Semitlerin, en sadık dostlarımız olacağını ve anti-Semitik ülkelerin de müttefiklerimiz olacağını söylemekten çekinmemiştir. Çünkü kendi zamanında, Yahudi halkına karşı olan önyargının azaldığını ve asimilasyon sürecinin hızlandığını görmüştü. Bu yüzden Yahudilerin farklı olduğunu, kendi ülkelerine ait olmadıklarını vurgulamak gerekiyordu. Anti-Semitler de bu fikre gönülden katılıyordu. Herzl, Avusturya Parlamentosu Başkanı tarafından bu görüşün, Yahudi halkı için kanlı bir katliama yol açacağı konusunda uyarılmıştı. 50 yıl sonra Holokost yaşandı. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki suçluluk duygusu da, Yahudi mültecilere açık kapı politikası uygulamayarak pek çok hayat kurtarabilecekken bunu yapmamaları, İsrail Devleti'nin kurulmasını mümkün kılmıştır.
Filistinlilerin kendilerini Arap olarak tanımlamaları, bu durumu daha da kolaylaştırmıştır. Batı'da birçok insan, bunun ırksal kökenleriyle ilgili bir kimlik olduğunu varsaymaktadır. Oysa Arap terimi, anadili Arapça olan herkes için kullanılır. Arap, ırksal bir tanım değildir. Arap dünyasına bakarsanız, Lübnan gibi yerlerde tamamen Kafkasyalı olan ancak Arapça konuşan insanlarla karşılaşırsınız. Belki de bu insanlar, Haçlı Seferleri’nden sonra orada kalan insanların torunlarıdır. Ama genetik olarak bakarsanız, Kafkasyalıları, farklı renklerde ve farklı geçmişlere sahip olan insanları görürsünüz. Ama anadilleri Arapça ise hepsi Arap’tır.
Arapça konuşmak, bir insanın soyu hakkında hiçbir şey söylemez. Filistinliler, aslında Kenanlılardan gelmektedir. Kenanlılar da elbette İncil’de ve Tevrat’ta geçer. Onlar, bu toprakların asıl sakinleriydi. Yahudiler değil. Bu bir yorum değil, bir gerçektir. Bunu Tevrat’ı okuyarak da görebilirsiniz. Kenan topraklarında yaşayan halklardan bahsedilir. İncil’de bu halklar, Kenan topraklarına girmişler ve kelimenin tam anlamıyla soykırım yapmışlardır. Kadın, erkek, çocuk, bebek ayırmadan tüm toplulukları ve tüm ulusları yok etmişlerdir. Bu, yine bir yorum değil, bir gerçektir. 1. Samuel 15’e bakınız. İlk bölümünden itibaren, özellikle ilk birkaç ayeti okursanız, nasıl katliamlar yaptıklarını göreceksiniz. Hz. Samuel'in kral Saul'a, Kenanlılara soykırım yapmasını emrettiği söylenir. Tabii ki bu, tarihsel bir gerçek olmayabilir. Ama söylenti budur. Kenanlılar, Filistinlilerin torunlarıdır.
Bugün de Guy Eaton’ın bilmediği bir şekilde 1994'te yazdığı gibi Filistinliler, kitlesel soykırımlara uğruyor. Ve bazı İsrailli liderler, 1. Samuel 15'teki Amalekliler konusuna değinerek, soykırımı meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Amalekliler, Yahudilerin düşmanı olarak görülerek saldırıya uğruyorlar. Bu adeta bir köpek düdüğü gibi işliyor. Yahudi tarihinin içinde geçen bir düşman imgesi.
Aslına bakılırsa, Filistinliler, Kenanlıların torunlarıdır. Başka bir deyişle, ırkçı bir dille konuşmak gerekirse, Filistinlilere, Filistinliler, İbraniler, Yunanlılar, Romalılar, Persler, Araplar ve Türkler gibi çok sayıda istilacı halk kendi payını eklemiştir. Ama önemli olan şu ki, Filistinliler, toprağı zorla ele geçiren bir halk değildi. Onlar her zaman oradaydı. Her zaman oradaydılar. Ve bu, büyük bir gerçektir. Büyük bir hakikattir."
Burada durup, daha önce bahsettiğim bir kitaba değinmek istiyorum; Filistin'in Etnik Temizliği kitabını yazan tarih profesörü Ilan Pappe’ye. Bu kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye ederim. Bu kitap, Filistin'in etnik bir şekilde nasıl temizlendiğine dair titiz, bilimsel bir analiz sunuyor. Ilan Pappe, orijinal arşiv kaynaklarını kullanarak, özellikle İsrail kaynaklarını da derinlemesine inceleyerek 1940’lara kadar uzanan şok edici bir hikayeyi anlatıyor. Arka kapağında şu satırlar yazıyor:
“1948’de İsrail Bağımsızlık Savaşı, modern tarihin en büyük zorunlu göçlerinden birini içeriyordu. Bir milyon insan evlerinden silah zoruyla sürüldü. Siviller katledildi. Yüzlerce Filistin köyü yok edildi. 60 yıldır reddedilen bu olaylar günümüzde yaşansaydı, tek bir kelimeyle ifade edilebilirdi; Etnik Temizlik. Bu çığır açan kitapta ünlü İsrailli tarihçi Ilan Pappe, İsrail'in kurucu ideolojisinin merkezi amacının, yerli halkı zorla uzaklaştırmak olduğunu kanıtlıyor. Bu strateji günümüze kadar devam ediyor. Dr. Pappe'nin bu canlı ve zamanında açıklaması, Filistin-İsrail çatışmasının kökenlerine ve gelişimine ışık tutmakta ve Orta Doğu'ya ilgi duyan herkes için vazgeçilmez bir kaynak niteliğinde.”
Bu bilgileri veren Ilan Pappe, Exeter Üniversitesi'nde tarih profesörüdür. Kendisi bu alanda birçok etkili kitap yazmıştır.
Guy Eaton'ın "İslam ve İnsanın Kaderi" kitabından ve Ilan Pappe'nin "Filistin'in Etnik Temizliği" kitabından bahsettiğim bölüme benzer bir üslupla devam ediyorum:
"Ve sömürgeci zihniyetin bir tezahürü olarak bu durum, yine Siyonizm'in kurucu babalarının halka açık açıklamalarında kendini göstermektedir. Siyonist öncüler, zamanın adamlarıydı. 19. yüzyılda, sömürgeciliğin zirvesindeyken, diğer Avrupalılarla aynı değerlere, Asya ve Afrika'nın sömürgeleştirilmesini meşrulaştıran ve hatta yücelten inançlara sahiptiler. Onlar, yerlilere medeniyet götürmek gibi önemli bir misyona sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bu, aslında o zamanlar normal karşılanan bir şeydi. Tuhaf bir Siyonist yaklaşım değildi. Bu, normatif Batılı, İngiliz, Fransız, Alman ve diğer Avrupalıların, dünyayla olan ilişkilerine bakış açısıydı. Bu bakış açısı sayesinde, koloniler edinebilir, işgal yapabilir, ülkelerin zenginliklerini alabilirlerdi. Özellikle Fransızlar, Müslümanları Fransız yapmayı amaçlıyordu. Bu da sekülerleşme anlamına geliyordu.
Siyonist öncüler, zamanın adamlarıydı. Ve o zaman, emperyalizmin en parlak dönemiydi. Onlar da diğer Avrupalılar gibi değerlere sahiplerdi. Asya ve Afrika'nın sömürgeleştirilmesini meşru görüyor, hatta yüceltiyorlardı. Yerli halka medeniyet götürdüklerini düşünüyorlardı. Aaron Aaronsohn, 1909'da Tunus'taki Fransız kolonistlere hitaben yaptığı konuşmada, Yahudi göçünün Filistin'e, Fransızların 1882'de Tunus'u sömürgeleştirmesiyle aynı yılda başladığını vurgulamıştı. Ve Filistin'deki Yahudi yerleşimcisini, Tunus'taki Fransız yerleşimcisine benzetiyordu.
Bu paralellik, Avrupalıların sömürgeleştirme politikasının bir göstergesiydi. Filistinlilerle özdeşleşen eğitimli Müslümanlar ve bu günlerde, sadece Müslümanlar değil, dünyanın dört bir yanındaki halk da, onların acısını derinden hissediyor. Bu insanlar, beyaz erkekler ve kadınlar için yer açmak adına kenara itilen yerliler olarak görülüyor. Ve bu durum, üstün Arap güçlerinin bu yerleşimcileri yerinden edememesiyle daha da şiddetleniyor. Batılı emperyal güçler, dünyanın diğer yerlerinden çekilirken, bu güç karşısında kendi çaresizliklerinin farkına varıyorlar. Aşağılanma öfkeyi doğurur. Bu öfke, özellikle genç Müslümanlar arasında daha da derinleşiyor.
Bu çalkantılı duyguları analiz etmek kolay değil. Ama şu bir gerçek ki, bu gençler en büyük öfkelerini, İsraillilerden ziyade Amerikalılara saklıyor. Bir noktaya kadar, İsraillilerin, kendileri benzer koşullar altında olsalardı aynı şekilde davranabileceklerini anlıyorlar. Ancak, İsrail devletinin, desteği olmasa şu anki haliyle var olamayacağını bildikleri bir şeyi asla affetmiyorlar; Amerika. Bugün de Amerika'nın Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmesi ve benzeri durumlar yüzünden İsrail ayakta kalıyor. Amerika da aslında bir yerleşimci kolonisi, çünkü İngilizler ve diğerleri, yerli Amerikalıların topraklarına giderek onları kolonileştirdiler, yerleştiler. Sonra onları adım adım ele geçirip, açık hava hapishanelerine, rezervasyonlara sıkıştırdılar. Amerika da bir yerleşimci kolonisi, tıpkı İsrail gibi. İngiltere de aynı şeyi yaptı. Avustralya, Yeni Zelanda ve diğer yerlerde de bu aynı sömürgeci güçle karşılaşıyoruz.
Ama bu, hikayenin sonu değil," diyor Guy Eaton. "Bu, Müslümanların son yarım yüzyılda maruz kaldığına inandıkları mağduriyet gündeminin sadece ilk maddesi. Keşmir'deki ve Hindistan'daki son olaylar da bu gündemde önemli bir yer tutuyor. Dünyada Müslümanların zulüm görmediği yer neredeyse yok. Çin'deki Uygurları da unutmamak gerekiyor.
Ancak bu durum, eski Yugoslavya'da 1992-93 yılları arasında yaşanan çatışmayla birlikte, bir komplonun tezahürü olarak nihai onayını buldu. Çünkü Bosna’da yaşanan katliam, bir etnik soykırımdı, dini bir soykırımdı. Müslüman karşıtı bir soykırımdı. Birkaç ay önce oradaydım ve Saraybosna’daki soykırım müzesinde bunun kanıtlarını görmüştüm. Bu katliam, beyaz Avrupalı Müslümanlara karşı Ortodoks Hıristiyanlar tarafından yapılmıştı. Avrupa’da yaşanan bu olaydan çoğu Avrupalının haberi yok. Her ne kadar dökümante edilmiş olsa da bu, Birleşmiş Milletler dahil birçok otorite tarafından soykırım olarak kabul edilmesine rağmen kimse bu konudan bahsetmiyor.
Gerçekler her zaman tartışmaya açıktır, diyor Guy Eaton, ama insanların gerçek olarak kabul ettikleri şeyleri tartışmak mümkün değildir. Ve olaylar, 1992 öncesinde, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin İslam'ı yok etmeye ve Müslümanları köleleştirmeye yönelik yeni bir Haçlı seferi başlattığına inanan insanlar, bir azınlıktı. Onlar, marjinal kabul ediliyordu. Ancak şu anda bir çoğunluğa dönüştüler.
Bu şekilde devam ediyor. Guy Eaton'ın "İslam ve İnsanın Kaderi" ve Ilan Pappe'nin "Filistin'in Etnik Temizliği" adlı kitapları, tamamen farklı olsa da çok önemli eserlerdir. Biri İngiliz bir Müslüman tarafından yazılmışken diğeri İsrail'de doğmuş, İngiltere'de yaşayan bir yazar tarafından kaleme alınmıştır.
Ve işte hikaye böyle. Durum her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Son olaylar, soykırımlar, Filistinli liderlere yönelik suikastlar ve İsrail'in Lübnan'a ve diğer yerlere yönelik işgalleri, dünya savaşının tehdidini de beraberinde getiriyor.
Filistin, Gazze ve özellikle Batı'nın bu konuda ne kadar sorumlu olduğu ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim. Batı, isterse tüm bunları durdurabilir. Ancak bunu yapmaya niyetleri yok. Silah ve diplomatik destek vermeye devam ediyorlar. Bu yerleşimci kolonisi, İslam dünyasında cirit atmaya devam ediyor. Bir de şunu eklemek gerekir; önemli sayıda Filistinli Hıristiyan da var. Onların da acılarını ve topraklarından sürülmelerini görmezden geliyorlar. Onlara da zulüm ediyorlar. Hatta Amerikalı Hıristiyanlar, Filistinli Hıristiyanların acısına sessiz kalıyor. Ve Yahudi olmayan, çoğu ateist İsraillilerin yanında yer alıyorlar. Garip bir dünya gerçekten.
Kaynak: Why I Changed My Mind about Palestine