İslamî İlimler Kulübü, 11 Aralık Çarşamba günü, 12:30-13:30 saatleri arasında İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Abdullah Tivnikli Salonu'nda "Necip Fazıl'ın Eserlerinde İlahiyat ve Sosyal Bilimler" başlıklı bir panel düzenledi.
Panelde; Prof. Dr. Sami Şener "Necip Fazıl'da Toplumsal Perspektif", Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım, "Necip Fazıl'ın Eserlerinde Fıkıh ve Tasavvuf", Prof. Dr. Ergün Yıldırım "Necip Fazıl'da İdeal Toplum Düşüncesi", Prof. Dr. Özcan Hıdır "Kur'an ve Sünnet'e Bakışı Işığında Necip Fazıl Günümüze Ne Söyler?" başlıklarıyla Necip Fazıl Kısakürek'in düşünce dünyası çeşitli açılardan ele alındı.
200'e yakın kişinin katıldığı etkinlikte dinleyicilere Necip Fazıl'ın eserleri hediye edildi. Ardından yemek ikram edildi.
Prof. Dr. Sami Şener - Necip Fazıl'da Toplumsal Perspektif
Prof. Dr. Sami Şener "Necip Fazıl'da Toplumsal Perspektif" başlığı altında Üstad’ın toplumsal hadiselerdeki fikrî rolüne temas etti. Programa katılamayan Şener, gönderdiği video üzerinden konuşmasını yaptı.
Konuşmasında Şener, şunları dile getirdi:
“Türkiye'nin, yaklaşık 50-60 yılına damgasını vuran bir şair ve fikir adamından bahsediyoruz. Tabii ki her fikir adamı aslında toplumun dertlerini çok yönlü olarak ele alamıyor ve belli bir alanda hizmetini sürdürüyor. Ama Necip Fazıl böyle birisi değil. Necip Fazıl ilk fikri hareketi 1930'larda Ağaç dergisi ile topluma mesajlar vermeye başlıyor. Dergi, temel olarak maddi dünyanın çarkları arasına sıkışmış insanlık için manevi dünyada bir reçete arama iddiasındadır.
1930'lar Türkiye'si pek çok radikal yenileşme hareketine şahit olmuş ve toplumun yoğun sancılı bir süreçten geçtiği, toplumda belli birtakım kopuklukların da yaşandığı bir dönemdir. Bu kopuklukların sebeplerinden biri temel olarak milli mücadele yıllarına damgasını vuran dini motiflerin yoğun olarak kullanıldığı, İslami şahsiyetlerin yeni devletin kurulmasında aktif rol vermeyen laikleşme hareketinde yatan bir dönemdir.
Böylece bu dini kesimler yeni devletin kurulmasıyla bertaraf edilmeye çalışılır. Bu da sonrasında toplumda belli bir reaksiyona sebep olur. Cumhuriyetin radikal reformlarının materyalist, pozitif yönlerine bir tepki olarak hem inkılabı makul düzeyde tutmak isteyen cumhuriyetçi muhafazakârlar, hem de İslami geleneği savunmak isteyen İslami gruplar, bu dönemde spiritüalist yani ruhçu bir felsefeye sarıldılar. Mesajlarını bu çerçevede dile getirdiler.
Cumhuriyetin milli kimlik kurgulamasını fazla seküler bulan ve milli kimlik inşasına yönelen, Türk muhafazakârları ile benzer kaygılara sahip olan Müslüman aydınlar, ulus devlet modelini ister istemez sahiplenme refleksine yönelmişlerdir. Şu kadar ki Tanzimat'tan evvelkilerde yani orta çağın Türk sanatkâr ve entelektüellerinde ahlak, bir telakki, bir anlayış ve şuur halinde varken, Tanzimat'tan sonrakilerde ise bir alışkanlık şeklindedir. Yani kültürel duyarlılık yavaş yavaş azalmaktadır.
"Necip Fazıl, kaybedilen dini, milli ve ahlaki değerleri yeniden canlandırmayı amaçlamakta ve bunu siyasi bir aksiyon planında gerçekleştirmeye çalışmaktadır."
Necip Fazıl’ın hayatında iki dönem vardır. 1934 yılı ve öncesi. 1934 yılından önceki Necip Fazıl oldukça içine kapalı ve buhranlı eserler verirken, 1934 yılından sonra tanıştığı Abdülhakim Arvasi Hazretleri sayesinde üstün bir ahlak anlayışını savunan eserler kaleme almıştır. “Tohum”, “Para”, “Bir Adam Yaratmak” gibi piyesleri oldukça büyük ilgi görmüştür. Necip Fazıl’ın sanatçılığı da üzerinde durulması gereken bir konu.
Kısakürek'in Batılılaşma hareketlerine bakışı ve reaksiyonu ortaya konulurken, bunun sebepleri de açıklanmaya çalışılmıştır. Çünkü o kaybedilen dini, milli ve ahlaki değerleri kendi öncülüğünde yeniden canlandırmayı amaçlamakta ve bunu siyasi bir aksiyon planında gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Kısakürek'in ortaya koyduğu düşüncelerin büyük bir kısmı yeni tezler değildir. Çünkü bu tezler geçmişten beri birçok kişi tarafından işlenmiştir. Yeniden üretilen şey ise Kısakürek'in bunları dönemin sınırlı siyaseti içerisinde, şairane bir üslupla ve cesaretle siyasi bir aksiyona dönüştürmesidir.
Necip Fazıl sosyal hedefleri, yayınları ve konferansları yoluyla toplumun geneline yayarak bir toplumsal hareketi başlatmıştır. Büyük Doğu düşüncesini idealize ederken bu idrakin temel prensiplerini; Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlakçılık, Milliyetçilik, Sermaye, Mülkiyet ve Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık, Müdahalecilik olarak 9 maddede toplar. Ruhçuluğun esası Allah'a ve peygamberlere mutlak imandır. Üstad Necip Fazıl bu çalışması ile toplumu, toplumu kendi medeniyet kavramlarına dönüştürme çabası içindedir. Taklitçi bir kültür yetiştirdiği neslin ıslahı ve kendi kimliğine dönüştürülmesi ile ilgili şu görüşler Necip Fazıl tarafından öne sürülmektedir; “Bizim beynimiz düşünmekten, dilimiz dönmekten, kalemimiz cızırdamaktan kan ter içindedir. Bu nesli maymunluktan döndürüp insanlaştırılması yolunda mayanın tam tuttuğu gün, ölümü bir şerbet gibi rahat rahat içebiliriz.”
Şahin, Kısakürek'in mücadelesini şöyle değerlendirmektedir: “Kısakürek modern çağda Müslümanca düşünmenin Cumhuriyet dönemindeki siyasi örneklerinden biridir.” Cumhuriyet dönemine Türk tarihinin bir kırılma noktası olarak bakıldığında, Kısakürek'in eleştirileri yapılan inkılapların ruh ve manada, Müslüman bir toplumun ihtiyaçlarına karşılık gelmediği yönündedir. O yüzyıllardır beklenen İslami bir inkılabı arzulamaktadır. İslam inkılabı ona göre bütün insanlığa hitap eden ruhi, sosyal, idari, siyasi ve ilmi bir özellikte olup, büyük ve medeni şehirlerin kurucusudur.
Kısakürek’in iyi bir tarih şuuruna sahip olması, fikri, edebi ve felsefi alanlarda iyi yetişmesini, yetişmesinin sebeplerini ise etrafında bulunan imkanlar ve İstanbul gibi bir kültür şehri ile özdeşleştirebiliriz. Büyük Doğu idealinin şahıslar planındaki baş davası ise Tanzimat’tan itibaren devam eden sahte inkılaplar ve bu inkılapların ürettiği sahte kahramanlardır. Çünkü Kısakürek toplumun öz yapısını bozduğuna, örselediğine ve gerilettiğine inanmıştır bu inkılapların.
Sayın Tarık Paşa'nın da üzerinde durduğu gibi Tanzimat döneminden beri inkılapçılar, birtakım kanun ve nizamların bir milletin sosyal yapısını istenildiği gibi değiştirebileceği hatasına düşmüşlerdir.
Necip Fazıl'da kendine dönüş
Kısakürek'e göre İslam ideal mekân intizamına sahip bir medeniyet olduğu gibi, en ileri toplum düşüncesine de kaynaklık etmektedir. Çünkü İslam, Batı’nın rüyasında, ütopyasında bile yaklaşamadığı ideal toplum gayesini çerçevelemektedir. O, bütün felaketlerin hep milli şahsiyetten fedakârlık ve körü körüne taklitçilik yüzünden doğduğunu, meselenin ne şalvar ne de fes olmadığını, sadece milli şahsiyet ve kimlikten uzaklaşmak olduğunu savunur.
Ona göre Cumhuriyetin ilk yıllarındaki reformların çoğu yapısal değişiklikler yerine Türk toplumundaki değerler sistemini değiştirmeye yöneliktir. Şerif Mardin’in de ifade ettiği gibi, yapılan reformların amaçlarından biri ise geleneksel Doğu toplum hayatından kurtulmak, yani dinin rol üstlenmesinin reddedildiği düzen içerisinde, yeni toplumsal bir kimlik oluşturmaktır.
Necip Fazıl, Fransa’daki hocası Henry Bergson'dan dinlediği sezgisel felsefi derslerini bile İslami noktada yazılarında çokça kullanarak düşüncelerini pekiştirir.
“Necip Fazıl'da fikri yöneliş ve felsefi bakış” konusuna geldiğimizde, onun hayatına yön veren ideolojik çerçeveyi, kendisindeki büyük değişimle birlikte İslam üzerinde şekillendiğini görüyoruz. Çünkü Kısakürek selefleri gibi İslam'ı aynı zamanda bir medeniyet şeklinde görmektedir. Fransa’daki hocası Henry Bergson'dan dinlediği sezgisel felsefi derslerini bile İslami noktada yazılarında çokça kullanarak düşüncelerini pekiştirir.
Kısakürek kendi milliyetçilik düşüncesini, “Anadoluculuk” fikriyle harmanlamaktadır. Çünkü Anadoluculuğun benimsediği milliyetçi anlayış kutsal bir davanın ülküsüyle, esas aldığı Anadolu coğrafyasını milli ilerlemenin her düzeydeki kaynağı olarak görür. Batı'nın sosyal, iktisadi, idari ve siyasi birçok noktalarda buhranlar geçirdiğini, kendi filozoflarının ruh hastası, şüpheci, melankolik olarak inkâr seciyesini yaymaya çalıştıklarını belirtir.
Necip Fazıl, Batı'ya her yönüyle kendini teslim etmiş bir Türkiye'de, bir isyanın ve mücadelenin meşalesini yakmış, fikir ve sanat adamıdır. O toplumun fikri ve maneviyat yangınını fark ederek, bu yangını en yüksek seviyede dile getirmiş bir habercidir.
Cemil Meriç'in bizzat ağzından dinlediğimiz şu sözler, Üstad'ın nasıl bir hassasiyet içinde mücadelesini sürdürdüğünü açıklamaktadır: Cemil Meriç der ki "Necip Fazıl, hepimizin namusunca korkup kedere sindiğimiz bir dönemde bir yangını görüp haykıran gür bir sesti." Buradaki namus aslında fikri ve entelektüel namustur. Her şeye rağmen hakikati dile getirme cesareti ve gücüdür.
Bazıları Necip Fazıl'ın ilmi yönünün olmadığını, siyasi bir mücadele yürüttüğünü söylemektedir. Necip Fazıl, yaşadığı dönemde bir araştırmacı veya ilim adamı gibi sakin bir şekilde çalışmasını yapacak imkâna sahip değildi. O, toplumun kendini anlamak ve kendine dönüş için bir çığlığın adamıydı. O, bir felaketin haberini veriyordu ve uzun boylu araştırmalar yapmaya vakti yoktu. Bu yüzden onun konuşma ve yazılarında fikir, tarih, sanat ve mücadele iç içe bulunmaktadır.
"Necip Fazıl doğruları söylediği için dokuz köyden kovulan bir mücadele adamıdır"
Günün mücadele şartları içinde ruhları ve fikirleri uyandırmayı hedefliyor ve uzun çalışma ve sistematik araştırmalar yapmaya zamanı kalmıyordu. Bu yüzden kendisinin akademik ve ilmi çalışmalar yapmadığını söylemeye çalışanlar, üstadın misyonunu ve dönemin şartlarını tam olarak anlayamadan olaya bakan kimselerdir. Türkiye’de Batı siyasi ve fikir akımları öncelikle edebi sahada kendini göstermiş; tiyatro, roman, gazete gibi yayın yöntemleri ile bir kültür değiştirilmesi gerçekleştirilmiştir. Edebiyatçılar geleneği, Türkiye siyasi hayatında geçmişten günümüze kalem oynatanlar arasında bir edebiyatçılar zümresinin bulunması olgusuna karşılık gelir. Bu geleneğin kökenlerini Bab-ı âli'nin himayesinde ya da çevresinde gelişen şiir külliyatında bulmak mümkündür.
Necip Fazıl Büyük Doğu idealini kavramsallaştırdıktan sonra Batı fikriyatının ve saptırılmış İslamiyet'in bir eleştirisini sunmaktadır. Necip Fazıl'a göre Batı akla verdiği önemle maddeye hâkim olmasını bilmiştir ama ruhunu yitirmiştir. Bu sebeple de Batılı toplumlar büyük bir ahlakî krizin içindedir. Necip Fazıl'a göre akla bu kadar değer vermek en büyük akılsızlıktır.
Ruhsuz bir beden ona göre hiçbir şeydir. Buna karşılık İslam toplumları maneviyatçı özünü kaybetmiştir. Ancak İslam'ı yanlış yorumlayan kaba softalar, yobazlar, taklitçi reformcular yüzünden İslami düşünce içinde barındırdığı potansiyeli gerçekliğe aksettirememiştir.
Necip Fazıl'ın önemli rolü
Necip Fazıl'ın tek başına bütün bir toplumun mukadderatını ve geleceğini belirlemeye çalışan bir fedakâr şahsiyet olarak görüyoruz. Bazı yazarların söylediği gibi yazılarına kaynak vermeyişi onun çalakalem yazılar yazmış olmasından çok, karşı karşıya kaldığı problemlerin çokluğu ve bu konuda çağdaşlarının ciddi bir tepki ve direnç gösterme çabası içinde olmamasından kaynaklanıyor.
Necip Fazıl büyük bir değişimin insanıdır ve o değişimin farkında ve şuurundadır.
Necip Fazıl'ın kitaplarının isimleri bile onun nasıl bir dava muhayyilesine sahip olduğunu göstermektedir. “Son Devrin Din Mazlumları”, “Sahte Kahramanlar”, “İdeolocya Örgüsü” gibi eserler, onun mücadelesinin hedeflerini ortaya koyan önemli eserlerdir.
Necip Fazıl büyük bir değişimin insanıdır ve o değişimin farkında ve şuurundadır. Bazı kimseler onun geçmişteki hayatı ile sonraki hayatı arasındaki zıtlığa dikkat çekerken, bir insanın değişiminin ne kadar zor olduğunu hesap edemiyorlar.
İnsanın bozulması onun farkında olmadığı bir konu olurken, bu dönüşümünü hiçbir kaygı ve rahatsızlık duymadan kabul etmekte ve geçmişindeki hatalı tutumunu yok farz etmektedir. Evet Necip Fazıl böyle bir anlayışın insanıdır.
Onun ciddi bir nefs muhasebesinden geçmiş olduğunu da söylemek durumundayız. Kendisine rahmet diliyor ve Necip Fazıl'ın düşüncesinin önümüzdeki zaman diliminde de yaşayacağına inanıyoruz.”
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım - Necip Fazıl'ın Eserlerinde Fıkıh ve Tasavvuf
Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım, "Necip Fazıl'ın Eserlerinde Fıkıh ve Tasavvuf" konulu sunumuyla Üstad’ın fıkıh ve tasavvuf yönüne dikkat çekti.
Yıldırım konuşmasında şunları dile getirdi:
"Öncelikle hazırinu hürmetle selamlamak isterim ve bu paneli düzenlemeye vesile olan arkadaşlarımıza, kardeşlerimize teşekkürlerimi arz ederim.
Değerli arkadaşlar, Necip Fazıl Kısakürek gibi bir şahsiyeti konuşmak kolay bir şey değil. Yani onun müktesebatıyla ilgili bir değerlendirme yapabilmek için onun ufkunun ötesine geçmek gerekir. Fakat lütfetmiş, kerem etmiş kardeşlerimiz, işin en zor kısmını, “Necip Fazıl'da Fıkıh ve Tasavvuf” bölümünü bu fakire tevdi etmişler.
Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki biz fıkhı, hayatın “her alanında Allah'ın iradesine göre yaşamak” olarak tanımlıyoruz. Fıkıh dediğimiz şey Allah'ın iradesini hayata hakim kılmaktır. İmam-ı Gazali’nin güzel bir fıkıh tanımı var bu yönüyle. Aslında buradan Necip Fazıl'ın fıkıh düşüncesini de, tırnak içerisinde söylüyorum, anlamaya da bir yol bulabileceğimizi düşünüyorum. Necip Fazıl bizim bildiğimiz anlamda fıkıh öğrenebileceğimiz, fıkıh tahsili için kitaplarını okuyarak namazın, abdestin, guslün farzlarını, teferruatını alabileceğimiz bir şahsiyet değil. Ama Necip Fazıl'ın asıl fıkıhçılığı, İmam-ı Gazali’nin sözünü ettiği fıkıhçılık. O meşhur eseri İhya-i Ulumiddin’inde Kitab-ül İlim diye çok önemli bir giriş ile kitabına giriş yapar.
Burada ilmin çeşitlerini, iyi olan, kötü olan ilim diye tasnifleri yaptıktan sonra, söz gelir, ilmin faziletlerine dair hadisleri zikretmeye başlar. Zikrettiği hadislerden bir tanesi de ilahiyatçı arkadaşlarımızın ve genelde hemen hemen bu işle meşgul olan herkesin bildiği bir hadistir. Efendimiz aleyhissalatu vesselam “Allah kime hayır murad etmişse onu dinde derin bir anlayış ve kavrayış sahibi kılar” buyuruyor. Eğer bir insan fakihse, demek ki Allah ona hayır murad etmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki fıkıh ile meşgul olanlar Allah'ın yeryüzünde hayır murad ettiği kimselerdir. Şimdi burada bir antiparantez açar, İmam Gazali ve der ki, "Sakın" der, biraz da gençlere hitap eder herhalde. “Hadisin manasına bakıp da zamanımızdaki hocaları kıyaslayarak, fakihleri kıyaslayarak, “Allah bunları mı hayırlı olarak tanımlayıp da dinde fakih kıldı?” çıkarımı üzerinden hadisin zayıf veya uydurma olduğu kanaatine ulaşmayınız," diyor.
Burada da aslında bize çok önemli bir işaret var. O da hadisleri değerlendirirken, kısır bir bağlamda, yetersiz bilgimizle değerlendirmeden daha geniş olarak anlayabilme melekesini göstermek. Sonra da der ki, “Fıkıh bilgisi asgari düzeyde kişinin ahiretin dünyadan hayırlı olduğunu bilmesidir.” Fakih olmanın asgari standardı ahiretin dünyadan hayırlı olduğunu bilmektir.
Dolayısıyla taharet bahislerini bilmek, alışverişle ilgili ahkâmı bilmek, ticaret hukukunu bilmek, borçlar hukukunu bilmek fıkıh değildir der. Fıkıh Allah'ın huzurunda tek başına hesaba çekildiğimizde "Ey kulum, ben seni yarattım, sana bir misyon yükledim, benim dilediğim, murat ettiğim şekilde bir hayat sürdün mü sürmedin mi?" endişesiyle hareket etmektir.
Bu yönüyle İmam-ı Gazali zamanının fukahasına da ki, 1000 sene öncesinden bahsediyoruz, bir gönderme yapar. Burada tabii kendi kendimizi de tenkit etmiş olmayalım. O dönemde fakih olmak demek, bugün hakim olabilecek, avukat olabilecek, savcı olabilecek, hukuk fakültesi mezunlarının makam ve mertebelerine erişebilecek bir ünvana sahip olmak anlamına geliyordu.
Dolayısıyla dünyalık karşılığı çoktu ama bugün fakih olduğumuzda böyle çok da fazla dünyalık bir karşılığı yok. Şimdi buradan hareketle şunu söylemek istiyorum, Necip Fazıl bize fıkıh öğretmez. Ama bize çok önemli bir şey öğretir.
"Necip Fazıl fıkhın hikmet boyutunu en güzel şekilde önümüze serer"
Ayeti kerimede cenabı Allah, Peygamber aleyhissalatu vesselam efendimize hitap ederek der ki, “Ey habibim, Rabb’inin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” Bu mücadele et kısmı bizim fıkıh branşlarının birini, önemli bir branşı teşkil eder. Biz ona kısaca “İlmi Cedel” diyoruz ve İlmi Cedelin baba isimlerinden bir tanesi de İmam-ı Gazali’dir. O İlmi Cedelde çok önemli eserler vermiştir. Ve İlmi Cedel denilen şey; fıkhın savunmasıdır.
Fakihler fıkıh üretirler. Allah'ın Kur'an ve sünnetteki muradını insanlara açmaya, göstermeye çalışırlar. Bu yönüyle namazın farzlarını, bu farzların mahiyetlerini, rükünlerini, şartlarını ve sairesini beyan ederler ama namazı bir bütün olarak, bir külli olarak savunmaya gelince bu biraz da özellikle de Osmanlı’nın son döneminde sosyolog münevverlerimize kalmış bir iştir. Koca koca âlimlerimiz fıkhın her yönünü bilirler ama Necip Fazıl iki satırlık veya iki beyitlik bir şiiriyle fıkhın hikmet boyutunu en güzel şekilde önümüze serer. Onun için biz özellikle de hikmet boyutuyla ilgili fıkhın, yani cenabı Allah'ın muradının arkasındaki gayeleri ve hedefleri tespit etmede Necip Fazıl gibi hikmet yönü yoğun olan şahıslara medyun-u şükranız.
Necip Fazıl'ın ayağı kaymadan hikmet boyutunu tam olarak tespit etme gayreti, onun sağ ayağının, pergelin sağ tarafının tasavvufta sabit olmasından kaynaklandığını görüyorum.
Onun eserlerinde ele aldığı fıkıhla ilgili konulara baktığımızda faizin tanımını yaptığında, içkinin, kumarın neden haram olduğunu izah ettiğinde, kullandığı argümanlar bizi hakikaten farklı bir çehre ile karşı karşıya bırakır. Bu yönüyle eğer fıkıh Murad-ı İlahiyyeyi insanların anlayabileceği bir şekilde anlatmak ise,”Hikmet-i Teşri” dediğimiz fıkhın hikmet boyutu neden ve niçinini ortaya koyma meselesi bizim Üstad Necip Fazıl'da gördüğümüz en önemli noktadır.
Aslında bir sunum hazırlamıştım. Oradan teker teker sözlerinden aktarımlar da yapmak istiyordum. Fakat biraz daha Üstad'ın metodunu kullanayım onu taklit edeyim diye, olayın bütününü, resmin ana omurgasını sizlere sunmak istiyorum arkadaşlar. Bu yönüyle baktığınızda, Üstad Necip Fazıl'ın ayağı kaymadan, Yusuf Kaplan abinin ifadesiyle “manyak beynin” ayağı kaymadan hikmet boyutunu tam olarak tespit etme gayreti, onun sağ ayağının, pergelin sağ tarafının tasavvufta sabit olmasından kaynaklandığını görüyorum.
Eğer merhum Üstad'ıyla buluşmamış olsaydı belki o “aşırı aklı” tırnak içerisinde, onu farklı çıkarımlara götürebilirdi. Ki 20. yüzyılın başında, 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı münevverlerinin en büyük sıkıntılarından biri, ayaklarının pergelin sabit kısmını şeriata sabitleyemedikleri için çokça savrulmalar yaşamalarıydı.
O dönemin hocalarının, amiyane ifadesiyle, faize bakışı, faizin artık ekonomik bir gerçeklik olduğunu ve faiz dışında sermaye birikiminin imkânsız olduğunu, bu yönüyle makul derecede bir faiz uygulamasının dinin de reddetmeyeceği bir şey olduğunu, aslında Kur’an’da, efendim, basit faiz değil, bileşik faizin yasak olduğunu.. Üstad'ın savrulmadan, dinin ana kaynaklarından, ki çok da fazla kaynağa ihtiyaç duyduğunu zannetmiyorum, elinde bulduğu veya kendi dönemindeki ortalama bir Müslümanın müktesebatı bile, onun bu hikmet boyutunu ortaya koymaya yeterli bir malzeme verdiğini düşünüyorum.
Bu yönüyle bizim Üstad'dan, dini olarak, bir İslam hukuku araştırmacısı olarak istifade edebileceğimiz en önemli yolun ve yönün onun hikmet boyutundan ve İlmi Cedel denilen ki bu İlmi Cedel; mücadele sanatı, en bariz yönüyle önce karşı tarafın hayatını yaşayıp da sonradan, tırnak içerisinde “namaz ehli” olan birinin ortaya üstü şekilde becerebileceği bir alandır ve Allah bunu Necip Fazıl'a nasip etti.
Allah gani gani rahmet eylesin. İstifadeye medar eylesin. Bu yönüyle ben bununla iktifa ediyorum. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum."
Prof. Dr. Ergün Yıldırım - Necip Fazıl'da İdeal Toplum Düşüncesi
Prof. Dr. Ergün Yıldırım "Necip Fazıl'da İdeal Toplum Düşüncesi"ni katılımcılarla paylaştı.
Ergün Yıldırım konuşmasında şunları aktardı:
"Çok değerli hocalarım, arkadaşlarım, meslektaşlarım, çok sevgili öğrenciler, sevgiyle, saygıyla selamlıyorum sizleri. Necip Fazıl gibi ülkemizin, milletimizin, ümmetimizin önemli bir kavgacı mütefekiriyle, büyük bir edibiyle aslında onu anarak, onu hissetmek, beraber olmak için burada olmamız çok ayrıcalıklı bir şey, çok değerli bir şey.
Biz belki bugün bu salonlarda konuşuyorsak, özgür bir biçimde düşüncelerimizi açıklıyorsak Necip Fazıl’ın o zor şartlarda verdiği kavgaya borçluyuz. Ciddi anlamda o kavgaya borçluyuz. Benim konum aslında onunla çok yakından ilişkili. Necip Fazıl, evet, bir doğrudan meslekten bir sosyolog değil ama Necip Fazıl bir münevver. Sadece bir şair değil, bir aydın, bir münevver. Dolayısıyla yaşadığı çağın toplumuna karşı duyarlı olan, o toplumu hisseden ve yine ümmet toplumu olarak 14-15 asır devam eden o ideal topluma bağlılığını, hissiyatını devam ettiren bir şahsiyet, bir figür. Ve yaşadığı dönemde cumhuriyet modernleşmesiyle birlikte Türk toplumu bambaşka bir toplum olarak icat edilmeye çalışıyor.
Necip Fazıl, tarih kitapları yazıyor. "Son Devrin Din Mazlumları"nı yazıyor, Vahdeddin ve Abdülhamid Han üzerine kitap yazıyor. Profesyonel tarihçilerimizin ortaya koyamadığı tarihi eylemi ortaya koyuyor.
Bizim 15 asırdır sürüp gelen veya en azından bu topraklarda 1000 yıldır Türklerin İslam temelinde kurdukları bir toplum tahayyülünden yol ayrımına giriyoruz. Bu toplumu inkâr ediyoruz. Bu toplumun tarihini, bu toplumun kültürünü, bu toplumun anlam dünyasını imha ediyoruz. Onun yerine tamamen Avrupa toplumunu aynen taklit ederek buraya taşıyoruz ve bu toplumu onun içine yapılanmaya çalışıyoruz.
İşte Necip Fazıl buna itiraz eden, buna hayır diyen, buna meydan okuyan bir şahsiyet. Bu açıdan büyük bir insan. Ve buna hayır derken Batı toplumunu ciddi anlamda bir eleştiriye tabi tutuyor. Emperyalizmini eleştiriyor, sömürgeciliğini eleştiriyor, tahakkümünü eleştiriyor, liberalizm, komünizm, faşizm ideolojileriyle gelerek bu topraklarda yeni bir toplum ihyaya yönelmesine karşı çıkıyor. Buna karşı mücadele ediyor. Tarih kitapları yazıyor. “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserini yazıyor. Vahdeddin üzerine kitap yazıyor. Abdülhamid Han üzerine kitap yazıyor. Profesyonel tarihçilerimizin ortaya koyamadığı tarihi eylemi ortaya koyuyor böylece.
Çünkü bir toplum tarihiyle birlikte bir hafıza sahibi olabilir. Tarihi olmayan bir toplumun hafızası olabilir mi? Hafızası olmayan bir toplum, toplum olabilir mi? Hafızamız yok. Diyelim şu an hafıza kaybına uğradık. Kimim ben, neyim ben, nereden geliyorum? Adeta Sednaya hapishanesinin halini yaşarız. Suriye'de binlerce insanın katledildiği hafıza kaybına uğradığı ve toplumun çok daha trajik ve korkunç bir biçimde hafızasının silindiği bir mekandan bahsediyorum.
"Cenazesi kaldırıldıktan sonra bile hapis borcu olan bir insan"
Redd-i miras da böyle bir şey. Bir toplumun hafızasını silmek ve onun yerine avrupa toplumunun hafızasını getirip monte etmek. İşte Necip Fazıl buna karşı çıkıyor. O nedenle de bir tarihten bahsediyor. “Biz büyük bir milletiz. Bizim kendi kahramanlarımız var. Roma'dan, Yunan'dan, Avrupa'dan kahramanları alıp önümüze koymamıza gerek yok.” diyen bir adam. Ve bunu dediği için de hayatı boyunca hapislerle, tutuklamalarla, gözaltılarla başı dertte olan bir insan.
Cenazesi kaldırıldıktan sonra bile hapis borcu olan bir insan. Bu yönü beni çok etkilemiştir. İdeal toplumu var elbette. İşte o ideal toplum 1000 yıldır bu topraklarda olan ve her zaman bir biçimde kendini yenileyerek insana, insanlığa, hareketlere, gruplara hayat hakkı veren bir toplum muhayyilesidir. Ve tasavvufçu olmadığı halde yani profesyonel bir tasavvuf araştırmacısı olmadığı halde tasavvufla ilgileniyor. Türkiye'de tanınan birisi, söylemeyeyim. Tasavvuf profesörü bir toplantıda dedi ki: "Necip Fazıl tasavvuftan anlamıyor." Tasavvuftan anlamayan bir insan, en önemli kitabına “Çile” adını verebilir mi? Çile, tasavvufun en önemli boyutlarından birisi. Yunus Emre, İbrahim Ethem gibi büyük şahsiyetleri yeniden, yeni bir dille ortaya koyarak adeta tekke ve zaviyelerin kaldırılarak, toplumun anlam dünyasını kuran yapıyı imha edenlere karşı yeniden toplumu anlamlandırmak üzere bunları yeniden gündeme getiriyor. Tasavvufu bu şahsiyetlerle ve diğer şahsiyetlerle, önderlerle bize taşıyor. Gençliğimize taşıyor. Yunus Emre'yi getiriyor, İbrahim Ethem'i getiriyor, Kadiri Nakşi, Yesevi çizgilerdeki önemli şahsiyetleri taşıyor.
Toplum bir anlam olmadan yaşayamaz. Salt bir nüfus değil. Tasavvuf da bize İslam toplumuna anlam vermiş olan bir temel. Onun ideal toplumu aslında yeniden devamlılık taşıyan bu toplumu kendi hafızasıyla buluşturmaktır. Hafızayı silenlere karşı toplumun hafızasını yeniden inşa etmektir. O nedenle cemiyeti vurgular. Necip Fazıl hem cemiyeti vurgular hem bireyi vurgular.
"Kim dediğimiz zaman hiçbir şey düşünmeden etrafa bakmadan ben diyen bir insan"
Kim dediğimiz zaman hiçbir şey düşünmeden etrafa bakmadan ben diyen bir insan. Ama aynı zamanda cemiyeti de vurgular. Ben diyerek bugünkü gibi Amerikan popüler psikolojisiyle gelen; “Ben önemliyim, ben ayrıcalıklıyım. Benim hayatım, benim isteğim...” Bizi kalabalıklara çevirir. Cemiyet olmaktan uzaklaştırır. Cemiyet olmak kalabalık değildir. Cem olarak dayanışma ruhu ve duygusunu taşıyarak bir millet olmaktır. Bir ümmet olmaktır. Bir vatan sahibi olmaktır. Kalabalıkların umurunda olmaz vatan. Ama bu ruhu taşıyan insanlar için vatan önemli bir şeydir.
Çok bilgilerimiz var ama kimseye şifa olmuyor. Ama Necip Fazıl kendi döneminde şifa olmuş bir münevverdir. Ve ideal toplumunda da dediğim gibi cemiyet olmak var, dayanışmacı olmak var.
Ve ideal toplumunda vurguladığı en temel şeylerden birisi mesela ahlaktır. Ahlaktan bahseder. Kurtuluşumuz için biricik şey olarak onu görür. Büyük Doğu tahayyülünde olan toplum anlayışı, Batı'nın çağdaş dönemi modernleşme döneminde bize sunduğu ve bir ütopya olarak “Amerikan rüyası, Avrupa rüyası.” Bol bol rüyalar geliyor. Bunlara karşı aslında “İdeolocya Örgüsü”, bu toprağın insanları rüyalarını kendi topraklarında görsünler diye bize bir rüya sunmaya çalışıyor. Bu nedenle şiiri, şiiriyetiyle bu toplum üzerinde, insanlar üzerinde etkili oluyor. Onlara can veriyor, onlara ruh veriyor.
Çok bilgilerimiz var ama kimseye şifa olmuyor. Ama Necip Fazıl kendi döneminde şifa olmuş bir münevverdir. Ve ideal toplumunda da dediğim gibi cemiyet olmak var, dayanışmacı olmak var. Ahlak temelinde yapılanmak var. “İdeolocya örgüsü” çalışması metni salt yüzeyde politik bir metin değil aslında. Yeniden baktım ben dün, tekrar baktım hızlı bir biçimde bu bahsettiğim ahlaktan, cemiyetleşmekten, dayanışmadan bahsediyor.
Bir paragrafını sizinle paylaşayım sadece.
“İslam'da cemiyet ferdi yüzüğün taşını tutması gibi her köşesinde sımsıkı kavrar ve onunla kıymetlendirir. Bu fert o cemiyeti ören ulvi ve insani örnek olarak tek hakkı uğrunda bütün cemiyetin feda edileceği bir hürriyet ve selahiyet makamında o cemiyet de aynı ferdi süfli ve nefsani hallerine karşı bütün fert cemiyetlerini çiğneyici bir nizam, nisan ve otorite mevkiindedir.”
Bakın yaşadığımız en ciddi sorun ya ferdi bireyi yok sayıp cemiyet diyoruz. Bu Amerikan bireyciliğidir. Kapitalist bireyciliktir. Ya da tam tersine tamamen bireyi yok sayıp sadece cemiyet diyoruz. Bu da komünizmdir. Cemaatizmdir. Gülen'cilik bunu yaptı mesela. Ama burada fert ve cemiyet dengesi var arkadaşlar. Bu çok önemli bir denge.
Ve devam ediyor:
“İslam'da fert ve cemiyet kendi mücerret ve müstakil manaları içinde tam hakkını almıştır. Namaz, hac, zekat, cihat farizalarında daima fert köküne bağlı sımsıkı cemiyet örgüsü. Allah'ın evi topluluktadır buyuran Allah sevgilisinin açtığı nur ufkunda işte İslam ve cemiyet.”
Toplum idealini İslam'dan ilham alarak ortaya koyan ve Türklerin çağımızdaki gerçekliğini gören buna göre de yapılandırma çabasına yönelen bir şahsiyettir. Rahmetle anıyorum. Ruhuyla ilhamlarıyla şiiri şiiriyetiyle daim olsun. Selam ve muhabbetle kalınız." dedi.
Prof. Dr. Özcan Hıdır - Kur'an ve Sünnet'e Bakışı Işığında Necip Fazıl Günümüze Ne Söyler?
Panelde, Prof. Dr. Özcan Hıdır "Kur'an ve Sünnet'e Bakışı Işığında Necip Fazıl Günümüze Ne Söyler?" başlıklı konuşmasıyla dinleyicilere hitap etti.
Prof. Dr. Özcan Hıdır, şunları dile getirdi:
"Şimdi değerli kardeşlerim Necip Fazıl'ın eserleriyle Kur'an ve Sünnet ışığında günümüze ne söyler? Benim bir konferansımın veya konuşmamın başlığı bu. Şuradan başlayalım. 6-7 başlık hakkında sizlere bunu anlatmaya çalışacağım. Hocalarımız bir kısmına işaret ettiler ama öncelikle şununla başlamak isterim;
Necip Fazıl'ın eserlerinde hadis ilmini anlatan bir master tezi yapmıştı bir kardeşimiz. Burayı da aslında bu panelin düzenlenmesinde de önemli katkısı olan Kazım kardeşimiz. Dolayısıyla aslında oradan çıktı bu panellerin serisi. Orada gördük ki Necip Fazıl'ın eserlerinde hakikaten Kur'an ve sünnete çok acayip bir vurgu var. Yani eserlerin bir kısmı hadis eseri diyeceğimiz eserleri var. İşte “Çöle İnen Nur” gibi eserler, sadece hadisleri topladığı eserler. 2000-3000 civarında hadis tespit ettik. Bilmiyorum, Kazım tam sayıyı verir. Ayetleri son derece vurgulu bir şekilde edebi bir şekilde meallendirmesi, anlatması ve onlardan toplumsal ve edebi mesajlar vermesi var. Bu yönleri biz hakikaten çok ihmal etmişiz diye düşünüyorum.
O yüzden bu nesil yetiştiren merkezi karizmatik mütefekkirleri, karizmatik alimleri biz farklı yönleriyle değerlendiren çalışmalar yapmalıyız. Bakın mesela nesil yetiştiren kişilere bakalım. Mehmet Akif Ersoy değil mi? “Asım'ın Nesli” diyor. Necip Fazıl'ın “Büyük Doğu Nesli” var, ideali var. Sezai Karakoç'un “Diriliş Nesli” var. Bu başka mütefekkirlerimize de devam ediyor. Necmettin Erbakan hocamızın “Milli Gençlik Nesli” var. Nesil ideali gerçekten bir insanın geleceğe yönelik perspektifini, idealini, merkezi şahsiyet olmasını da bize gösteriyor. Biz o yüzden bugün şahsiyetleri geçmişteki alimlerde de bunu görürüz.
Tek yönüyle indirgemeci bir şekilde anlamak yanlış. Necip Fazıl uzun yıllar işte şiirine indirgendi. Şiiri üzerinden anlamaya, anlaşılmaya çalışıldı. O yüzden onun dava adamlığını, mütefekkir yönünü, tefekkür yönünü ve bu ilahiyat ve sosyal bilimlere bakışını, perspektifini hakikaten önemsemeliyiz diye ben düşünürüm. Mesela tarihte Ahmet bin Hanbel gibi büyük mezhep alimlerimiz de var. Bazen Ebu Hanife Rahmetullah aleyh için de kullanılıyor. Bir ümmi ilahiyat hocası benim de katıldığım bir televizyon programında "DEAŞ'ın fikir babası" demişti mesela. Yani orada tabii itiraz ettik ama o Ahmet bin Hanbel'i sadece selefi bir yönüyle alıyor ki o selefi asla değil. Karizmatik bir şahsiyet pek çok yönü var. O yüzden böyle bir yönüyle yaftalayarak, etiketleyerek ortaya koymak oryantalistik bir yaklaşım.
"Üstad Necip Fazıl, gelenekli bir geleceğe işaret ediyor"
Şimdi bizde ikinci husus vurgulayacağım ikinci husus; bizim geleneğimizde genelde yanlış bir telakki var. Hep geçmişi çok olumlularız. Geçmişi çok böyle hamasi bir şeyle öne çıkarırız. Ancak geleceği de olumsuzlaştırırız. Aslında bizim zihnimizde şöyle bir yanlış algı var. Hep geleceğe yönelik algımız bizim olumsuzdur. Gelecekte işte kıyamette şu olacak, şöyle olacak. Gelecek hep kötü olacak gibi bir algımız var. Halbuki tarih anlayışıyla o İbni Haldun'cu tarih anlayışını anlamamaktan kaynaklanan bir şey. İbni Haldun tarih idrakimizi, felsefemizi değiştirdi aslında. Tarih idraki İbni Haldun'da döngüseldir. Daha öncesinde kronolojik bir tarih algısı vardı. İbni Haldun dedi ki: “Gelecek hep aynı bulunduğumuz şartlar içerisinde olmayacak.” Gelecekte çok iyi günler, çok iyi yönler, idealler de olur. Dolayısıyla “Zira böyle iyi ve kötü günleri insanlara sırayla paylaştırırız” ayeti kerimesinin aslında tercümesi bu.
Bugünkü gençlerinde de bunu görüyorum. Bu batı karşısında yenilmişlik duygusu da var. O yüzden Necip Fazıl'da bu geleceğe vurgu, geleceğe hakikaten ideal pompalamak, ideal verme, geleceği olumsuzlaştıran anlayışı yıkan bir şey diye düşünüyorum. Çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Necip Fazıl burada gelenekli bir geleceğe işaret ediyor. Yani aslında geleceği olumlayan bakış geleneği geçmişi de gelenekli bir bakışla ele almak anlamına geliyor. Gelenekselci bakışla değil. O yüzden gelenekselci bakış geçmişi, maziyi kutsayan ama gelenekli bakış onu tecdit eden yenileyen ihya eden bir anlayışı ifade ediyor. Dolayısıyla hakikaten bu yönünü ben çok önemli görüyorum Üstad Necip Fazıl'ın.
"Üstad Necip Fazıl düşünce ufkumuzu, şuurumuzu büyütmüştür"
Üstad Necip Fazıl düşünce ufkumuzu şuurumuzu büyütmüştür. Bilgiyi bilince dönüştürmüştür. Bilinci amele dönüştürmüştür ama o ameli salih amel olarak bize takdim etti. Ama orada kalmadı. Onu “3-İ” ışığında anlamıştır: İhsan, itkan ve ihlas dediğimiz 3-İ. İhsan ki, az önce Ahmet Hamdi Hocamız işaret etti. Peygamber Efendimiz Cibril'in "Men ihsan?" sorusuna ihsan nedir? İhsan işte hayatı ubudiyet boyutunda anlayan, bilgiyi bilince, bilinci amele, praksise dönüştüren anlayışın ifadesidir.
Bunu şöyle anlayalım. Onun bir sözü var meşhur biliyorsunuz. “Namaz, namaz bittikten sonra başlar. Oruç, Ramazan bittikten sonra başlar. Hac, hac bittikten sonra başlar.” Neydi bu? Nasıl anlamamız gerekiyor? Bizlerde ibadet anlayışı şöyledir. İbadet-i mersume dediğimiz, yani bildiğimiz namaz, oruç ibadetler. Ama esas, o ibadetleri bittikten sonra sosyal ibadetler dediğimiz, içtimai ibadetler dediğimiz veya bazı kaynaklarda "El-ibadatu't-teayyuşiyye" denen hayatı bir ibadet kılma anlamında hakikaten önemli bir katkısının olduğunu düşünüyorum ben. O yüzden bu ihsan kıvamında kulluktur. Her an, her yerde Allah var ve Allah varmış gibi davranmaktır bu.
Bugün sekülerliğin hayatımıza girdiği post modern dönemde biz sanki camide, meclislerde, ilmi meclislerde Allah varmış gibi ama başka yerlerde Allah haşa yokmuş gibi davranabiliyoruz. O yüzden Necip Fazıl'ın ben bunun burada son derece bir ideal yüklediğini düşünüyorum.
İmanın aksiyona dönüşmesi, bir diğer başlık. Bakın Kur'an-ı Kerim'de bir ayet-i kerime var. "Ya eyyühellezîne âmenû âminû." Ey iman edenler iman edin. Bu ayetin Necip Fazıl'ın eserlerinde, aslında "İman ve Aksiyon" eserinde özellikle tebellür ettiğini ben düşünüyorum ben. Çünkü Allahu Teala iman edenlere niye iman edin diyor tekrar? Çünkü Necip Fazıl diyor ki: İman bir iddiadır. İddianızı ispat edin ibadetlerinizle, ahlakınızla, sosyal hayatta, kamusal alanda her yerde onu ispat edin bakalım. Onu ubudiyete dönüştürün.” diyor aslında. Dolayısıyla bu ayetin tam da tercümesini veya yansımasını bize veriyor diye düşünüyorum. Bu anlamda iman, ibadet, ahlak ve irfan, hikmet anlayışını, ki Anadolu'yu mayalayan Selçuklu, Osmanlı ile Anadolu'yu mayalayan Anadolu ruhu, Anadolu İslam yorumu dediğimiz aslında o pek çok unsuru içerisinde barındıran şeyi bize anlatmış oluyor.
Yani bugün birileri bununla dalga geçiyor, "Anadolu ruhu, Anadolu ruhu" diyenler, aslında o ruh aslında tam da bizi mayalayan ruhtur. Orada iman var, itikat var, ibadet var, ubudiyet var, ahlak var, irfan ve hikmet var. Dolayısıyla bütün bunların bize devamı bunu gösteriyor.
"Üstad, Anadaolu'yu mayalayan geleneği sürdürmüştür"
Bakın bu ruh aslında, Ahmet Hamdi Hocamız biraz vurguladı, İmam Gazali, o karizmatik alim, 500 tane eseri olan ve Cenabı Hakk'tan sadece en önemli duam benim vakit içerisinde “bana vakit ver ya Rabbi” diye dua ettiği o büyük alim, karizmatik alim diyorum ben ona. 51 yaşında vefat eden ama 500 tane eser yazan bir alim ki kelam, felsefe, tasavvufu birleştirdi. Fahrettin Razi ondan sonra geldi. Kelam ile felsefeyi, aslında felsefeyi kelamın içerisine giydirdi, kelam suretinde bize anlattı ama o felsefe bildiğimiz daha önceki Yunan felsefesi değildi.
İbn Arabi Anadolu'yu mayaladı. Metafizik, bütünlük içerisinde bize söyleyeceklerini söyledi ve nihayet pek çok var, Davud el-Kayseri'ler, Konevi'ler ama Mevlana Celaleddin-i Rumi, ki 17'si biliyorsunuz Şeb-i Arus törenleri yapılıyor, yine ölüm yıl dönümü, ötekine ötekileştirmeden bakışı bize anlattı.
İşte Necip Fazıl Kısakürek'in ben ilmi yönü bir yana bu geleneğin bir devamı olduğunu şahsen hep düşünmüşümdür. O Anadolu'yu mayalayan, o ruhu veren geleneğin devamı olarak düşünürüm hep. O yüzden Ahmet Hamdi Hocamın vurguladığı, pergelin sabit ayağının kendi kültüründen, kendi İslami ilimler geleneğinde, gelenekli bakışta olarak diğer ayağının bütün kültürleri, hikmeti dolaşıp oralardan istifade eden, etmeye çalışan bir anlayışı var.
Çünkü Peygamber Efendimiz ne buyurdu? "El-kelimetü’l-hikmetü dâllatu’l-mü’min, eyne vecedeha ehazeha." Yani, hikmetli bilgi müminin yitiğidir, nerede bulursa onu alır. Ama bunu pergelin iki ucu da sabit olarak yapamazsın. Pergelin iki ucu da hareketli olarak yapamazsın, o zaman sabiten kalmaz. İki ucu sabit olursa donuklaşırsın, statikleşirsin. O yüzden bir ucu gelenekli geleneğe bağlı, diğer ucu dolaşarak dinamik bir şekilde ihya ve tecdit ruhuyla bunu yapmak lazım.
"Necip Fazıl, Batı'nın giydirmeye çalıştığı deli gömleğini reddetmiştir"
Batı'nın şartları, sınırlarımızı, bize sınırlayan çarkını kırdı aslında Necip Fazıl. Bunu da önemli görürüm. Analitik garibiyetçi bir oksidentalisttir aslında. Bu oksidentalizm kelimesini Türkçede biraz makalelerimde kullanmaya çalıştım ben epeydir, yani 2006-2005'lerden itibaren ama yanlış anlaşılmaya da müsait bir kavram. Ben onu şöyle anlıyorum, yani en azından tanımlarım o yönde: Batıyı olduğu gibi, ne ise anlamak. Bizim bu tanımaya, bu anlamaya ihtiyacımız var.
Bugün bir takım sıkıntılarımızın sebebi de aslında batıyı, batıdan gelen fikirleri, oryantalistik fikirleri, teopolitik fikirleri, kültürel akışı, İslamofobik fikirleri anlamamakla ilgili. İlahiyatlarımızda da bu fikirler çok yaygın. Düşüncelerimizi, kalıplarımızı oluşturuyor ama bunun farkında değiliz. Bunlarla düşünüyoruz çoğu zaman. İşte en son örneği Gazze, ve Suriye bağlamında, Orta Doğu bağlamında bunları düşünebiliriz.
İşte Necip Fazıl analitik garbiyetçi oksidentalist olarak aslında bu batının bize giydirmeye çalıştığı deli gömleğini, Cemil Meriç'in tabiriyle “kırdı”, o izinleri kırdı. Bugün değerli dostlar, değerli kardeşlerim bakın, batı, batı diye gözümüzde büyüttüğümüz, ben de 15-20 yıl oralarda yaşadım, irtibatım devam ediyor. Batı'nın insanlığa söyleyecek sözü yok. Batının büyük siyasetçisi, büyük mütefekkiri şu anda yok. En büyük mütefekkiri Ergün Hoca bilir, Habermas'tı, onun da Gazze katliamında ne dediğini gördük. Ortaya çıktı niyetleri. Yani en objektiflerinden biri oydu Alman Jürgen Habermas, ama onun da Gazze bağlamında bütün değerleri berhava ile yakınlaştığını gördük.
O yüzden Müslümanların potansiyel olarak insanlığa söyleyecek sözü var. Çünkü fosilleşmemiş, asli kaynakları bozulmamış yegane din ve medeniyet İslam medeniyeti. Ancak Müslümanlar olarak bu söyleyecek sözümüzü arıyoruz. Henüz bulamadık. Ama bulacağız. Necip Fazıl işte bu sözümüzü bulmada önemli bir potansiyel bize ifade ediyor. Bunu güncelleyerek aktarmanın yollarını bulmamız lazım.
Üstad, hadisleri, ayetleri bağlamından kopararak, realitesinden kopararak anlamıyor. Ama onu ontolojik dediğimiz, o metafizik bağlantıyla anlamaya çalışıyor. Bu yönü çok önemli ve değerli.
Son olarak text-kontekst ilişkisi nedeniyle idrakin realite-idealite dengesiyle anlayıp yorumladı. Bakın burada bir meselenin, İslami meselenin realiteden kopuk bir idealiteyle anlatılması distopya getiriyor İslam toplumlarında. Sadece idealite üzerinde vurgu distopya getiriyor, hayal kırıklığı. Ütopya idealite ama onu realiteden kopuk, realiteyi ıskalayarak yapamayız. Ama sadece realitenin bir damına gitmek de bizi liberelleştiriyor, sekülerleştiriyor. İdealitemizi koparıyor. Bu sefer ideallerimiz kalmıyor, gayelerimiz kalmıyor.
Necip Fazıl işte bu idealite-realite dengesini de bize aslında vurgulayan önemli bir yön sunuyor. Vakayı dikkat eden, fıkh-ul vakı dikkat eden, onu idrak eden bir anlayışı bize getiriyor. Eserlerinde pek çok ayet ve hadisler var. Bütün bunların toplamından benim çıkardığım budur aslında.
Hadisleri, ayetleri bağlamından kopararak, realitesinden kopararak anlamıyor. Ama onu ontolojik dediğimiz, o metafizik bağlantıyla anlamaya çalışıyor. Bu yönü çok önemli ve değerli kardeşlerim. Yani bir insanın metafiziği yoksa ki batı bugün onu yaşıyor. Batı metafizikten koptu, ontolojiden koptu. Bize de bunu dayatmaya çalışıyor. Metafizik ne demek? Yani yukarılarla irtibatın, vahiyle, Allah'la irtibatın sağlam olacak. Dikey bağlantın güçlü olacak. Ama o dikey bağlantıyı yatay bağlantıyla topluma, insanlığa da sunacak bir perspektif gerekiyor.
Necip Fazıl'ın bence en önemli yönlerinden birisi bu. Deizmin kol gezdiği, agnostisizmin hayatımızı yönlendirdiği, hedonizmin, yani haz ve hızların alabildiğine hayatımıza hükmettiği bu çağda, postmodern çağda, gerçekten bu metafizik ontolojik bağlantıya ihtiyacımız var.
Son olarak şunu vurgulayayım. Yani aslında Necip Fazıl Kur'an ve sünneti, Kur'an'ın hamili, amili ve muhafızı olma misyonuyla anlamaya çalışıyor. Pakistan'ın ünlü filozofu ve şairi Muhammed İkbal'in oğluna bir vasiyeti var, öyle bir ifadesi var. Diyor ki: "Oğlum, Kur'an'ı yeni iniyormuş gibi oku. Gül yapraklarından çiğ tanelerinin damladığı gibi ayetler kalbine inip ihya etsin kalbini, can, kalbin can bulsun" diyor.
Necip Fazıl aslında o hissi hissederek Kur'an ve sünneti anlayan, medeniyet idrakine sahip, hikmetli, gelenekli bir mütefekkir diye düşünüyorum. Sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum."
Muzaffer Doğan: Necip Fazıl Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği en büyük mütefekkirdir
Ayrıca panelde genç katılımcılardan birinin sorduğu soruya Büyük Doğu'cu Muzaffer Doğan cevap verdi. "Üstad'ın kumar oynadığı sürekli ön plana çıkarılıyor, bunlara ne cevap verilir" sorusuna Muzaffer Doğan şu cevabı verdi:
"Ben 54 yıl evvel tanıdım Üstat Necip Fazıl Kısakürek'i. Şöyle bakıyorum. Konuşmacılara ve gençlerimize. Uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yaptım. Gençlere büyük emek vermiş bir kimseyim. Üstadı yakından tanıdım. Hakkında konuşmalar yaptım. “Büyük Doğu konuşmaları, Çile konuşmaları, İdeolocya örgüsü konuşmaları..” Cenazesinden bahsedildi. Cenazesi de bir sıkıyönetim gölgesinde oldu. 1980 darbesinden sonraki sıkıyönetimde vefat etti Üstat sıkıyönetim varken. Ben de buralarda Sefaköy'de, bu ilçeye bağlı Sefaköy Lisesi'nde öğretmendim.
Müdürden izin istedim vermedi. “Gidiyorum“dedim. “Bak çok tehlikeli olursun.” Dedim ki “Öğretmenliğime de olursa olsun. Üstadın cenazesine katılacağım” dedim. Gittim.
O günlerde de başbakan ve cumhurbaşkanlığı yapan Turgut Özal da cenazedeydi. Yan yana cenazeyi kıldık cenaze namazını. Hadiseler çıktı gittik. 50 kişi, 50 kişi sekiz gün hapis yattık. Dört gün Gayrettepe'de hücrede sonra gittik sekiz gün dört günde Selimiye Kışlası'nda..
Bundan sonra, arkadaşlar, Necip Fazıl Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği en büyük mütefekkirdir. En büyük şairdir. Bir edebiyat hocası olarak konuşuyorum. Yakınlarda Hazreti Ömer diye 30 yıl önce yazdığım bir kitabı yeniledim. Hasret-i Ömer diye ismini yaptım. Kitabın biyografi kısmına da "Büyük Doğucu" diye yazdım. Ben Büyük Doğucu bir insanım. Üstad’ı yakından tanıyan bir adamım. Cumhuriyet döneminde üstad büyük bir şair olduğu kadar büyük de mütefekkirdir. Ona birileri çamur atar. "O ve Ben" isimli eserini okumanızı tavsiye ediyorum. Yüz cildin üstünde eseri var. Dini, tasavvufi eserleri, tarih, tarihi eserleri bahsedildi. “Çile”, “Esselam” hangi birisini söyleyeyim ki?
O her şeyden önce de bir mektep kurmuş bir adam. Bir fikir mektebi. “Büyük Doğu.” Ben de kendi biyografimin üstüne “Büyük Doğucu diye yazdım”. Şerefle taşıyorum. Hayatımın en büyük şeref kaynağıdır o benim.
Birileri çamur atar. Kumar oynadı Paris'te. Paris çarptı onu. Anadolu'dan gelen insanları İstanbul'un çarptığı gibi Paris'te onu çarptı. O hocasından bahsedildi, neydi? Oradaki hocası felsefe hocası? Henry Bergson. Henry Bergson sınıfa arıyormuş Üstat Necip Fazıl'ı. O zaman Necip Fazıl. Görememiş. Ya demiş, "Burada bir serseri vardı, bir serseri Türk." demiş. "Nerede? Onu göremiyorum?" demiş. Ha, demişler. Necip Fazıl'ı soruyorsunuz. "O, demişler, gelmiyor. Geceleri o batakhanelerde, gündüzleri de yatıyor," demişler. O demiş ki "Eğer devam etseydi düzenli bir şekilde okula devam etseydi geleceğin büyük filozofu olurdu" demiş.
Ben bu espriyi öğrendiğim zamanlarda ne dedim biliyor musunuz? Gençlerle kendi kendime konuştum. “Hele ki Üstad dedim devam edip de bir büyük filozof olmamış. Başımıza bela olurdu.” dedim. Hele ki filozof olmamış. Hele ki bir büyük şairliği zaten daha orada tescilliydi. “Kaldırımlar”şiirini de da Paris'te yazdı. Eyfel Radyosu'nda da okumuştur o.
Geldi büyük mütefekkir oldu. Mütefekkir oluşunun, bu böyle bir mektep kuruşunun bütün teferruatı, tafsilatı "O ve Ben" isimli eserinde vardır. Bugünün hatırası olarak, beni buraya davet ettiğiniz için Ergün Hocama, hocama çok teşekkür ediyorum. Özcan Hocama, bunu bugünün armağanı olarak kabul edin. "O ve Beni" mutlaka okuyun.
Muzaffer Doğan, Üstad'ın bir şiiriyle de etkinliği süsledi. Doğan Üstad’ın "Başıboş" isimli şiirini okudu.
Vatanımda sular akar, başıboş;
Herkes, birbirini kakar, başıboş.
Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.
Yanmaz da yürekler, güneşe atsan;
Bir kibrit, bir orman yakar, başıboş.
Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.
Yirmi dokuz harfte sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.
Allah'ım sen acı bu saf millete!
Akşam yatar, sabah kalkar, başıboş