Konferanslarımda anlattığım gibi, komünizmanın aksiyoncu kutbu (Lenin), insanoğlunu ebedî hayatından da mahrum edici bir yokluk sisteminden başka bir şey olmayan dâva- sına misilsiz bir şiddetle bağlı bir insandı.

Onun, Yüksek Şûrada söylediği bir söz var. Şahsında tenkit edilen noktanın hususî hayatına ait bir şey olduğunu ve ona el uzatılmamasını isteyen bir üyeye (Lenin), titreyen elini uzatıp şöyle haykırıyor:

Bir komünistin hususî hayatı yoktur!

Müthiş!.. Materyalist inanış içinde, tersine ve tam bir tezat belirtici bu idealist davranış ve görüş, onların değil, ancak ruhçuların, ruhçuluğun da mihrakı olan İslâmiyetin malıdır. Bakın ve görün, vecd ve aşkı gölgelenmiş bir dâvanın, mutlak dâvanın, dâvalar davasının malı olan ruh kimlerin elinde ve nasıl dile geliyor!..

Asıl. Müslümanın hususî hayatı yoktur! Müslüman uykuda, tuvalette, sokakta, pazarda, her işde ve her nevi faaliyet- te ve nihayet musalla taşında ve mezarda, topyekün zaman ve mekân boyunca, kesiksiz ve sımsıkı İslâm şuuruna bağlıdır ve bu şuurdan bir ân gafil değildir. Hususî hayattan maksat, üstün insan ifadesi olan dâva ve gaye yaşayışından uzak, fikirsiz ve hedefsiz, ilcaî ve nebatî hal demek olduğuna göre, o hallerin zaruret çerçevesi içinde de müslüman, islâm şuurundan bir ân gafil ve bu mânada hususî hayata malik olamaz.

O halde biz haykıralım:

Kendimize gelmek ve gerçeği kavramak Kendimize gelmek ve gerçeği kavramak

- Bir Müslümanın hususî hayatı yoktur!

Halbuki biz Müslümanlığı, tahsildara vergi verircesine namaz kılıp her selâm verişten sonra onu unutmak ve zaten namazda bile uzak kaldığımız hakikatin dış kabuğundan da dışarda kalmak sanıyoruz. Böyle olunca, günde 5 vakit namazın tutarı olan 1 saat -ki o da şüpheli- Müslüman kalıp 23 saat bomboş yaşıyoruz. Sanki Müslümanlık, cami kapısından girerken göğüslere takılacak bir rozet de, tam o zaman onu yakalarımıza iliştiriyor, çıkarken de kapıdaki rozet kutusuna bırakıp gidiyoruz.

Allah, Müslüman geçinenlere, yepyeni bir vecd ve heye can nesli halinde, Müslümanlığın ne demek olduğunu gösterir inşallah bir gün...

6.5.1965

Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve 4, s. 219-220