Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye (Pek Yüce Osmanlı Devleti) 16. yüzyılda Yeryüzündeki En Büyük siyâsî, iktisâdî, içtimâî kuruluş idi, Şeriatla yönetiliyordu. Zamanla, insanlardaki İslam’a bağlılık, İslam’ı bilerek, duyarak, gereğince yaşamak duygusu zayıfladı. Memur, hem oruç tuttu, namaz kıldı, 5 vakit -daha çok alışkanlıkla- namaz ibadetini yerine getirdi, amma rüşvet aldı! “Rüşveti veren de alan da cehennemdedir!” Peygamber sözüne rağmen! Fuzûlî, Nişancı Paşa’ya yazdığı şikâyet mektubunda, kendisine bağlanan tahsisatı almağa gittiğinde uğradığı rezaleti anlatır: “Selâm verdim; ‘rüşvet değildir’ deyu almadılar” (‘almak’ işini, hep ‘rüşvetle yaptıkları için) “hüküm gösterdim; ‘Fâidesizdir’ deyû mültefit olmadılar” (faydasızdır, diye dönüp bakmadılar), Bu belâ, üstteki bürokratlara da bulaşmıştı, 1711’de Prut’ta kuşatılmış olan Rus ordusu, Baltacı’nın ve iki yardımcısının bu hastalığı yüzünden, “hediye” adı altında Martha Rabe (Sonradan Katerina)nin gönderdiği okkalı rüşvetle kurtulmuştu. Daha önce de, 1683 yılında Viyana’nın feth edilememiş olması da, üst düzey bürokratlardaki dünyalık düşkünlüğü yüzündendi: Kara Mustafa Paşa, hucûm etseydi, Viyana’yı alabilirdi, ama o zaman, askerin 3 gün yağma hakkı vardı, Devlet Hazînesine bir şey kalmayacaktı, teslîm olunca, her şey Devlet’in olacak, Sadrâzam, üst düzey aç gözlülere dağıtacağı hediyelerle, durumunu sağlamlaştıracaktı. Viyana’yı kuşatmış olan ordu bozulunca, iki üst düzey bürokrat, kendilerine makam yolu açılacak diye, sarayda, mendil çıkarıp oynamışlardı! Köprülü Mehmmed Paşa, sadrâzamlığa getirilirken o şartları (işine karışılmaması, hakkındaki şikâyetlerin dinlenmemesi, en ehemmiyetsiz tayin için aracı olunmaması) boşuna koşmamıştı.
Avrupa’dakiler, bir yandan çalışarak sanayi devrimleri yaptılar, üretimi artırdılar, bir yandan da yeryüzünün hemen her tarafına giderek oraları sömürge yaptılar, zenginliklerinin kaynağı, daha çok, sömürücülüktür; sömürgelerinde yeraltında, yerüstünde ne varsa, gasp edip kendi ülkelerine taşıdılar. Avrupalıya, “insanın hayvana baktığı gibi” bakmağa alışmış olan Osmanlı, bu yeni, çok değişik durum karşısında afalladı, şaşkınlığa uğradı, paniğe kapıldı.
Değişiklik gerekiyordu; bir şeyler yapılmalıydı. 1789 yılında tahta çıkan Üçüncü Selim, örnek alınması düşünülen Avrupa’yı daha iyi tanıyabilmek için, Ebubekir Râtıb Efendi’yi Viyana’ya gönderdi. Çareler aramakta olan Sultan Üçüncü Selim tahta çıkışının ikinci yılında, 1791yılında, 19 Türk ve 2 yabancıdan Devletin niçin eski gücünü kaybettiği, bu güce erişmek için şimdi nelerin yapılması gerektiği hakkında birer lâyiha (rapor) istedi. 21 lâyiha tek noktada birleşti: Devlet, eski gücünü kaybetmişti, müesseseleri bozulmuş veya işlemez hâle gelmişti, mutlaka ıslâhat lâzımdı. Ancak lâyıha sahipleri çarede ayrılıyorlardı. Başlıca üç grup vardı:
1. “Osmanlı, mâzide cihân devletiydi, rakibi de yoktu. O zaman bütün müesseseleri mükemmeldi. O müesseselere dönebilir, onlar canlandırabilirsek, devlete eski kudretini iade ederiz” görüşünde idiler.
2. “Avrupa bazı bakımlardan bir müddetten beri bizden ileri gitti. Toplum düzenimizi bozmadan, acele etmeden, Avrupa’nın bizde olmayan tekniğini alalım. Zaten Avrupa ile aramızdaki mesafe ancak 30 yıldan beri açılmıştır. Hızla onlara yetişmemiz ve gene en büyük devlet olmamız mümkündür” diyorlardı. Bu görüştekilerin ne kadar haklı ve isâbetli olduğunun canlı örneği Japonya’dır. “Toplum yapısını değiştirmeden, sâdece tekniği almak” gerekiyordu!
3. “Avrupa’nın bizi geçtiği ortadadır. Bu düzene devam edersek, her sahada bizi geçecektir. Biz de düzen değiştirip onlara yetişelim. Bizim aklımız onlardan eksik, zekâmız geri midir?” diyorlardı.
Düzeni değiştirmek isteyen radikaller ise panik havası içindeydiler ve işin kolayına kaçma eğilimi gösteriyorlardı: yakın geçmişte, iyileşme için düzen değişikliğine, sosyalizme bel bağlayan okur-yazarlarımız gibi… bilinmeyen yeniliğin çekiciliği de işin cabası…
***
“Sultan Üçüncü Selim, 21 lâyihayı okudu ve kararını verdi: üçüncü şık uygulanacaktı, düzen değişecekti, adını da buldu: Nizâm-ı Cedîd (Yeni Düzen). Devletin bünyesinin, yapısının değiştirilmesinin sonuçları hiç hesaplanmadı, öngörülemedi. 24 Şubat 1793’de Nizâm-ı Cedîd rejimi resmen bir hatt-ı hümâyûn ile ilân edildi.
Sultan Selim, yeniliğe ordudan başlamak gereğini biliyordu. Yeniçerilere dokunmadan, onların tepkisini çekmeden, yeni bir ordu kurmağa girişti. Bu ordudaki asker, esnaflıkla uğraşmayacak, disiplinli olacak, milletine ve subayına silâh çekmeyecekti. “Kanûnî devrindeki disiplini hâiz bir ordu, ama asrın tekniği ile de mücehhez olacaktı. Avrupa’dan subaylar, mühendisler, denizciler getirildi. Avrupa kıyafetinden mülhem üniformalar giydirildi.”
Asla unutulmaması gereken, tekrar tekrar hatırlamamızda, hatırlatılmasında kesin zaruret olan konu şudur ki: kültür istilâsı, askerî işgalden çok daha vahim, çürütücü, mahvedici bir belâdır, gönüllü köleliktir. Düşman askerleri bir ülkeyi işgal ederse, çok büyük fedakârlıklar, kayıplar pahasına da olsa, o ülke, düşman işgalinden eninde sonunda kurtulur: Fransa’nın 1830 yılında işgal ettiği Cezâyir, bir milyon şehid vererek 1962 yılında işgalden kurtulmuş, bağımsız olmuştur. Rusya’nın, sonra Amerika’nın işgal ettiği Afganistan, işgalden kurtulmuştur. Afgan halkı, “modernleşiyoruz” diyerek kendi benliğinden uzaklaşmadığı için bu mücadeleyi yürütebilmiştir.
Osmanlı’da, kültür istilâsı böylece, Devlet eliyle, farkına varılmadan, başlatılmış oluyor. Padişah’ın iyi niyetine, gayretine söylenecek söz yok: Asker, en yeni yöntemlere göre yetiştirilir, askerin eline en yeni, en etkili silâhlar verilir, asker, en sıkı disiplinle eğitilir; Ancak, görünüşte de onlar gibi olmak mecburiyeti nereden geliyor? Üniformadan etkilenmek, kültür istilâsının başlangıcı oluyor.
Bu anlayış ve tutum devam ederken Sultan İkinci Mahmud’un, Petersburg büyükelçiliğinden kaptan-ı derya olarak İstanbul’a gelen damadı Müşir Halil Rif‘at Paşa’nın; “Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmeye mecburuz” demesi, padişahı, bu değişiklik işlerinde daha şiddetli davranmaya teşvik etti.
Halil Rif‘at Paşa, herhâlde, teknikte, sanayide Avrupa’daki devletler gibi olmayı, o seviyeye gelmeyi kastediyordu. Ama, Osmanlı Devleti, kendi dinamiklerini (özgüven, İslâm’a bağlılık, cihad ruhu, dürüstlük, fedakârlık, çalışkanlık, araştırma cehdi) harekete geçirmek yerine, görünüş konularına eğildi: askerlikle ilgili okullara ağırlık verilmesi, Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Askeriyye-i Şâhâne’nin açılması gibi gerekli işler yanında Batı musikisi, piyano, bando, orkestra tiyatro, opera Osmanlı toplumuna girdi. Eskiden beri bunlar mevcuttu ama, Avrupalılar tarafından icrâ olunurdu. Şimdi, devletin resmî müesseseleri hâline getirildi. Bu okullarda da, Fransızca ders kitaplarının Osmanlı Türkçesine çevrilip, öğretimin Fransızca yerine Türkçe yapılması düşünülmedi. İlimde ilerleyelim derken, kültür istilâsına zemîn hazırladık. Apaçık bilinen bir gerçek şudur ki: ancak sömürge ülkelerinde başka bir milletin (emperyalistin) diliyle öğretim yapılır. Almanya’da, Fransa’da öğretim dili olarak İngilizcenin kullanıldığı bir yüksek okul, üniversite var mıdır? İngiltere’de, Almanca veya Fransızca’nın öğretim dili olarak kullanıldığı yüksek okul veya üniversite düşünülebilir mi?
3 Mart 1829 kıyafet kanunu, askerî ve ilmiyye sınıfının üniformaları dışındaki mülkiye sınıfı için Avrupai kıyafet düzenliyordu. Padişah dâhil, asker ve ulemâ’dan olmayan her devlet memuru ceket, pantolon, fes giyecekti. Sarık ve cübbeyi ancak ilmiyye mensubları taşıyabileceklerdi. Devlet adamlarının hepsi, padişah ile aynı görüşte değildi. Ancak korkularından ses çıkaramıyorlardı. Halk da bu inkılapların lüzumuna inanmamıştı. İkinci Mahmud’a “gâvur pâdişâh” denmiye başlandı. Aynı zamanda, bütün Müslümanlar için Halife olan, günde 40 rekât namaz kılmak durumunda olan padişahın, ve günde 40 rekât namaz kılmak durumunda olan devlet görevlilerinin pantolon giyme mecburiyetine ne buyrulur? Kültür İstilâsı böyle korkunç, fecî, tiksindirici, çürütücü bir olaydır, bir fenomendir!
Halbuki; Avrupa için zifirî karanlık Ortaçağ’da (395-1453) Medeniyet İslâm dünyasında idi ve Avrupa’ya Palermo-İtalya ve Endelüs/İspanya yoluyla geçti. Avrupalılar, gerekeni; Arap rakamlarını, sıfırı (sıfr/zero/chifre) aldılar: Arap/Kur’ân yazısını almadılar. (Avrupa’da daha önce kullanılan Roma rakamlarıyla {I, II, III, IV, V, VI, VII, VIII, IX, X, XI, XII, L, C, D} dört işlemi yapmayı bir deneyin bakalım! Meselâ 1071’i 1453’le çarpın! veya 2025 ten 1826 yı çıkarın!) Müslümanları görünüşte taklid ederek “çağdaşlaşıyoruz” diye kendilerini aldatmadılar.
TANZİMAT 1839
Tanzimat’ı ilân eden Abdülmecid, 16 yaşında idi, Mustafa Reşîd Paşa, “Tanzimat’ın hayati bir zaruret olduğunu genç padişaha gizli görüşmelerle anlatmış” idi. Sömürgeci İngiltere, o kadar çok ülkeyi zaptetmiş, türlü entrika ve zulümlerle egemenlik kurmuştu ki, topraklarında güneş batmayan imparatorluk olmuştu. Aslında, Mason Mustafa Reşid Paşa’nın yaptığı, İngiliz Efendisinin, kendisine verdiği maddeleri genç, toy Abdülmecid’e ilân ettirmekten ibarettir. Sonra da, Osmanlı tarihindeki bu en büyük kırılma, bu ülke çocuklarına, yetişmekte olan öğrencilere, “büyük, ileri atılım” diye öğretilmiştir. “Aydın” denilen, öyle sanılan diplomalılarımızın ezici çoğunluğu, hâlâ olan bitenin farkında değildir: Tanzimat ve tamamlayıcı deprem Islahat, örtülü sömürge hâline getirilişimizin köşe taşlarıdır. Türkiye, son birkaç yıldır bağımsızlık savaşı vermektedir ve diplomalılarımızın pek çoğu bunun farklında bile değildir.
***
1856 yılında ilân edilen İslâhât’la, cizye kaldırıldı, gâvura gâvur demek yasak edildi. Fethedilen, İslâm hâkimiyetine alınan bölgedeki halk, İslâm’a girmeyip de Hristiyan olarak kalmak istediğinde, Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki buyruğu uyarınca cizye öderdi:Tevbe Sûresi (9) âyet: 29. Kendilerine Kitap verilenlerden; Allah’a, Ahiret Günü’ne inanmayan, Allah’ın ve Rasûlü’nün haram ettiği şeyleri haram saymayan, Hak (olan İslâm) dinini kendine dîn edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.
Cizye, başka vergilere benzemez: sembolik değeri vardır.
Daha önce Osmanlı aydınının ikinci dili Arapça iken, ikinci dil Fransızca olmuştur. Ayrıca Edebiyat alanında Osmanlı aydını için Fars edebiyatı örnek iken artık Fransız edebiyatı örnek olmuş, Fransızca eserlerin tercümesi de çoğalmaya başlamıştır.
TanzimAt Fermânının verdiği imkânla, azınlıklar ekonomik alanda kuvvetlendiler. Yabancı sermayenin memlekete serbestçe girmesi ve onları koruması, ticaret işlerinin ellerine geçmesine sebep oldu.
İçimizdeki hâlâ uyan(a)mayanlar, bu, düşünme özürlü ‘çağdaşlar’ üstelik, kendilerinden farklı düşünenleri de suçlarlar, okulda kafalarına doldurulanla yetinerek ‘imâlât, ürün’ kalmayı marifet, ilericilik sanırlar.
Okul kitapları, hâkim olan o zihniyetle yazıldığı için, Tanzîmât ve Islâhât, “ileri atılım hareketleri” olarak anlatılır; atlımla ilgisi olmayıp, boynunu boyunduruğa uzatma, teslimiyet hareketleridir.
***
Derken Avrupa’da Nasyonalizm hareketi ile İtalya ve Almanya Birlikleri kuruldu.
Nation’un, üzerinde anlaşılmış bir tarifi yok, ona girmeyelim.
Tamamen siyâsî bir kavram olarak üretilen nasyonalizm (ki dinde yer yoktur) bize gelirken, boy abdesti aldırıldı, temizlendi: “kavmiyetçilik” diye tercüme etmedik; Arapların doğru olarak yaptıkları gibi. Yüzyıllarca, bir Avrupalı, Fas’ta veya İsfahan’da (Osmanlı hududu dışında) Müslüman olduğunda, onun için “Türk oldu” denildi, İslam’ı Türkler temsil ettiği için. Kişi Müslüman olunca da, mücadelede, tabiî olarak Türk’ün yanında yer alacaktı. Böyle, 1000 yıldır İslâm’la yoğrulmuş, şahsiyeti öyle teşekkül etmiş Türklerin devleti olan Osmanlı’ya, Nationalizm girerken, kendiliğinden, çok tabiî olarak “Milliyetçilik” diye girdi. Millet: ‘din’ demektir. Türk Milliyetçiliğinde İslâm, esas unsurlardan biridir. İslam’dan sıyrılmış Türk, suyu sıkılıp çıkarılmış, posası kakmış portakaldan farksızdır. Tamam, Müslüman bir ferd, ümmetin bir unsurudur, ama, günümüzde bile, İslam ümmetinin lideri diye Türkiye’ye bakılmaktadır. Türk sözünden rahatsız olanların, İslâm şemsiyesi altında azınlık kavmiyetçiliği hastalıkları vardır, bunu da unutmayalım. İslâmcı-Türkçü çatışması, düşüncesizliktir, ahmaklıktır. Son zamanlarda köpürtülen İslâm öncesi Türklük, millet vicdanında karşılığı, sıkleti olmayan, garnitür kabilinden bir olaydır. Tamam, Türk, köklü, tarihte çok büyük yeri olan millettir, tarihten Türk çıkarılırsa, tarih diye bir şey kalmaz, da, ne yapalım yâni, bozkır hayatına mı dönelim? Günümüz medeniyet savaşında, İslâm, en sağlam temeldir. Bu arada, kendini Türk hissetmeyen Müslüman da, “atalarım Osmanlı sâyesinde İslâmla şereflenmişler, ben de kendimi böyle, Müslüman bir çevrede buldum, bahtiyarım” diyerek, en azından, vefa duygusuyla Türk’e muhabbet beslemeli, Türk’ün İslâm konusundaki dertlerine ortak ve destek olmalıdır; belli sebeplerle İslâm cahili bırakılıp Türkçülüğe sarılmış gençlerle uğraşmak, akıl kârı değildir. Türkiye’de yalnız kripto Yahudiler yok; Müslümanlık şemsiyesi altında Türk’e karşı olan, kendini başka ırktan gören, yanlış yapanlar var. Bu tutumun altında hased var, bencillik var. “Ben Türküm” diyen Müslümanın yanında, “Ben de şuyum, buyum” diyebilir, (İslâm ümmeti içinde birçok kavim vardır, normaldir) diyebilir de, bir eksiklik hisseder. Ne yapalım? Osmanlı sayesinde Müslüman olmuş kardeşlerimizin torunları, eksiklik duyar, diye Türk olduğumuzu söylemeyecek miyiz? Türklük söylemini öne çıkaranları, yine Türkler uyarır, onları hizaya yine Türkler getirir. Başka ırktan, kavimden olup da Türkçeyi benimsemiş, Müslümanca yaşayan akıllı uslu çok kardeşimiz var, onların Türklükle hiçbir meselesi de yok. Akıllı, mâkul insan böyle yapar. Adam Türkçe konuşuyorsa, çocuğu okula gidip Türkçe öğreniyorsa, artık bu vatandaşlar Türk’tür, soyları falanca kavimden inmiş, olabilir, o, tatlı bir hâtıra olarak kalır.
***
Osmanlı’nın son zamanlarında, kendi değerlerimize dönüş hengâmında, nasyonalizm, boy abdesti aldırılarak, “milliyetçilk” olarak da revaç buldu. Osmanlı’nın Hristiyan teb’ası, nasyonalizm’i kullanıp Osmanlı Devleti’nden koptu. Bu arada Leon Kahun adlı Osmanlı vatandaşı Yahudi, Gök Bayrak başlıklı kitap yazdı, İslâmsız Türkçülük yaptı. Munis Tekinalp adını kullanan, böylece Türk olduğu zannedilen diğer bir Yahudi, Moiz Kohen de Türkçülük yaptı. Bu yahudiler kültürlü (çağdaş Batı kültürü tabii) bilgili, ve çok etkili idiler. Başka Yahudiler de Arap ülkelerinde Arapçılık yaptı. Böylece, İslam’ın iki büyük kavmi, birbirinden ayrı oluyordu, karşılıklı yanlış öğretimlerle de birbirlerine düşman yapılamasalar bile, arada soğukluk oluyordu. Türksüz, Arap elinde kalmış bir Filistin, Yahudi için çok daha iyi idi. Filistin konusunda direnen Abdülhamid Han, bunun için liderleri mason olan İttihad Terakki kullanılarak devrilmişti.
İkinci Meşrutiyet zamanında 3 ana akım hâkim oldu: İslâmcılık, Batıcılık, Türkçülük. İttihad Terakki, Türkçülüğü de denediği için, günümüzde bazı Türkçüler, bu partiyi milliyetçi zannetmekte devam ederler. Türkçülüğünde şüphe olmayan Alpaslan Türkeş’in şu sözü onları uyandırmağa yetmez: “İttihad Terakki, iyi diyorsunuz da, bir, bu partinin iktidara geldiği zamanki sınırlarımızı düşünün, bir de sonunda geldiğimiz sınırları görün (sınırlarımız 20 kat küçülmüştü).
İkinci Meşrutiyet döneminde ve daha sonra, Cumhuriyet yıllarında Munis Tekinalp çok etkili oldu: başta Fransızca olmak üzere, birkaç yabancı dil biliyordu ve Türklük adına yazılar yazıyor, aydın tabakayı yönlendiriyordu, Ziya Gökalp’in yakın arkadaşı idi. (Google’da Moiz Kohen yazın, sonra da orada, Çandarlıoğlunun yazdıklarını okuyun, iyi olur). Moiz Kohen, Türklük adına yapılan, aslında Batıcılık olan, milleti kendi değerlerinden uzaklaştıran ideolojinin beyni olmuştur:
Rahmetli Alev Alatlı Hanım, İmam-Hatip veya İlâhiyât mezunu değildi, Kur’ân kursu öğrencisi de olmadı, her hangi bir İslâmî cemaate de katılmadı. Bir subay kızı idi, Atatürk’e rahmet dilenmesini isterdi, Japonya’da büyümüş, okumuş, Amerika’da okumuş, birkaç yabancı dil bilen bir entelektüel idi.
Alev Alatlı’nın bu beyanı, aslında her şeyi, içine sokulduğumuz durumu çok güzel açıklıyor. Okul kitaplarımızı hangi emperyalist zihniyet, sömürgesindeki okullardakine benzer şekilde hazırlatmış, 3 nesil, 4 nesil böylece nasıl kendi değerlerine yabancı olarak imal edilmiş, çok güzel anlatıyor. Yapılanlar, tam da Yahudi’nin işine gelen işler. Munis Tekinalp Fransa’da 1961 yılında öldü. Cenazesi sinagogtan kaldırıldı. Yine onun soyundan geldiği anlaşılan İlhan Tekinalp Türkiye’de öldü, Milliyet gazetesinde çıkan ölüm ilânında “Büyük Türk Milliyetçisi” olduğu belirtiliyordu, eşinin adının Lydia olduğuna, (diğer yakınları da öyle) dikkat edenler, cenazesinin İstanbul’daki bir sinagogtan kaldırıldığını okuyanlar, Yahudi olduğunu fark etmişlerdir. İslâm için Arap kültür” falan diye saçmalayanların üstadları, akıl hocaları bu Yahudilerdir. Bir de okuma ve düşünme özürlü bazı Türkçüler bu işin farkında değillerdir.
Şen olasın Bayburt!
Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu, Kırmızlar