Suç” ilk insanla hayatımıza girmiştir. Etki-tepki kavramı çerçevesinde; onun caydırıcısı olarak “Ceza” da ayı şekilde yer almıştır. Demek oluyor ki, bunlar insanla birlikte vardır ve insanoğlunun bir parçası halindedir. Yaratılış itibariyle meseleye önce böyle bakmak gerekiyor. Hz Âdem’in ‘Yasak Meyve’yi yemesi bir suçsa, ‘Cennetten çıkarılması’ da bir ilahi ceza olarak düşünülmelidir. Kuran da bunu böyle değerlendiriyor. Ki, bunun daha somut örneği, bu ilk insan ve ilk Yüce Peygamberin oğulları Habil ile Kabil’in çatışmasıdır. Kabil kardeşi Habil’i öldürdüğü için cennetten çıkarılarak cehennemle cezalandırılmıştır. Suç’un ve ceza’nın ortaya çıkışı ilk insanlığın tarihinde bunlarla başlar.

Hidayet ortamında böyle görülen bir tavır, insanlığın varlığından bugüne devam edegelmiştir. Mesela, Peygamber kavimlerinin de suç ve ceza kavramına muhatap olduklarını biliyoruz. Lut kavminin ağır suçuna karşılık Sodom ve Gomore’de topluca cezalandırılması Kuran’da genişçe anlatılır. Keza Nuh Tufanı da böyle bir suç ve ceza kavramı içinde gerçekleşmiştir. Hz. Musa’yla mücadele eden Firavun’un ve onun muakkiplerinin de Yüce Yaratıcı tarafından denizde boğularak cezalandırılması da önemli bir uyarı olmalıdır.

Burada “Suç ve Ceza”nın kronolojik seyrine girmenin bir faydasının olacağını sanmıyorum. Aslında ceza, suç eğilimini önlemek için bir uyarı, daha doğrusu bir caydırıcı mekanizmasıdır. Ne var ki, tolumda suç işlendikten sonra koruyuculuk vasfını kaybetmiş olarak uygulanıyor.

İlk kavimlerden günümüze doğru bu kavramların yer alış şekli üzerinde duracaksak 15. asırda iki figür var, ondan söz ederek günümüze gelmek istiyorum. Hukukta keyfilik olmaz, olamaz! Bakınız, bunun en çarpıcı örneğine; İlki İngiltere-Fransa savaşlarında Fransa adına önemli görev yapan Jan Dark’tır. Bu genç bayan, İngilizler tarafından kendi hesaplarına çalışmadığı için suçlu bulunmuş ve 1531’de 19 yaşında iken İngiliz Hıristiyanlığında hain ilan edilmek suretiyle yakılarak cezalandırılmıştır. Fransız Hıristiyanlığında ise bu genç Bayan ‘Azize’ ilan edilmiştir. İki devletin de kullandığı ana gerekçe ise adalettir!

Diğeri ise Fatih’in Veziriazamı Çandarlı Halil Paşa’dır. İstanbul’un fethinde Bizans hesabına hareket ettiği gerekçesiyle 1929 tarihinde idamla cezalandırılmıştır. Devletin bekası açısından meseleye bakarsak, böyle bir uygulamanın haklı gerekçelerini bulmamız mümkündür. Çünkü İslam kültüründen gelen, Hz. Ömer’e ait bir önemli kavram vardır; “Adalet mülkün temelidir” diye. Burada ‘mülk devlettir’ tabii. Hukukun ruhu bu kavramdan kesinlikle uzaklaştırılamaz! Bu iki olay, ihmalin bile ihanet olarak algılanabileceği toplumların hassasiyetini göstermesi bakımından dikkate alınması gereken örneklerdir.

GÜNÜMÜZDE SUÇ VE CEZA

Edebiyat tarihimizde “Suç ve Ceza” kavramı üzerinde arzu edilen seviyede durulduğunu, bunun sebep ve sonuçlarının irdelendiğini düşünmüyorum. Otoriter bir siyasi erk, aşağıdaki örneklerinde görülebileceği gibi, istediğine istediği suçu yakıştırabilir. istediğine de istediği cezayı dahi verdirebilir. Bu “Adalet” kavramının keyfiliğine alet edilmenin işareti olmalıdır. Bizim ve dünya edebiyat tarihinde bunun sayısız önekleri vardır. Bir düşündürücü misal olması bakımından Necip Fazıl Kısakürek ile Nâzım Hikmetin diyaloguna bakabiliriz:

“Nâzım Hikmet Sultanahmet cezaevinde hapiste iken Necip Fazıl ziyaretine gider. Necip Fazıl, Nâzım’la konuşurken şunu söyler:

‘Nâzım benim rejimim olsa seni asardım, fakat bu hiçlik rejiminde, milli şef döneminde senin sürünmeni istemedim. Onun üzerine ziyaretine geldim.’

Nâzım Hikmet de şu karşılığı verir:

‘Benim rejimim olsa ben de seni asardım, sonra da darağacının başında ağlardım, seni anlıyorum. Bil ki bu soylu tarafını daima takdir edeceğim.”

Edebiyatçının suça ve suçluya bakışındaki üslup budur.

Otoriter rejimler, kendilerine göre suç kavramı oluştururlar ve bununla da insanları cezalandırabilirler. Bu ceza anlayışı, onların varlıklarının ana sebebidir. Ancak bu, gerçek anlamıyla adalet kavramı içerisinde yer alabilir mi? Buna bakmak gerekir? Çünkü edebiyatçı ve kültür adamı somut neticesi olan bir suçun işleyicisi değildir. Yazar ve yazdıklarında kendine göre gördüğü eğrileri anlatır, yine kendine göre doğrularını savunur.

Yukarıda diyaloglarını verdiğimiz iki isim; Necip Fazıl ve Nazım Hikmet bunun tartışılmaz örnekleridir. İkisi de dönem rejiminin baskıcı anlayışına karşıdırlar. Birisi, İslam’ı, öbürü ise ütopik olsa da Maksizm’i savunmaktadır. Ne yazık ki, birisi mahkûm edilmiş olarak, öbürü ise Rusya’ya sığınarak hayatlarını kaybetmişlerdir.

Düşünceye ve düşündüğünü eyleme dönüştürmeden konuşan ve yazan insanlara karşı otoriter bir adalet sopası rejimlerin korkak tarafını gösterir. Hâlbuki korku üzerine inşa edilmiş bir ahlak anlayışı insanı, dolayısıyla o insanlarla çoğalan toplumu felç edebilir. Ayrıca güçlülerdeki benlik ve gurur da otoritenin elinde kırbaç halini alırsa önce kendisine, sonra hükmettiği insanlara zarar verir, hatta bir sosyal felakete dönüşebilir.

Türkiye, hatta dünya maalesef, bu çemberden kurtulamamıştır. Bakın ilginç bir örnektir; Düşüncede Necip Fazıl’ın çizgisinde olan ve onun yazıp söylediklerini savunan Yazar Salih Mirzabeyoğlu yargılanır ve idama mahkûm edilir, hukuk sistemimizde idam kaldırıldığı için cezası daha sonra ömür boyu hapse çevrilir. 16 yıl cezaevinde kaldıktan sonra, aynı suçlamayla yeniden yargılanır ve bu defa berat eder. İsnat edilen suç değişmemiştir, hukuk aynı hukuk, gerekçeler aynı gerekçedir, ancak yargılayanlar ve onların kanaati değişmiştir. Yargılamadaki anlayış farkı bir insanı nerelere sürükleyebiliyor? Bunun adına da biz hukuk ya da adalet diyoruz!

Baas rejiminin içyüzü ve Sednaya cezaevi Baas rejiminin içyüzü ve Sednaya cezaevi

Otoritenin bu kavramlara bakışı açısından önemli bir örnektir:

“Necip Fazıl, 'Vatan Haini Değil-Vatan Dostu Vahidüddin' adlı kitabında, Sultan Vahdettin'in, Mustafa Kemal'e yüklü miktarda para yardımı yaparak Kurtuluş hareketini başlatmak üzere Anadolu'ya gönderdiği anlatılıyor. Vahdettin'in, Anadolu'da başlayan kurtuluş hareketinin başarıya ulaşması için İstanbul'da ulemayı toplayarak nasıl dua ettirdiği de kitapta ayrıntılarıyla yer alıyor. Necip Fazıl bundan dolayı yargılanır, oluşturulan bilirkişi raporlarında eserde suç unsuru olmadığı raporu verilmesine rağmen, suçlu görülür ve cezalandırılır. 12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkûmiyet kararı 1982 yılında Yargıtay tarafından onanır. Fakat kararın infazı 4 ay tehir edilir. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu, Necip Fazıl’ın Anayasa’da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e bir rapor verir. Ancak Evren, bu rapora itibar etmeyerek Necip Fazıl’ı affetmez; verilen cezasının infazı yönünde talimat verir. Necip Fazıl, 1983 yılında hapse girmesine az bir zaman kala, son padişah Vahdettin’i savunduğu için mahkûm olarak vefat etti.”

İşin ilginç yanı; bir kanaatinden dolayı Necip Fazıl’ı affetmeyen dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, daha sonra aynı hukuk sistemi içerisinde ‘Ankara 10. Ceza Mahkemesinde’ yargılanarak rütbesi orgenerallikten erliğe düşürülmüş ve müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır.

Suç kavramı ile ceza kavramının birbirinin takipçisi olması bakımından bu örnek tek değildir; Toplu kıyımların yaşandığı Fransız ihtilalı, arkasından Rusya Bolşevik ihtilalı, Mao’nun Kızıl Çin’deki devrimi milyonlarca insanın hayatına mal olan bir yargılama rezaleti değil midir? Bir adamın yetişmesi için onlarca yıl fedakârlık gösteren devlet, kendine göre istikametini kaybeden adalet kavramıyla oluşturduğu hukuk düzeni ile bu tür uygulamalarla onu birkaç saat içerisinde, üstelik en acımasız bir şekilde, mahkûm, hatta yok edebiliyor.

Belki bir tamamlayıcı örnek olacaktır: Fransız monarşisinin yıkılmasını sağlayın ihtilalının öncülerinden Georges Jasgues Danton, Adalet Bakanlığı da yapmış olmasına rağmen, giyotinle idam edilir. İdama götürülürken onun çok anlamlı bir ifadesi vardır, “İhtilal Satürn gibidir, kendi çocuğunu yiyor”, der. Dostoyevski. Rus Kralı l. Nikola’ya muhalefetinden dolayı yargılanıp idama mahkûm edilir, kurşuna dizilmek üzereyken daha sonra cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrilir. Bu cezasını tamamladıktan sonra yayın hayatına yönelir. Onun “Suç ve Ceza” romanı bu dönem sonrasında yazılan bir dünya klasiğidir. Bu ülkenin Başbakanı Adnan Menderes, döneminin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan olur olmaz suçlamalarla idama mahkûm edilerek asılmak suretiyle cezalandırılırlar. Bu olaylar, genellikle siyasi elitlerin, kültürel dinamikleri pek anlayamadıklarını gösterir. ‘Suç ve Ceza’ kavramı, otoriter rejimlerde kendi doğrularına göre şekillenecekse, düşünen ve yazan buna uymaya mecburdur, uymazsa bedelini ödemek zorundadır. Güdümlü edebiyat ve kültür de galiba böyle doğruyor işte!

Muhsin İlyas Subaşı

Bizim Külliye Dergisi, 102. sayı, 25 Kasım 2024