Yazılarımızda zaman zaman İslam’ı ve Kuran’ı tahrif edenlere (İslam’ın ve Kuran’ın mana ve mahiyetini bozanlara) işaret ediyor, ebedî hayatımızı tehlikeye atan bu yol kesicilerin şerrinden Müslüman kardeşlerimizi sakındırmaya çalışıyoruz.

Kuran’a ve İslam akaidine ters düşen birçok yanlış yapan bu şahıslardan biri de Mehmet Okuyan’dır.

Geçtiğimiz aylarda bir yazı serisi içinde onun bir kısım yanlışlarını gündem etmiştik.

Kurban Bayramını idrak ettiğimiz bugünlerde adı geçen şahsın, Müslümanların kurban ibadetini mesnetsiz kılmaya yönelik bir videosuna daha rastladım.

Bu videoda Okuyan kurbanın mesnedi ve hikmeti demek olan Hz. İbrahim’in (a.s.), oğlu İsmail’i (a.s.) Allah yolunda kurban etme teşebbüsüne dair, Kuran’a ve İslam’a uymayan birtakım yanlış yorumlar yapıyor ve kurban kesmenin de “farz” olduğunu söylüyor.

Onun “Kurban bana göre farzdır” demesini başka bir yazıda değerlendireceğiz.

Bu yazımızda, Hz. İbrahim’in (a.s.) , oğlu Hz. İsmail’i (a.s.) kurban etmesiyle ilgili büyük imtihanını anlatan ayetleri, “tefsir(!)” adı altında saptırmasını ele alacağız.

Okuyan,

- Allah’ın Hz. İbrahim’e (a.s.) “Oğlunu kes” diye bir emri olmadığını,

- Hz. İbrahim’in söz konusu rüyayı, “o devrin cahiliye adetlerinin etkisinde kalarak” gördüğünü,

- Bu rüyanın etkisiyle tam haksız yere oğlu İsmail’in canına kıyacakken bunun Allah tarafından engellendiğini,

- Ve bu hadise üzerinden de Allah’ın kullarına “rüyayla amel olmayacağını” öğrettiğini iddia ediyor.

Onun bu iddialarını seslendirdiği videoları birden fazla olup herkesin kolayca ulaşabileceği yakınlıktadır. Dileyen bizzat dinleyerek teyit edebilir.

I- NÜBÜVVETİ ANLAYAMAMAK YAHUT BİLEREK MANASINI TAHRİF ETMEK

Hz. İbrahim (a.s.) ulû’l-azim beş peygamber içinde -Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra- ikinci sırada gelir. Allah’a olan teslimiyet ve bağlılığı sebebiyle “Halilullah / Allah’ın dostu” unvanına mazhar olmuştur. Onun bu hususiyeti Kuran’da muhtelif sure ve ayetlerde anlatılır.

Bütün peygamberler vahyin kontrolünde tutulup her türlü kötülük ve yanlıştan korunmuşlardır.

Amentümüz içinde yer alan “ve rusuluhi” maddesinin gereklerinden biri de peygamberlerin “ismet” sıfatına inanmaktır. İsmet, günahlardan korunmuşluk, masumluk anlamına gelir.

Ancak yine itikadımıza göre Peygamberlerden “zelle” denen küçük sürçmeler zuhur edebilir. Bunlar da Allah tarafından vahiy yoluyla düzeltilir.

Buna göre bir peygamberin cahiliye adetlerine alet olması, bâtıl geleneklere kapılması ve hele hele haksız yere bir cana kıymak gibi bir zulüm ve cürüm işlemesi muhaldir, mümkün değildir.

Hal böyleyken M. Okuyan akla zarar bir şekilde, muhtemelen o dönemde çocukların öldürülmesi diye bir adet olduğunu, Hz. İbrahim’in de içinde bulunduğu bu toplumun adetlerinin etkisinde kaldığını, dahası bir “psikolojik şartlanmışlık” bir “mahalle baskısı” bir “mobbing (yıldırma, bezdirme politikası)” neticesinde böyle bir rüya görüp rüyasını gerçekleştirmeye kalktığını iddia etmektedir.

Evet, bu nitelemeleri Hz. İbrahim (a.s.) gibi ulû’l-azim bir peygamber hakkında yapmaktadır.

 Hâlbuki başka bir videosunda yine Hz. İbrahim’den (a.s.) bahsederken şöyle diyor:

“Hz. İbrahim’in Kuran’daki yeri çok önemlidir. Diyebiliriz ki Kuran’da bir Hz. İbrahim üniversitesi vardır.”

Hz. İbrahim (a.s.) hakkındaki bu iki farklı değerlendirmenin birbirine nasıl ters düştüğü açık değil mi?

(Hâşâ) mahalle baskısına yenilen, toplumun çirkin geleneklerine tavır alamayan, doğru bildiklerinin arkasında dirayetle durmaktan aciz bir şekilde kendisinden beklenen rolü gerçekleştirmeye mahkûm olan biri, nasıl bir mektep olur ve insanlığa karakter eğitimi verebilir?

 Böyle çelişkilere düşmek Okuyan için bir sorun teşkil etmiyor olsa gerek!

Onun Hz. İbrahim’le (a.s.) ilgili kullandığı bu menfur ifadeler, o yüce Peygamberin ruhunu inciten ve ona saldırı niteliği taşıyan hezeyanlardır.

Bu nitelemelerle Hz. İbrahim (a.s.), -hâşâ!- doğruyu yanlışı ayıramayacak kadar cahil, evladının canına kast edecek kadar da zalim bir adam konumuna düşürülmektedir.

Bu, açıkça peygamberlerin vahiyle hareket ettiği gerçeğini inkâr etmek anlamına gelir.

Okuyan’ın bu yaklaşımında ciddi bir yanlışı da ayetlerde Allah’ın “Oğlunu kes” emri olmadığını söylemesi, fakat yorumlarını bu emrin varlığı üzerine bina etmesidir.

Hâlbuki insaflı ve hikmete biraz olsun vâkıf olan bir ilim adamı, burada Allah’ın “Oğlunu kes” diye bir emri olmadığını söyledikten sonra, rüyadaki bu kurban olayının sebep ve hikmetine yoğunlaşmalıydı.  Ama o bunu yapmadı.

İleride anlatacağımız üzere bu hikmet, Hz. İbrahim’in sadakat cihetiyle imtihan edilmesidir. Zaten bu hikmet ilgili ayetlerde (Bak: Saffat: 106.) açıkça belirtilmektedir.

Esasen Hz. İbrahim’in (a.s.), oğlu Hz. İsmail’i (a.s.) Allah’a kurban etme mantığındaki incelik ve hikmetler, İslam’daki kurban ibadetinin mana ve mahiyetini de ihtiva etmektedir.

Ama böyle hayırlı ve isabetli bir yorum Okuyan gibi tahrifatçılara nasip olmaz.

II- NÜBÜVVET VE RÜYA

Okuyan Saffat Suresindeki bu konuyla ilgili tam on iki ayetin (Saffat: 100 – 111.) işaret ettiği mana ve muradı ortaya koyamadan, bu ayetlerden tek bir sonuç çıkarıp “Rüyayla amel olmaz!” diyor. Hatta “Rüyayla vahiy gelmez, gelse de tekrar vahiyle doğrulanması gerekir” diyebiliyor.

Öncelikle bir Peygamber rüyasını asılsız bir şey gibi göstermek, yanlış ve hatta itikaden tehlikelidir. Çünkü rüya peygamberliğin kırk altıda bir cüzüdür.

Peygamberimizin yirmi üç yıllık nübüvvet hayatının ilk altı ayı sadık rüyalarla geçmiştir. Yirmi üç yılda kırk altı “altı ay” olduğuna göre, sadık rüya peygamberliğin kırk altıda bir cüzü olmaktadır.

Bir bütünün bir cüzünü inkâr etmek tamamını inkâr sonucunu doğurur. Dolayısıyla rüya nübüvvetten bir cüz olduğuna göre, Peygamber rüyalarının asılsız gösterilmesi kişiyi nübüvvetin tamamını inkâra sevk eder. İşte Peygamber rüyalarının asılsız kabul edilmesinin doğuracağı en büyük tehlike budur.

Evet, rüya ile amel edilemeyeceği de bir gerçektir. Ama Peygamber rüyaları bu kaideye dâhil edilemez. Bunu aşağıda izah edeceğiz.

Sair insanlar için rüyayla amel edilememesinin sebebi, rüyanın asılsızlığıyla değil, mahiyetiyle ilgilidir.

Bu sebeple birçok hadis-i şerif, rüyaların tabire muhtaç olduğunu anlatmaktadır. İmam Gazali rüya ile amel edilemeyeceği gerçeğinin izahını şöyle yapar:

Rüya âlem-i mana ile ilgili bir olaydır. Ancak kişi mana âleminden şehadet âlemine (dünyaya) dönüşünde, yani uyanışında, rüyadaki mana ve mahiyetin sembolleri değişikliğe uğramakta, farklılıklar meydana gelmektedir. İşte bundan dolayı prensip olarak rüya ile amel edilemez. Bu genel hükümdür. Bununla birlikte aşağıda hadisler ışığında ifade edileceği üzere, müminlerin ayan beyan çıkan sadık rüyalar görebileceği de bir gerçektir.

Peygamber rüyalarına gelince:

Rüya, nübüvvetten bir parça olması dolayısıyla peygamberleri bağlar. Peygamberlerin hayatında vahyin bir şekli de rüya yoluyladır.

Peygamberimize (s.a.v.) rüya yoluyla vahiy gelmesi ilk altı aydan sonra da devam etmiştir.

İmran b. Husayn (r.a.) der ki:

“Rasûlüllah uyuduğu vakit kendiliğinden uyanmadıkça uyandırmazdık. Zira biz uykusu esnasında kendisine (vahiy mi nâzil olur, başka bir hal mi ârız olur) ne olacağını bilmezdik.” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 256)

Peygamberlerin rüyaları, uyanıkken kendilerine gelen vahiy mesabesindedir. İbn Abbas ve benzeri bazı âlimler, peygamberlerin rüyalarının vahiy olduğunu, uyanıkken aldıkları vahiyden farkının olmadığını söylemişlerdir. (Bkz. ez-Zemahşerî, IV/51; İbn Kesîr, el-Bidâye, I/157; Yazır, VI/4062.)

Bununla birlikte rüyada gelen vahyin vahy-i gayri metluv olduğu, yani Kuran ayetlerinin bu yolla gelmediği de hâkim görüştür.

Kuran’da rüyalarından bahsedilen bütün peygamberlerin bu rüyalarının gerçekleştiği görülmektedir.

Mesela Peygamberimizin (s.a.v.) Fetih Suresinde zikredilen rüyası onlardan biridir.

Allah, Hz. Peygamberin (s.a.v.), Mekke’ye gireceklerine dair gördüğü rüyayı doğru çıkarmış ve Müslümanlar, rüyada görüldüğü üzere Mekke’ye girmişlerdir.

Ne var ki bu rüya sahabenin beklediği gibi o sene gerçekleşmemiş, Hz. Ebubekir (r.a.) “Allah Rasulü bize rüyasında bu sene Mekke’ye gireceğimizi gördüğünü söylemedi ki! İnşallah önümüzdeki yıllarda olur!” diyerek onların bu durum karşısındaki şaşkınlıklarından kurtulmalarına vesile olmuştur.

Sadece bu olay bile rüya gerçeğinin nübüvvetten bir parça olduğunu ispat etmektedir.

Kuran’da zikredilen bir başka Peygamber rüyası da Hz. Yusuf’un (a.s.) rüyasıdır.

Hz. Yusuf, babası Hz. Yakub’a, “Babacığım, ben (rüyamda) on bir yıldız, güneş ve ayı gördüm; bunların bana secde ettiklerini gördüm” demiş; babası da ona, “Yavrucuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır! Böylece Rabbin seni seçecek ve sana olayların (düşlerin) yorumundan bir şeyler öğretecektir.” (Yusuf: 4-6.) diye cevap vermiştir.

Bilindiği gibi uzun yıllar sonra bu rüya aynen çıkmış, kendisi Mısır hazinesinin başındayken babası ve kardeşleri makamında onun huzuruna çıkmışlar, Hz. Yusuf gördüğü o rüyayı hatırlayarak “Babacığım, işte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur, Rabbim onu gerçekleştirdi” demiştir. (Yusuf: 100.)

Esasen Hz. Yusuf’un (a.s.) kendi adını taşıyan bu surede anlatılan hayatı baştan sona, gördüğü bu rüyanın tahakkuk etmesinden ibarettir.

Kuran’da haber verilen çıkmış rüyalar sadece Peygamber rüyalarından da ibaret değildir.

Hz. Yusuf’un zindan arkadaşının rüyası, Mısır Kralının Hz. Yusuf (a.s.) tarafından önce yedi yıl bolluk, sonra yedi yıl kıtlık olacağı şeklinde yorumlanan rüyası, çıkmış rüyalara misaldir. Kralın gördüğü rüya hakkında yorumcular “adğâsu ahlâm” (karmakarışık saçma rüyalar) dedikleri halde, Hz. Yusuf bu rüyayı tabir etmiş ve tabir ettiği gibi de çıkmıştır.

M. Okuyan’ın, Hz. İbrahim’in rüyasıyla ilgili ayetlerden (hâşâ) rüyanın asılsızlığı sonucunu çıkarması hem Kuran’ı anlamadığını, hem akaid bilmediğini, hem de nübüvvet gerçeğini idrak edemediğini, şayet idrak ediyorsa da ayetleri bilerek saptırdığını göstermektedir.

Rüyayla amel olmaz diyen M. Okuyan’a sorarız:

İslam’ın en büyük şiarlarından biri olan ezanın teşri kılınmasının ardında, iki sahabinin (Abdullah b. Zeyd ve Hz. Ömer’in) gördüğü rüya yatmıyor mu?

Keza Peygamberimizin, bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen Kadir Gecesini Ramazanın son yedi günü içinde aramamızı tavsiye etmesinin sebebi de yine bazı sahabilerin bu yönde gördükleri rüyalar değil midir? (Buhârî, Kitabu't-Teheccüd 21, Leyletü'l-Kadr 2; Müslim, Kitâbu's-Sıyâm 40.)

Salih / sadık rüya, bütün müminlerin nasiplenebileceği bir mazhariyettir.

Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Nübüvvetten ümmete yalnız mübeşşirat kalmıştır.”

“Mübeşşirât nedir, ya Rasûlüllah?” diye sorulduğunda da şöyle cevap verdi:

“Salih rüyalardır.” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, 4 / 34.)

Yine şöyle buyurdu:

“Kıyamet yaklaşınca (ahir zamanda) müminin rüyası yalan çıkmaz.” (İbn Mâce, Rüya; 9.)

Nitekim Yunus: 62 - 64. ayetlerde evliyaullah anlatılırken, onların iman edip takvaya erenler olduğu vurgulanır ve bunlara dünya ve ahirette müjdeler geldiği haber verilir.

Müjdelerden maksat, hadiste haber verilen “mübeşşirat” kabilindendir.

Bütün bu gerçekler rüyanın nübüvvetin gereği olduğunu ve hakikat membaından yansıdığını göstermektedir. Peygamberlerin dışındaki Müslümanlar için rüyayla amel olmaması fıkhî bir gerçektir, bu da Gazali’nin yukarıda anlattığımız izahına binaendir.

O halde kim Peygamberlerin rüyalarının da vahiy olduğu gerçeğini hafife alır veya asılsız gösterip inkâra kalkışırsa, Kuran’a, Sünnet’e ve İslam ulemasının ortaya koyduğu nazarî ve tecrübî gerçeklere muhalefet ediyor demektir. Ve bu büyük bir sapkınlıktır.

III- İMTİHAN NÜKTESİ VE KURBAN

Hz. İbrahim’in (a.s.), oğlu İsmail’i (a.s.) Allah’a kurban etmesiyle ilgili rüya olayında, Allah’ın ona açıkça “Oğlunu kes” şeklinde bir emri olmadığı, ama bu rüya içinde bir imtihan sırrı gizli olduğu bir gerçektir. Saffat Suresindeki ayetler de bunu anlatmaktadır. Saffat: 106’da şöyle buyrulur:

“Bu, kesinlikle apaçık bir imtihandı.”

M. Okuyan işte bu kadar açık bir şekilde gözünün önünde duran bir ayeti görmemektedir.

Söz konusu bu on iki ayette anlatılan şey, Hz İbrahim’in (a.s.) sadakat ve teslimiyetinin ispatı ve bu örnekle insanlardan sadık olanlarla münafık olanların ayırt edilmesi olayıdır. Asıl nükte budur. Okuyan eğer bu nükteyi görememişse bu bir nasipsizliktir, cehalettir. Şayet görmüş de bunu ortaya koymamışsa bu da hakikati gizlemektir veya maksatlı bir davranıştır.

Okuyan Kuran’ı tahrif anlamına gelen iddiasını ispatlamak için aklınca yine Kuran’dan delil getiriyor ve “haksız yere bir cana kıymak”la ilgili ayeti (Maide: 32.) zikrediyor.

Yani demek istiyor ki Hz. İbrahim’in rüyası (hâşâ) rahmanî bir rüya olamazmış, öyle olursa “haksız yere bir cana kıymayın” emrine ters düşmüş olurmuş. Allah’ın emirleri arasında çelişki olmayacağına göre demek ki bu rüya kendisiyle amel olunması gereken bir rüya değilmiş…

Doğrusu bu da çok ibretlik bir yaklaşımdır.

O, şu gerçeği ya bilmemekte ya da kavrayamamaktadır.

İslam’da meşruiyetin kaynağı Allah’ın emir ve yasaklarıdır.

Bir şeyi emretmek / farz kılmak veya yasaklamak / haram kılmak, ancak Allah’a mahsustur. Bir de elbette Allah’ın kendisine verdiği yetkiyle Hz. Peygamberin de teşri (helal - haram koyma ) yetkisi vardır.

Bunun dışında hiç kimse helal - haram belirleyemez, kendi kafasına göre meşruiyet veya yasak tanımlayamaz.

Mesela haksız yere insan öldürmek cinayettir, hem de günah-ı kebâir denen büyük günahların en büyüğüdür.

Fakat haksız yere bir adam öldürüldüğünde kısas uygulanması ise Allah’ın emridir ve adaletin gereğidir. ( Bak: Bakara: 178. )

Buradaki “cana kıyma”, meşruiyetini Allah’ın emrinden alır.

Allah (c.c.) Tevbe: 111’de müminlerden cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın aldığını haber vermektedir. Görülüyor ki burada da canın Allah yolunda feda edilmesi vardır.

Meşruiyetin kaynağının Allah’ın emri olduğunun en güzel delillerinden biri, yine Hz. İbrahim’in (a.s.) hayatındadır.

Hz. İbrahim, hanımı Hz. Hacer validemizi ve oğlu İsmail’i, kuş uçmaz kervan geçmez bir yere -Mekke’de Kâbe’nin olduğu yere- tek başlarına bıraktı ve geri döndü. Ne yiyip ne içerler, vahşi hayvanlara yem mi olurlar diye düşünmedi. Şimdi bu normal şartlar altında makul karşılanacak bir davranış mıdır? Ama Hz. İbrahim’in bunu yapmasının sebebi Allah’ın emri idi.

M.Okuyan kurban meselesine “psikolojik baskı altında görülmüş bir rüya” diyor. Peki anlattığımız bu hadisede (Hz. İbrahim’in, hanımını ve çocuğunu Mekke’ye bırakıp dönmesinde) bir rüya söz konusu mu? Değil. Bunu nasıl açıklayacak o zaman?

Hâlbuki hadise son derece açıktır. Peygamberlerin vahiyle hareket ettiklerini kabulde sıkıntı çekmeyen bir insan için sorun yoktur. Yani aslında bütün mesele nübüvveti kabul noktasında düğümlenmektedir.

Yine bir kuraldır ki, her mümin imanının kemali ve gücü nispetinde ağır ve zor imtihanlarla denenir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrut tarafından ateşe atılması, onun canıyla imtihanıdır. Oğlu İsmail’in (a.s.) kurban edilmesi olayı ise onun evladıyla olan ağır imtihanıdır.

Keza az evvel bahsettiğimiz gibi, Hz. İsmail’i ve annesi Hacer validemizi birlikte Mekke’de bırakıp dönmek zorunda kalması da onun, ailesiyle imtihanıdır.

Hz. İbrahim (a.s.) güçlü imanı ve teslimiyeti, sadakat ve itaati yönüyle insanlığın en büyük örneğidir. Çünkü bütün bu ağır imtihanlardan Allah’a olan teslimiyeti sayesinde başarıyla çıkmıştır.

Okuyan’ın saptırdığı Saffat suresindeki ilgili ayetler de zaten bu gerçeği anlatmaktadır.

Şöyle ki:

- 100 – 101. Ayetlerde Hz. İbrahim’in (a.s.) evlat isteğinde bulunduğu duasının kabul olduğu,

- 102 – 105. Ayetlerde Hz. İbrahim’in (a.s.) rüyası ve bu rüyayı uygulayarak sadakatini ispat ettiği,

- 106. Ayette bu zor ve ağır imtihanın, samimi kişilerin, sadıkların münafıklardan ayrılması için yapıldığı anlatılır ki bu hususta Baklî şöyle demiştir:

“…Çünkü gerçek anlamda bu hadiseden amaçlanan manevi derecelere ulaşmak ve hakikat sırlarına ermektir. Bu ise Allah’a olan yakınlığı artıran en büyük değerlerden sayılır.”

Harirî de şöyle demiştir:

“Sıkıntı üç çeşittir: Allah’a karşı olanlar için intikam ve ceza; Hak yolda olanlar için arınma ve kefaret; veli ve sadık kullar için ise bir çeşit imtihandır.” (Ruhu’l Beyan c: 7, s: 142. 106. Ayetin tefsiri)

- 107. Ayette Allah yolundaki müminlerin aslında canlarını Allah’a kurban etmeleri gerektiği, ama Allah’ın bunu yasakladığı, onun yerine cana bedel olarak hayvanların kurban edilmesinin emredildiği, Hz. İsmail’in (a.s.) canına bedel, bir mucize olarak gökten büyük bir koç gönderilmesinin bunun delili olduğu,

- 108. Ayette Hz. İbrahim’in kıyamete kadar bu sadakat ispatı dolayısıyla güzel bir şekilde anılacağı,

- 109. Ayette onun bu hareketiyle Allah’ın selamına mazhar olduğu,

- 110 – 111. Ayetlerde de Hz. İbrahim (a.s.) gibi sadakatin ispatı tarzında güzel iş yapanların böyle mükâfatlandırılacağı, Hz. İbrahim’in gerçek mümin kullardan olduğu anlatılır.

Ama ne hazindir ki ayetlerde açık olan bu manaları M. Okuyan görememiştir. Çünkü kalplerinde illet olanların gözleri hakkı görmez, görse de eğri büğrü görür.

Bu ayetlerde bir mana daha var ki, Kuran’daki başka ayetler bunu açmaktadır.

Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu Hz. İsmail’in (a.s.) neslinden hidayet önderlerinin geleceği, büyük imamların yetişeceği haber verilmektedir.

Nitekim Hz. İbrahim’in (a.s.) ayetlerde yer alan duasında, Allah’tan kendi neslinden önderler ve imamlar istediği, hatta büyük bir peygamber ve ona nasip olmuş kalabalık ve büyük bir ümmet dilediği haber verilmektedir.

Allah onun duasını kabul etmiş ve Hz. İsmail’in (a.s.) soyundan ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) göndermiş ve ona insanlık tarihinin en büyük ümmetini nasip etmiştir. İşte bu Hz. İbrahim’in (a.s.) iman ve teslimiyet dolu kalbiyle ve onun tercümanı olan mübarek diliyle yaptığı duanın bereketidir.

M. Okuyan’ın bu büyük gerçeği de anlaması ve ifade etmesi gerekirdi. Ama ne yapalım ki nasip değil.

Bu büyük gerçeği Peygamberimiz (s.a.v.) şu mübarek sözüyle anlatmaktadır:

“Ben iki kurbanlığın oğluyum.” (Hakim, Müsredrek II / 554.)

Bu iki kurbanlıktan biri Hz. İsmail (a.s.), diğeri de Peygamberimizin, dedesi Abdulmuttalib tarafından kurban adanan, babası Abdullah’tır. Bilindiği gibi Abdulmuttalib bu adağına karşılık yüz deve fidye vermiştir.

Görülüyor ki Hz. İsmail (a.s.) olayının direkt Resul-i Ekrem Efendimizle (s.a.v.) de münasebeti vardır. Bu ilgiyi anlamak, Kuran’daki bütünlüğü anlamanın gereğidir. Ama bu da tahrifatçılara nasip olmaz.

Okuyan Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlunu kurban etme teşebbüsünü bir zulüm olarak görecek ve bu zulmü de Allah’ın engellediğini iddia edecek kadar Kuran’ın ruhundan ve hikmetten uzaktır.  İşin gerçeği ise M. Okuyan’ın dediği gibi Allahu Teâlâ’nın Hz. İbrahim’e (a.s.) “Oğlunu kes” diye bir emir vermediği, ancak ondan “gördüğü rüyanın gereğini yapmasını istediği” bunun altında da büyük bir imtihanın yattığı, Allah’ın Hz. İbrahim’in (a.s.) sadakat ve teslimiyetini ispatını murad ettiğidir.

SONUÇ

MOkuyan’ın bütün bu yanlışlarının altında şu sebepler yatıyor:

O, ayetlerdeki mana, murad ve hikmet boyutunu anlamaya çalışmıyor, Kuran bütünlüğüne dikkat etmiyor, peygamberlerin masumiyeti ilkesini hesaba katmıyor.

Bununla beraber kendini de hata yapmaz bir müfessir gibi görüyor. “Beşer şaşar” sözünü kendine hiç kondurmuyor.

İslam ulemasını küçümsüyor, kibirleniyor ve benlik davası güdüyor.

Takım arkadaşı olan diğer birçok tahrifatçı gibi “Bize Kuran yeter” dediği halde bu sözüne de riayet etmiyor, Kuran’a samimi yaklaşmıyor.

İslam akaidini bilmiyor, şayet biliyorsa dikkate almıyor.

Ve bu haliyle kalkmış bir de otuz ciltlik tefsir yazıyor!

Bu ne tuhaf bir durumdur…

Cenab-ı Hak’tan böylelerinin şerrinden bütün ümmet-i Muhammed’i korumasını niyaz edelim. M. Okuyan da dâhil olmak üzere bütün tahrifatçıları boykot edelim, dinlemeyelim, böylelerinin kitaplarını okumayalım.

Yakınlarımızı, ulaşabildiğimiz mümin kardeşlerimizi de bu tahrifat ve ifsaddan korumaya çalışalım; kendilerine gereken ikazları yapalım.

Allah bu ahir zaman şartlarında bütün müminlerin yar ve yardımcısı olsun; hepimizi kurbandaki asıl nükte olan takvaya ulaştırsın, cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.

Türkiye yeni bir aile politikası inşa etmelidir Türkiye yeni bir aile politikası inşa etmelidir

Ali Değirmenci, İstiklal gazetesi