Melikşah Sezen yazısında, Salih Mirzabeyoğlu'nun düşünce dünyasının nasıl şekillendiği ve marifetullah (Allah'ı bilme) kavramının onun fikirlerindeki merkezi konumunu anlatıyor. Mirzabeyoğlu'nun düşüncelerini anlamak için onun marifetullah anlayışının iyi kavranması gerektiği, zira bu anlayışın onun her konudaki fikrinin temelinde yer aldığı ifade ediliyor.

Necip Fazıl’a göre milliyet ve milliyetçilik Necip Fazıl’a göre milliyet ve milliyetçilik

“Ben kimim, nereden, ne için geldim?” gibi insan zihninin bedihî sual ve düşünceleri insanlık tarihi kadar eski ve mühimdir. Çünkü bu temel sual ve temayül insanın kendisini ve çevresini anlamlandırıp ona göre bir hayat sürmesine ve tefekkürüne imkân verecektir. Bu adım atılmadan yürünen yollar sadece beşerî ihtiyaç ve reaksiyonlar ile gayesiz fakat anlık faydacı fiillerden ibarettir. Bu temel suallerin cevabını ilahî vahiyde bulup itminan yakalayan kimseler için ise kıymetli bir hazinenin haberine ulaşmışçasına iştiyak başlar: Ötelerden haberi gelen o Zâtı Vacibü’l-Vücûd’u “bilmek” yani marifetullaha ulaşmak!

Marifetullah: Dile kolay bu kelimenin mânâsı ve ona ulaşılması zorun zorudur. İmam Ebû Hamid el-Gazâlî’nin zikri geçen temel sorular ve sorunlarla çarpıştığı ilk buhranının ardından ilahî vahye teslim olan kalbinin daha büyük bir arzu ve fakat sancı ile taleb ettiği marifetullaha erişme meselesi için geçtiği yollar ve çektiği fikrî çileler el-Munkiz isimli eserinde kendi kaleminden özetlenir ve ehlinin mâlûmudur. O marifetullah yolunda ilk adımı zâhiri ilimlerin hemen tüm şubelerinde dolaşarak aramış lâkin aradığı yakîn hâlini zâhiri yani kendi deyimiyle satırda kalan ilimlerde bulamamıştır. Tabi burada şu hususu da vurgulamalıyız: Allah-u Teâlâ nâmütenâhî olduğu gibi O’na götüren yollar da nâmütenâhîdir. Her hastanın şifasının aynı ilaçtan olmadığı gibi her marifetullah talebkârının yolu da aynı güzergâhtan geçmeyebilir. İşte İmam Gazâlî bütün gezdiği ilim şubelerinde kendi yolunu, ilacını aramaktadır ve nihayetinde bilindiği üzere bulur. Bulur fakat bu buluş onun idrâkini ve fıkhını âdeta baştan aşağı yeniler. Klâsik kelâmî sınırlarda bilginin müşterek kaynakları olarak ifadelendirilen -akıl, duyular ve haber-i sadık- üç başlığı yetersiz kabul eder. Ona göre keşf yani bâtınî haller de bilginin kaynaklarındandır ve ayrıca “müşterek kaynak” kategorisine de dahil edilebilir. Bu idrâke ulaştıktan sonra İmam Gazâlî ilahî kelâm ile âlem arasındaki irtibatı keşfî/bâtınî mâlûmatı ile gerçekleştirmeye başlar ve vahdet-i vücûd olarak bilinecek Allah-âlem münasebetinin temellerini attığı kabul edilir.

Muhyiddîn İbn Arabî yine kelâm ve tasavvufî usûlün mezcedildiği bir yolla vahdet-i vücûd anlayışını kemâline kavuşturur. Ardından İmam Rabbânî vahdet-i şühûd anlayışını yine ilm-i kelâm ve tasavvufî usûlün müşterek sınırlarında inşâ etmiştir. Kadı Beyzavî’den Molla Cami’ye, İbn Kemal Paşa’dan Muhammed Nûru’l-Arabî’ye değin sayısız isim bu yollara girmiş, marifetullaha erişmek, yakîn halini ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne oradan da hakke’l-yakîne çıkarabilmek için daha sonra da ulaştıkları yakîn makamında kazandıkları idrâk ve tasarruf kabiliyeti ile eşya ve hâdiselere dair ölçüler vaz etmek için ömür vakfetmişlerdir.

Bu sancılı yolun yakın dönem şahidi olduğumuz emsallerinden biri de Üstad Necib Fazıl Kısakürek’tir. Felsefî arkaplanına rağmen aşamadığı buhranını tasavvufî nusret ile çözen ve marifetullaha dair seyrini mezcedilmiş usûl ile sürdüren Üstad’ın kazandığı yakîn makamı ile eşya ve hâdiseye dair zaman ve mekân hususiyetleri çerçevesinde söyleyecek sözü ve çerçeveleyecek ölçüleri de bu seyrin nihayeti ve ürünüdür. Üstad’ın marifetullah seyrinde ilacı, Esseyyid Abdülhakim Arvâsî Kuddise Sırruhu kanalıyla nakşî ve vahdet-i şühûdçu kanal olmuştur.

Üstadın çizdiği yol haritasını adım sıra iz sürerek takib eden Salih Mirzabeyoğlu da evvela bu temel soruları kurcalamış, bedihî ve fıtrî ihtiyacın ancak ilahî kelâma teslim oluşla giderileceğini idrâk edip ilk basamağı çıkmıştır. İmam Gazâlî gibi hemen çevresindeki tüm zâhirî ilimleri inceleyen Üstad’ın ve Mirzabeyoğlu’nun telifleri incelendiğinde âdeta alâka kurmadığı ilim şubesinin kalmadığı müşahede edilecektir. Tarihten hukuka, felsefeden ideolojiye, tasavvuftan edebiyata, iktisattan itikada vd. Bu durum aslında bir yönüyle daha evvel temas ettiğimiz ruhlarının ilaç arayışından başka bir şey değildir. Lâkin Üstad’ın aksine Mirzabeyoğlu ilacını vahdet-i vücûdçu anlayışta bulmuştur.

Bu noktada şu hususu özellikle vurgulama ihtiyacı hissetmekteyim; vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd nazariyeleri birbirinin ikâmesi yahud zıttı değil aksine aynı derdin dermanı olan iki ilaçtır. Lâkin bu ilaç kâl ile değil hâl ile alâkalı olduğundan aradaki farkı ancak ilacın dozajındaki/ölçeğindeki fark olarak ifade edebiliriz. Yoksa muhteva ve membaı aynı... Üstad’ın herhangi eserinin satır aralarına sinmiş vaziyette vahdet-i şühûdu, Salih Mirzabeyoğlu’nun herhangi eserinin satır aralarına sinmiş ve o eserin görünmez örgüsü- nü oluşturmuş vahdet-i vücûdü müşahede mümkündür. “Madde Nedir?” isimli eseri bu gizli örgünün mücessem hale kavuştuğu güzel bir numunedir.

Mirzabeyoğlu’nun bir karıncanın yürüyüşü ile kâinat çapındaki bir hâdise arasında bağ olduğu konusundaki ısrar ve vurgusunda, iştikak ilmine düşkünlüğünde, “Bütün Fikrin Gerekliliği” vurgusunda vs. hep bahsi geçen örgüyü tesbit edebiliriz.

Allah ile âlem arasında bir anlayış üzerine tesis edilen bu hâkimiyet küçüğünden büyüğüne, basitinden giriftine hemen her meselede kendisini hissettirmekte ve itikadî, ahlâkî, tasavvufî, siyasî, iktisadî hangi konuyu ele alırsa alsın diğer kitab ve beyanları ile tenakuz ve tearuz oluşturmayan bir bütünün parçası olarak kendisini hissettirmektedir. Bu kadar velûd bir mütefekkirin her telifini fikrî bütünlüğünün bir parçası olarak örmesi, yakın asırlarda pek karşılaşılabilen bir manzara değildir ve Mirzabeyoğlu’nun en dikkat çekici hasletlerinden birisi işbu vasfıdır.

Onun iktisad konusunda söylediği bir söz, yaptığı bir teklif ile hukuk konusunda söylediği sözlerin yahud tasavvufî bağlamda sarf-ı kelâm ettiği beyanların arasındaki kopmaz bağ ve münasebet, marifetullah anlayışı ekseninde söz söyleme ısrarından ileri gelmektedir. Dolayısıyla Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu eserlerin -ki Üstad için de aynı şey söz konusudur- mevzusu fark etmeksizin doğru bir sûrette anlaşılabilmesi için onun itikadî ve tasavvufî anlayışının yapı taşlarına yani marifetullah anlayışına olabildiğince nüfûz etmek gerekmektedir. Eğer bu basamak atlanırsa onlar da parçacı okumaların zahirî/sathî değerlendirmelerin neticesinde anlaşılamayacaktır ki nitekim bugün genel manzara da bu minvaldedir. Meselâ edebiyata dair, dile dair ifadeleri salt edebiyat ve dil adına söylenmiş ifadeler değildir. Kendisini konumlandırdığı ve bu konumlandırmanın merkezinde yer alan marifetullah anlayışının uzantısı ve neticesidir. Bu durumu kalem oynattığı her şube için esas kabul edebiliriz.

Bize hayatın tüm an, mesele ve hâdiselerine marifetullah merkezli bir bütünlük penceresinden bakmanın bir lüks değil mesuliyet, ihtiyar değil memuriyet olduğunu hatırlatan ve hatırlattıklarını tatbik ederek “numune-i hasene” olan merhum Salih Mirzabeyoğlu’nun mekânının cennet, makamının âli olmasını Cenab-ı Mevla’dan niyaz ederim.

Melikşah Sezen

Furkan Dergisi Temmuz - Ağustos 2018