Günümüz sanayiini oluşturan ve geliştiren temel unsur makinedir. Zaten Sanayi Devrimini başlatan da, yine emek maliyetini düşürüp üretimin inanılmaz miktarlara çıkmasını sağlayan makinedir. Fakat mücerret mânâda makineden kasıt, bildiğimiz mânâda en iptidaî şekliyle makine veya onun çeşitli varyasyonları değil, bilgisayarlar, robotlar vb. aletlerdir de aynı zamanda. Bu meselede atlanılmayacak başka bir kavram varsa o da tekniktir. Fakat teknik tüm bunların çok üstünde, makineden çok daha geniş bir sahayı kapsayan, oldukça mücerret bir kavramdır. Sanayi gibi müşahhas bir kavramla eş değer görülüp “birlikte” ele alınacak gibi değildir. Sadece yeri geldiğinde kendisinden “yardım” alınabilecektir. Tam mânâsıyla olmasa da makine kavramıyla temas edilen meseleler aslında tekniğe de temas etmek oluyor. Yalnızca bir kısmına tâbi. Teknik insanlığın her döneminde varolan bir olguydu. Rönesans-Reform ve Sanayi Devrimiyle birlikte Batı ve ilerleyen yıllarda hâkimi olduğu dünyada giderek makinenin önemi arttıkça, teknik uzmanlık belli noktalarda odaklanmış ve ayrı bir dal olarak kabul edilmiştir. Bunun akabinde İbda Mimarı’nın ifadesiyle “teknik putlaştırılmıştır.” [1] Hâliyle sanayiden ve sanayileşmeden önce teknik ve makineye dair belli ölçülendirmeler olmalıdır. Sanayi meselesine makine özelinde temas edilmesi lüzumunun izahı burada yatmaktadır. Burada İbda Mimarı’nın tek başına bir manifesto addedilebilecek şu ihtarını vermeliyiz: “Siz; 21. Asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken, atom bombanızın bile eşiti olmayacağı patlamaya belki 21. asırda şahit olacaksınız” [2]
Makinenin Serüveni
Makine basit bir mekanizmadan veya dişliler, yataklar, miller vb. karmaşık ekipmanlardan oluşan, bir enerjiyi başka bir enerji türüne dönüştüren ya da belirli bir güçten yararlanarak bir işi yapacak gücü-etkiyi oluşturan sistemlere verilen addır. Fakat bu tanım biraz dardır. Herhangi bir işi yapabilen, enerjiyi dönüştürebilen elektronik hatta organik bir sistemde bu tanıma girebilir.
Makine tarihi genel olarak üçe ayrılır: Artizanat, Sanayi ve Otomasyon dönemleri. Artizanat dönemine ihtiyaç kavramı diğerlerine nazaran daha bir hâkimdir. Bu dönemin başlarında metallerden araç-gereç geliştirilmesi, tekerin bulunması gibi daha çok uzun dönemli bir tecrübe ile buluşlar başlamış, nazariyatın devreye girmesiyle artarak devam etmiştir. Bu dönem dokuma ve tabaklama tezgâhlarının bulunması ve su, rüzgâr enerjisini kullanan araçların geliştirilmesiyle son bulmuştur. Bu dönemdeki ürünler umumiyetle ihtiyaca istinaden ve emek yoğun bir şekilde üretilmiştir. Sanayi dönemi ise buhar enerjisinin 18. Asırda kullanılmasıyla başlamıştır. Sanayi Devrimi 19. Asrın ikinci çeyreğinden itibaren boy gösteren süreçtir. Bu dönemde beher üründe insan gücüne duyulan ihtiyaç azalmıştır. İçten yanmalı motorlar ve elektrik kullanımıyla devam eden bu dönemde üretim yönetimine dair teoriler ortaya atılmış ve pratikte başarılı şekilde uygulanmıştır. Otomasyon dönemi ise enerji ve bilginin insan tarafından değil, makineler tarafından sağlandığı otomasyon teknolojilerinin geliştirilmesiyle başlamıştır. Kol gücü kolaylığı sağlayan mekanik sistemlere nazaran zihinsel faaliyeti kolaylaştıran bilgisayarlar da bu döneme rastlar. Bu bilgisayarlar daha sonra üretimin her kademesine eklemlenmiştir.
Her ne kadar makinenin tarihçesi bu şekilde olsa da “her şeyin olduğu gibi makinenin tarihçesi Peygamberle başlar. Çünkü biliyoruz ki “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı.” [3] İnsanlığın tekniği Nuh Peygamberden o muazzam gemisini yaparken öğrendiği rivayet edilir.
Makine artizanat döneminden bugüne gelirken de aslında bir yandan da ruhu derdest eden, ötelere bağlı itikadları pörsüten süreci de yavaş yavaş başlatıyordu: “Makine, kendisi için hazırlanmamış olan bir toplumsal ortamdaki yerini aldı; bu nedenle de içinde yaşadığımız insani olmayan toplumu yarattı.” [4]
Bu toplum yapısında tüm muvazene bozuldu. Bu muvazenesizlik medeniyetin yapısında bugün de devam eden köklü bir değişime sebep oldu: “Gerçekten de teknik araç’tan ve araçlar topluluğundan başka bir şey değildir. Bu, elbette ki meselenin önemini azaltmaz. Medeniyetimiz her şeyden önce bir araçlar medeniyetidir. Modern yaşamın gerçekliğinde, öyle geliyor ki, araçlar amaçlardan daha önemlidir. Durumun başka türlü değerlendirilmesi, idealizmden başka bir şey değildir.” [5]
Montaj Sanayii ve Felix Culpa
Günümüzde sanayi-teknoloji-makine’deki üstünlük, istisnası Japonya olmak üzere, Batı’dadır. Dolayısıyla diğer ülkelere kalan ise onun işçiliğini yapmak oluyor ne yazık ki. İşte bu işçiliğe mahiyeti ne olursa olsun “montaj sanayii” diyebiliriz. Montaj sanayii adından da anlaşılacağı üzere bir ürünün parçalarının, parçalarının birleştirileceği araçların ve daha o ürüne dair ne kadar şey varsa hepsinin kısmen ya da tamamen dışarıdan gelmesi ve parçaların birleştirilip ürün hâline getirilip satılmasıdır. Ana patent sahibi, ürünün yapıldığı teknolojiyi üretmiş firmadır; üretimin yapıldığı ülke ise emeğin ucuz olmasından dolayı seçilmiştir. Üründen kalan artı değer, ana patent sahibine giderken, üretimin yapıldığı ülkeye istihdam, rantiye ve levazım ürünleri yoluyla bir miktar para bırakır. Bu işlem üretim sahası kılınan ülkede uzun vadede işsizliği ve dışa bağımlılığı artırıcıdır. En tehlikeli tarafı ise, emek yoğun veya kalifiye, her tür üretim artışının aslında ekonomik büyüme göstergeleri açısından yanıltıcı olmasıdır. Bu büyümenin “sanal” olduğu, patent ve sermaye sahibinin kârını “realize” etmesi ve istediği üçüncü bir ülkeye götürmesiyle ortaya çıkar. Fakat bu yöntem üretim yapan üşlkelerin idarecilerinin ve yatırım yapan sermayedarların işine geldiğinden tercih edilmektedir. Muvakkat da olsa ekonomik getirisi olduğu için işin bu tarafı göz ardı edilmiştir. Bu durumu Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl “Felix Culpa- Mes’ut Suç” tabiriyle ifade etmiştir. Mes’ut Suç ifadesi dünkü ve bugünkü Türkiye’yi çok güzel ifadelendirmektedir: “(FelixCulpa)’yı gayet açık bir misâle kavuşturmak için, yedek parçası, muharrik kuvveti, hattâ ham maddesi dışarıdan gelen bir fabrika düşünelim: bu fabrika, kurulduğu memleket hesabına, dış cephesi mübarek bir cinayetten başka bir şey değildir.” [6]
Bu durumun aşılabilmesi ve önüne geçilebilmesi için her sahada olduğu gibi sanayi-teknoloji-makine alanında da yeni bir anlayışa ihtiyaç vardır. Eğer bu anlayış olursa “makineyi yapan makineye” doğru bir tekâmül seyredilecek ve dışa bağımlılık azalacaktır.
BEKLENEN NİZAMIN SANAYİ MUHAYYİLESİ
Her şeyden önce beklediğimiz nizam “Başyücelik”tir. Dolayısıyla ele alacağımız Sanayi muhayyilemizde bu nizama nisbetle olacaktır.
Günümüz Sanayisinin kökünde makine ve teknik davaları vardır. Her şeyden önce bu davalar halledilmeli ve daha sonra bunların yansımaları olanlara geçilmelidir. Bu meseleler hakkında yapılacak bir muhasebe neticesinde ideolocyaya mutabık bir “alt-sistem” oluşturulmalıdır. “İstikbâl İslâm’ındır” tezi içinde belirtirsek her sahada olduğu gibi “zıtlar arası muvazenenin üstün nizamı İslâm”a sanayi-teknoloji-makine sahası da muhtaçtır. Çünkü bugün makine kendini, ortalama insanın da avamın da kalbinin ve beyninin hâkimi yapmıştır. [7] Tüm bunlarla birlikte Başyücelik Devleti, bugün olduğu gibi nisbet noktasını unutma ve kaybetme hatasına asla düşmeyecek ve nisbet noktası her daim İslâm ve ümmetinin faydası olacaktır. “Ben insanı eşya ve hadiseye teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım” ilahî ölçüsü hiç unutulmayacaktır. Başyücelik Devleti yeni bir makine veya teknoloji geliştirdiğinde ve bu makine-teknoloji başka bir ülkeye girdiğinde bugün olduğu gibi o ülkenin kültürünü yıkıcı değil, bilakis o kültürü de potasında eritici ve zenginleştirip hakikatini gösterici bir mânânın temsilcisi olacaktır. Dışımızdakileri, içimizdekiler yapıcı bir görev de üstlenecektir.
Başyücelik Devleti asla Montaj Sanayii gibi bücür oluşlara yeltenmeyecek ve prim vermeyecek, her daim milliliğe ve yerliliğe önem verecektir. Bunun aksinin ölümle eşdeğer bir mânâda kabul edecektir. Bu uğurda gerekirse gece uykuları 1 saate kadar indirilecek [8] ve devlet bu seviyeye getirilecektir.
Başyücelik Devleti sanayi-teknoloji-makine‘nin en önemli unsurunun keşif ve eriş dehası olduğunu bilecek ve bu dehaların yetişmesi için gerekli iklimi her ân diri tutacaktır.
Başyücelik Devleti’nde sanayileşme, ülkenin potansiyeline uygun gelişecek ve ânlık büyüme için dış borç, montaj sanayi gibi yollara asla başvurmayacaktır. Bununla birlikte hâkimi olduğu yerlerin sanayi potansiyelini ve alanını sürâtle tespit edip yine aynı sürâtle işler hâle getirecektir. Sanayileşme uğruna tarım, hayvancılık gibi diğer sahaları asla ihmâl etmeyecektir.
SONUÇ
Günümüzde Batı’nın çizdiği dünya görüşünde hareket eden insanlığın hâl-i pürmelâli belki de hiç olmadığı kadar kötü bir durumdadır. Her sahada muvazene kaybedilmiş, insanlık haysiyetine yakışmayan her türlü durum yaşanmaya ve normalleşmeye başlamış, Allah’ın “belhümadal-hayvandan aşağı” dediği duruma sürüklenmektedir. Bu durumunun kısmen farkında olan insanlık çözümü de bilmemektedir. Yalnızca birkaç cins kafa dışında! Bunlardan biri olan Arnold Toynbee “İstikbâl İslâm’ındır” diyerek çözümün İslâm’da olduğunun ipuçlarını vermiştir. Bu durumun oluşmasında hiç şüphesiz en büyük pay sahibi sanayi-teknoloji-makine sahasının oluşturduğu mahkûmiyet ve getirdiği buhrandır. Makine telâkkilerinde her geçen gün yaşanan gelişmeler sorunu örtbas ettiğini vehmettirse de her geçen gün sorunu daha da derinleştirmektedir. Burada yegâne çıkmaz şudur: Sorundan kurtulmanın çaresi olarak makine’den tecrid edilmiş bir hayat zannedilmektedir. Oysa bu insanın tabiatına terstir. Zira kesiksiz oluşun membaı olan “ruh”a sahip insanoğlunun kendisiyle birlikte varlığı da bu kesiksiz oluşa uygun şekilde tekâmül ettirmelidir. Diğer yandan yine bu zân, insanın halife sıfatına uygun değildir. Buna zıt olan cephe ise pozitivist-materyalist bir anlayışla her sorunun çözümünü giderek makineleşmekte görmektedir. Oysa varlık (yani makine) kesiksiz oluşa eşlik etmeli, onun emri altında olmalıdır. Dünden bugüne süreç bu şekilde ilerlerken yine her sahada olduğu gibi bu sahadaki problem de giderek derinleşmiş ve en sonunda Heidegger vb. birkaç cins kafa bunu görmüştür. Heidegger gibi görebilenlerse sadece sorunu tespit edebilmiş, fakat çözüm sunamamıştır. Çözüm sunmaya çalışan Faşizm ve Nazizm gibi telâkkilerse Batı Tefekkürünün tümü için geçerli olan “Mutlak Fikir”den yoksunluk ve insan ve toplumu ilgilendiren tüm meselelerle “uyumlu” bir şekilde olmaması gibi engellere takılmıştır. Fakat sorunu derinden hissedip yine aynı derinlik buudundan çözüme kavuşturan ve “her sahada olduğu gibi sanayi-teknoloji-makine sahasında da Büyük Doğu ve İbda Mimarlarıdır. Bugün insanlık bu mihraklara kendilerininde farkında olmayarak muhtaçtır ve eşya kendisini nakış nakış işleyecek bu kurtarıcı ideolocyayı beklemektedir.
 
1-Salih Mirzabeyoğlu, İslâma Muhatap Anlayış –Teorik Dil Alanı-, 3.Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2015, s. 180.
2-Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler-, 3.Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 15-16.
3-Salih Mirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır –Denenmemiş Tek Nizâm-, 4.Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2014, s. 113.
4-Jacques Ellul, Teknoloji Toplumu, Trc. Musa Ceylan, 1.Basım, Bakış Yayınları, İstanbul 2003, s. 15.
5-Jacques Ellul, Teknoloji Toplumu, Trc. Musa Ceylan, 1.Basım, Bakış Yayınları, İstanbul 2003, s. 29.
6-Necib Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 14. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2015, s. 398.
7-Jacques Ellul, Teknoloji Toplumu, Trc. Musa Ceylan, 1.Basım, Bakış Yayınları, İstanbul 2003, s. 317.
8-Necib Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 14. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2015, s. 358-359.
 
 
Baran Dergisi 559. Sayı