Milli eğitimimiz Türk-İslâm klasiklerinden mahrum bırakılamaz
Her milletin eğitiminde, milli ve beşerî tecrübenin önemli bir yeri vardır. Bu sebepten cemiyetler, çocuklarını eğitirlerken, kendi klasiklerine öncelik ve ağırlık verirler.
Bugün, Batılı her millet, çocuğuna, her şeyden önce İncil'i öğretir. Sonra, kendi kültür ve medeniyetinin yapısına göre, Greko-Latin dünyasının en ünlü fikir adamlarını, sanatkârlarını ve ilim adamlarını, eğitim seviyesinin imkân verdiği ölçüler içinde, eser ve çalışmaları ile onların kafa ve gönüllerine oturtur. Onların eser ve çalışmalarına ait örnekleri, mümkün mertebe müşahhas olarak idrakine yerleştirir. Duvarlarına resimlerini çizer, dershanelere ve okullara adlarını verir, okulunda köşeler yapar ve anma günleri tertipler. Radyo ve televizyonlar, basın ve yayın vasıtaları ile klasiklerini diri tutmaya çalışır. Bu eğitim temelini sağlamca kurduktan sonra, mukayeseli bir kültür ve medeniyet şuuru içinde, diğer milletlerden klasiklerine ihtiyaç duyduğu ölçüde yönelir. Bunun yanında, genç nesilleri, gelecek zamanlar ve şartlar için yetiştirmekte olduğunu asla unutmaz.
Yalnız Batılılar değil, İsrail de Japonya da böyle yapar. Bu, sağlıklı bir milli eğitimin asgari şartıdır. Hiçbir millet, kendi kültür ve medeniyetine renk ve ruh veren Mukaddes Kitabını ve klasiklerini ihmal ederek, inkâr ederek sağlıklı bir milli eğitim ortamı oluşturamaz.
Şayet, böyle yapanlar mevcutsa, onlar da er geç idrâk edeceklerdir ki yanlış yoldadırlar. Ama neden sonra...
Hiç şüphesiz milletlerin kültür ve medeniyetlerine temel aldıkları mukaddes veya felsefi değerler ile bunlardan fışkıran klasikleri asla ihmal ve inkâr etmemelidirler ve gelişmiş milletler, bunu başaran milletlerdir. Bir Yunanlı, kendi medeniyetinde ve eğitiminde İncil'in, destanlarının, Eski Yunan klasiklerinin» rolünü küçümseyemeyeceği gibi, bir Yahudi de, medeniyetinde ve eğitiminde Tevrat'ın, Yahudi fikir adamlarının ve sanatkârların değerini küçümsemeyi asla düşünemez ve ihmal edemez.
Bâtıl kitapları, tahrif edilmiş belgeleri bile, (ne olursa olsun kendilerine mahsus eser ve mahsulleri) benimseyen milletlerin bu durumunu gördükten sonra, son iki asırdan beri, ülkemizde tatbik edilen eğitimin yanlışlığını daha iyi anlıyoruz; sadece anlamıyor, bu yanlış maarifin bizi nerelere getirdiğini, en acı dersler alarak yaşıyor ve kan ağlıyoruz. Mukaddes ve yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'den Şanlı Peygamberimiz'den, muhteşem Sahabî kadrosundan, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin kitaplarından, İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbanî gibi velilerin ve mütefekkirlerin eserlerinden, daha nice binlercesinin meydana getirdiği İslâm klasiklerinden, bizzat Türk-İslâm medeniyetinden kaynaklanan binlerce «klâsikten» genç nesilleri mahrum ederek nereye geldiğimizi, hepimiz artık dövünerek görüyoruz.
Medeniyet değiştirme kompleksine» kendini kaptırmış devrimbaz atalarının günahını çeken, kökünden kopmuş, yönünü kaybetmiş genç nesiller, elbette şaşkın, tedirgin ve bunalmış olarak ortaya çıkacaklardı. Bilmedikleri ve öğrenmedikleri dünlerin ve kapılandıkları bütün medeniyetlerin düşmanı olacaklardı. Her şeyden önce, «kendine yabancılaşan» genç nesiller, yabancılara karşı hem bir eksiklik duygusu ve hem de buradan kaynaklanan müthiş bir kin ve düşmanlık duyacaklardı.
Zararın neresinden dönülürse kârdır. Şimdi yapılacak en önemli is, genç nesilleri, yeniden Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin henüz kaybolmamış temelleri üzerine oturtmak; Türk ve İslâm klasikleri ile kaynaştırmak; mukayeseli bir kültür ve medeniyet eğitimi ile onları, beşerî tecrübeden haberdar ederek, çağımızın beklediği büyük ülkü ve hedeflere hazırlamaktır.
Bizim klasiklerimiz yok mu?
Hiç kimse, milli ve beşeri tecrübenin değerli mahsullerinden kendi milletinin mahrum kalmasını istemez. Bu sebepten aklı başın da olan devlet adamları ve münevverler, bir taraftan kendi milli klasiklerini genç nesillere aktarırken, diğer yandan yabancı kültür ve medeniyetlerin klasiklerini de kendi dillerine tercüme ederler. Böylece, genç nesilleri, millî klasiklerle bir millî şahsiyet temeli üzerine oturttuktan sonra, «dünya klasikleri» ile onların ufuklarını genişletirler.
Böyle bir kültür politikasının faydaları açıktır. Bu suretle, hem milli kültürün temel değerleri genç nesillere kazandırılır hem bu temel değerler, diğer kültür ve medeniyetlerin değerleri ile zenginleştirilir ve hem de genç nesillere, milli kültürü çağdaş seviyede geliştirme şevk ve iradesi verilir. Galiba, yabancılaşmadan çağdaşlaşmanın başka bir yolu da yoktur.
Aksi halde, genç nesilleri millî klasiklerden mahrum bırakan bir kültür politikası, yabancılaşmalara yol açar. Bunun gibi, genç nesilleri, dünya klasiklerinden mahrum bırakmak da gelişmenin ve çağdaşlaşmanın yolunu tıkar. Görülüyor ki sağlam bir kültür politikası, millî ve beşerî tecrübenin dengeli ve uygun bir tarzda genç nesillere ve halk kitlelerine aktarılması demektir.
Bununla birlikte, hemen itiraf edelim ki cumhuriyet döneminde takip edilen kültür politikası», bu dengeden mahrumdur. Esefle görüyoruz ki Türk ve İslâm Klasikleri» ihmal ve hatta inkâr edilerek, büyük bir heyecanla, sadece ve ancak yabancı milletlere ait klasikler, dilimize çevrilerek genç nesillere ve halk kitlelerine sunulmuştur. 1941 yılında başlatılan klasik tercümeciliği, o devrin adamlarınca, Eski Yunanlılardan beri, milletlerin sanat ve fikir hayatında meydana getirdikleri şaheserleri dilimize çevirmek» tarzında anlaşılıyordu.
Bu anlayışın ışığında düşünülünce, artık «klasik» denilince akla, sadece Batı ve onun tarihî kökü demek olan Greko-Lâtin kültür ve medeniyeti geliyordu. Nitekim, kendini Batı kültür ve medeniyetine adamış olan tek parti iktidarı, Türk Milleti'nin şahane iradesi ile alaşağı edilinceye kadar, bu tek taraflı kültür politikası bütün şiddeti ile devam edecekti. Gençliğimize ve milletimize Türk ve İslâm klasiği olarak bir tek eser sunulmuyordu. Bu, yalnız bizim değil, yabancıların dahi dikkatini çekiyor, sizin klasikleriniz nerede? diye soranlara, bizim klasiğimiz yoktur! cevabını dahi verebilecekler çıkabiliyordu.
1950 yılından sonra, Türk ve İslâm klasiklerinden birkaç tanesi basılarak Milli Eğitim Yayınevlerinin vitrinlerine konabildi. İbni Sina'dan, Farabîden, İmam-ı Gazalîden, Nizamîden, Muhyiddin-i Arabi'den, Mevlâna Celaleddin-i Rumî'den, Sultan Veled'den, İbni Haldun'dan, Hariri'den ve benzerlerinden tercümeler yapılarak klasiklere katıldı. Bu hamle, milletimizi sevindiriyordu. Lâkin, elbette yetersizdi. Çünkü, kitaplıklarımızda, genç nesillerin gözlerine açılması gereken, daha binlerce cilt kitabımız, klasiğimiz vardı.
Daha işin başında iken, «bizim klasiklerimiz yoktur» diyenler, klasik adını vererek Batı'da ne buldularsa dilimize aktarmaya kalkışanlar, utanacakları yerde, Türk ve İslâm klasiklerini, genç nesillerin kitaplıklarına kazandırmak isteyenlere, en olmadık sıfatlarla tecavüze ve taarruza kalkıştılar. Çoğu zaman tezatlara düşen, menfiyi, müspeti, iyiyi, kötüyü karıştırdığı» apaçık ortada olduğu halde, Rus kilise babalarından Protopop Avvukum'un Hayatım adlı kitabını, klâsik diye tercüme edenler, Türk ve İslâm dünyasının muhteşem büyüklerinin eserlerinin kitaplıklarımıza kazandırılmasını lekelemek istiyorlardı. Ne yazık ki muvaffak oluyorlardı.
Seyyit Ahmet Arvasi, Türk İslam Ülküsü, s. 118-121