Dizi ve sinema sektörünün kültürel hegemonyanın inşasında, propaganda ve kültür empoze etme süreçlerinde nasıl rol aldığını sık sık tartışıyorum. Çünkü diziler ve filmler boş zamanları dolduran eğlencelik bir ürün olmanın ötesinde çok önemli etkilere sahipler. Bu nedenle ABD Devleti Hollywood'u kontrol ediyor, İsrail tüm gücüyle bu sektörler üzerinde baskı kurup kullanmaya çalışıyor.

Türkiye'de dizilerin etkisinin ne kadar büyük olduğunu ise anlatmaya gerek yok. İnsanlar dizilerdeki karakterler gibi konuşmaya, yürümeye, davranmaya, giyinmeye çalışabiliyor; çocuklara verilen isimler bile çoğunlukla dizilerden seçiliyor. Yani dizi deyip geçmemek gerekiyor.

Batı'nın küresel kültürel hegemonyasının nasıl İslam ve Türk karşıtı dili diziler/filmler üzerinden yaygınlaştırdığını, nasıl Wok kültürü adı altında etnisite-ırk merkezli bir söylemi ve kültürü ürettiğini ve yine nasıl LGBT propagandası yaptığını daha önce tartıştım.

Bugünse bu küreselci kültürün bazı "yerli" gibi görünen Batıcı unsurlarıyla bilhassa da malum dijital platformlarda aileye, anne ve baba figürüne hatta doğrudan erkeklik ve kadınlığa kültürel olarak nasıl saldırdığına dikkat çekmek istiyorum.

Son yıllarda özellikle dijital mecralar için üretilmiş "yerli" yapımlara bakıldığında hikâyelerin âdeta bir merkezden planlandığı veya sadece belli hikâyelerin dijital mecralarda gösterilmek için onay aldığı görülüyor.

Hikâyelerdeki ortaklıklar neler mi?

Mesela dizi bir cinayet dizisi mi? Uzun uzun bir cinayet hikâyesi anlatılıyor ve neticede hikâyedeki insanların eşcinsel olduğu için öldürüldüğü anlaşılıyor. Bir değil birkaç cinayet dizisinde de netice nasıl oluyorsa hep aynı çıkıyor. Bu zaten alıştığımız LGBT söyleminin yeniden üretilmesi.

Direniş ekseni ve demokrasi palavrası! Direniş ekseni ve demokrasi palavrası!

Peki, ya diğer hikâyeler?

Ailelerin hemen hepsinde "baba" figürlerinin tümü kötü. Birçoğu baskıcı, şiddet uygulayan, yobaz, cahil... Diğerleri de zavallı, nefret edilesi, sorumsuz karakterler. Baba imgesine olan bu düşmanlığa tuhaf "anne" figürleri eşlik ediyor. Bir anneden çok bir ergen gibi davranan, aileye sorumsuzluğuyla hikâye boyu idealize edilen sözde "özgür" ve "güçlü" kadın tiplemeleri. Güç ve özgürlükten ise toplumsal hayattaki, eğitim ve çalışma hayatındaki güç ve özgürlükleri kastedilmiyor. Öyle olsa bu dizleri eleştirmek yerine öveceğim.

Bitti mi? Hayır.

Bütün "aşk" temalı hikâyelerdeki ideal "erkek" ve "kadın" tiplemeleri de son derece dikkat çekici.

Mesela dizilerdeki hikâyelerin birinde başkadın karakterin aynı anda bir sürü kişiyle ilişkisi bulunuyor ve düğününe başka bir adamın evinden kalkıp geliyor. İşte yeni sözde "ideal tipler" böyle yaratılıyor.

Dahası dizilerdeki bütün kadınlar aşağı yukarı böyle imajlarla gösterilirken çoğu erkek de edilgen ve olgunlaşmamış; geleneksel erkek rollerinden tamamen arındırılmış tiplerle temsil ediliyor. Yani sadece babalar değil, genç erkekler de zavallı bir profilde gösteriliyor. Bazılarında ise açıkça ya eşcinsel eğilimli ya da jigolo olarak üstelik de idealize edilerek gösteriliyor.

Elbette başta şehirleşme, bireyleşme, orta sınıflaşma gibi tüm yaşadığımız sosyolojik süreçler tüm dünyada olduğu gibi erkekleri de kadınları da dönüştürdü. Bu ayrı bir tartışma konusu ama diziler böyle bir dönüşümü yansıtmıyor; bambaşka bir tasavvuru ve tasarımı üzerimize boca ediyor.

"Birileri böyle diziler çekiyor diye toplum böyle mi olacak?" diyenleri de duyar gibiyim. Onlara biraz etraflarına bakmayı, farklı nesillerle iletişim kurmalarını tavsiye ederim.

Buradaki amaç kimsenin özel hayatına, ilişkilerine dair ahkâm kesmek değil. Bir kültürel üretimin söylemini, içeriğini analiz etmek. Bu, hem bir sosyolojik analiz konusudur hem de her kültürel üretimin bir kültürel ve politik alt metni bulunmaktadır. Dizi ve filmlerdeki alt metinler de tesadüfen seçilmemekte; hangi karakterlerin idealize edileceği hangilerinin yerin dibine sokulacağı stratejik olarak belirlenmektedir.

Oğuzhan Bilgin, Akşam