“Doğu’nun Doğu’ya Bakışı”, “Doğu’nun Batı’ya Bakışı”, “Doğu’nun Üstünlükleri”, “Millet Millet Doğu” başlıkları hâlinde çerçevelenen “Büyük Doğu” görüşümüz, “Büyük Doğu”dan kasdın İslâm olduğunu gösteriyor… “Dünya kamu düzeni” olmaya dair fikir ve aksiyonun, klâsik Doğu ve Batı ayırımı içinde yön ve yer tayini olarak gösterilmesi zarureti… “Doğu” der demez İslâmî görüşün akla gelmesi, Doğu’da İslâm’dan başka hiçbir görüşün eşya ve hadisenin teshirine dair bir fikir vazetmemesi bakımından ve onun ister istemez tek temsilci olma durumundandır… Mesele “İslâm’ın temsili” davasına gelince de, “Büyük Doğu-İbda” muhatap anlayışından başka sistem çapında ortaya konulmuş hiçbir örnek mevcut değildir; bu anlamda, dünyada, fikir ve aksiyonu birarada götüren İbda kanatlarından başka bir İslâmî mücadele örneği de yoktur.
İktidarın kaynağı” vesilesiyle işaretlediğimiz hususlara nazaran, niçin İslâm’dan başka bir düşüncenin Doğu’yu temsil edemeyeceği meselesine biraz daha yakından bakalım: Bugün Batı dünyasında önemli olan Budhacılık benzeri görüşlerde bir “sırrîlik-mistiklik” olduğu şüphesiz… Fakat onların niçin tam bir mistiklik olmadığını biliyoruz; tam mistiklik, “herhangi bir şeyi, bir maddeyi, bir hadiseyi, onu saran aklî kanunlar dışında tefsir etmek, onlarda birer içyüz aramak, delâletlerinde gizli bir müessir sırrı bulmak”tır. Eşya ve hadiselerin teshiri yerine, büsbütün silinerek “zaman dışı” kalmayı idealize eden Hint ve Çin menşeli düşünceler, İslâm’ın “zamanüstü”ne memur kıldığı insanın “dünya, ahiretin tarlasıdır” anlayışının çerçevelediği içli-dışlı aksiyon ruhunun tam tersidir; demek ki, tam mistiklik, aksiyondur, iştir, ibdadır… Bu, mücerret ve havada bir aşk değil, eşya ve hâdisede nakşını görmek isteyen bir aşk hâmlesi ve ruhudur. Bir din tarihçisinin pek haklı olarak belirttiği gibi, sözkonusu mistisizmler, tam ve esrarlı bir şekilde kendini vermeyi tanımadı… Buna, belki de aynı şey demek olan şunu da ekleyelim:
-“İnsan işinin ve insan emeğinin müessirliğine inanmadı, ona güvenmedi; yalnız bu güven güçlü olabilir, dağları yerinden oynatabilir… Ve tam bir mistikliğin buraya kadar gitmesi gerekirdi. Hintli kendisini tabiatın altında hissettiği müddetçe bu ateşli ve hareketli mistiklik aslâ meydana gelmedi; Hint’de her türlü insan müdahalesi faydasızdı. Kıtlıklar milyonlarca bahtsızı açlıktan ölüme mahkûm ettiği zaman ne yapılabilir?.. Hint kötümserliğinin başlıca kaynağı bu acizlik ve iktidarsızlıktadır; oysa tam mistiklik, hareket ve aksiyondur.”
Sözkonusu aksiyon yokluğu, bizim “mihraksız tümevarımın zâfiyeti” diye belirttiğimiz ve neticede “Mutlak Fikrin Gerekliliği” hakikatine bağladığımız mesele içinde mütalâa edilirse, bizim ruhçuluğumuzun hakikatinin benzersizliği de anlaşılmış olur… İslâm, ferdi sonsuz ruhî macerasıyla derinliğine ve cemiyeti çepeçevre genişliğine doğru ihata ederken, bugün Batı iklimlerinde yuvalandığına şahit olduğumuz Budizm benzeri mihraksız ruhçuluk, nihayetinde hiçliğe çıkar. Biri “Mutlak Fikre” nisbetle hepçilik peşinde aksiyon, diğeri hiçlik yolunda her şeyden tecrit… İdeolocya’nın, “fert ve toplum arası inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesi; ferdin ve cemiyetin inşasındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi” tarifine nazaran, bizim ruhçuluğumuz:
-“Sebepleri ve neticeleri üzerinde sonsuz tekerlemelere düşmeden billurlaştıralım ki, biz, ruhu ve ruhçuluğu, hava tabakasının yeryüzüne mıhlı olması gibi, bütün kemiyet ve keyfiyet plânlarıyla insanın tahayyüz sahasına perçinli görüyoruz. Onun olmadığı yerde bizce, bütün kemmiyet ve keyfiyet plânlarıyla insan ve insan hayatı nâmevcuttur.”
Ruhçuluğun hakikatinin İslâm’da olduğunu belirtirken, aynı zamanda “iktidarın kaynağı” hususunda yarım akıllıların -İslâm hakkındaki- istihza kılıklı lâflarına da cevap vermiş oluyoruz; bunun üzerinde duracağız… Önce şu:
-“Hakimiyet Hakk’ındır!”
Doğru, gerçek, adâlet, selâhiyet, hakikate uygunluk, Kur’ân, İslâmiyet gibi mânâları da kapsayan bir genişlik yanında, “Hakk”, Allah’tır… Demek oluyor ki, sözkonusu mânâlar, Allah’ın tecellisi mesabesindedir… Aynı çerçevede süzülmesi gereken hikmet:
-“Hakk’ın zâhiri halk, halkın bâtını Hakk…”
Allah “kadîr”dir, “kâdir”dir… Her ikisinin de mânâsı şudur:
-“Allah, dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz. Kendisinden başka ne kadar varlıklar varsa, hepsini icad eden ve benzeri görülmemiş şekilde yaratan ve başkasına muhtaç olmayandır.”
Şu var ki, “kadîr”, vasıf ve kudrette “kâdir”den daha açıktır; varlıkların hepsinin İlâhî kudrete aitliğini belirtir. Allah’a “kadîr” denmesi hususunda Kelâmcılar ve hikmet sahipleri müttefiktirler. Şu kadar ki, “Allah’ın kudreti”, Kelâmcılara göre “yapma” ve “terketme”nin doğruluğundan, hikmet sahiplerine göre ise, “dilerse yapar, dilemezse yapmaz” şart cümlesinin Allah hakkında doğruluğundan ibarettir.
Varlığı zorunlu (Zorunlu Varlık), kemâl ile birlenen ve “münferid-tek” olan Allah… Bunun için, hakikatte Allah’tan başka hakiki fail yoktur; “ve O herşey üzerine kadîrdir” gibi âyetler yanında, vicdanî delil de bunu doğrular. Allah’ın bilgisi ve kudretinden dışarı, hiçbir şey çıkamaz; yani, var olan yaratıklar ve var olmayanlardan birşey yoktur ki, bilgisi ve kudreti dışında olsun… Buyuruyor ki:
-“O herşey üzerine bilicidir ve herşey üzerine güç yeticidir.”
Bütün bu izahlar çerçevesinde, kâinattaki her oluşun Allah’ın iradesinin inhisarında ve insanın memuriyetinin ise Allah’ın rızasına uygun davranmak olduğu, bizim Allah’ın takdirini bilmediğimizi ve rızaya uygun olmayan davranışların da “tersinden gerçekleştiricilik” hikmetini doğruladığını gözönünde tutarsak, iktidarın bütün görünüşleriyle “Mutlak İrade ve Kudret”in hasrı içinde olduğunu anlarız; iktidarın kaynağının mutlak olarak belirtilişi budur… Hâkimiyet Allah’ındır!..
“Millet emrinde meclis, meclis emrinde hükümet, hükümet emrinde icra”… Bir devletin olması gereken tabiî mantığı budur… Hükümete doğru yükselen bu basamaklar, kendi de icra makamı olan hükümetin emrindeki icra ile, millete hizmete yöneliyor… Böylece, varlık sebebi millet ve gayesi de millet olan bir yapılanma sözkonusu… Şekli ister böyle olsun, ister olmasın, selim akıl icabı, her türlü kuruluşa vücut verenin, milletin varlığı oluşudur; varlık sebebinin millet oluşudur… Bu husus esas alındığında, işaretlediğimiz şema -coğrafi sebepler, nüfus unsuru, teknoloji vesaire gibi- çeşitli sebeplerle teşekkül etmese veya tarihte örneğini gördüklerimiz gibi etmemiş olsa bile, iktidarı var kılan hususun millet vakıası olduğu gerçeğini değiştirmez; buna nisbetle de, sözkonusu şuuru taşıyan bir monarşi, bu şuuru taşımayan lâfta Cumhuriyet idarelerinden daha tercihe şayan bir yerdedir… Milletin emrinde olmanın, milletin başıboş temayül ve tercihlerini işletmek demek olmadığı gibi hususlar bir yana, selim aklın teslim ettiği şema, “hâkimiyet kimindir?” ve “iktidarın kullanılışına haklılık veren nedir?” gibi meseleleri izâh etmedikçe, sadece kuru bir kalıptır; bu kalıbın içini kendi yönümüzden belirtme işi üzerindeyiz.
Evvelâ “hürriyet” meselesi… Hürriyet bahsinde gayet adi, bayağı ve çöpten lâflar edilir; bu bakımdan üzerinde durmak gerek… Evvelâ şu:
-“İnsan, hayatında, zaman zaman “zorunluluğun” ve zaman zaman da “seçme yapabilme” özelliğinin farkındadır. Bunların her ikisi de, insana yüklenmiş bedahatlerdir…”
Nasıl yaşamalı, nasıl davranmalı?
Şuurlu bir varlık olan insan, ya zorunluluğun tabiî olarak davet ettiği kanunlara uygun bir mesuliyet hissiyle davranışlarda bulunacak veya doğrudan doğruya kendi aksiyon imkânını ölçü alarak serbest davranacaktır.
Bu bellibaşlı iki nokta arasındaki sayısız nitelemeler bir yana, anlaşılması gereken temel meseleler şunlardır:
Her ikisi de, kendi hakikat bildiği üzerinde yaşamaktadır ki, buna nisbetle, her ikisinin davranışı da gayelilik belirtir. Meselâ bir adam, “benim için gerçekleştirilecek ve varılacak bir hakikat ve gaye yoktur!” dese, bu da onun hakikatidir ve davranışı “gayesizlik gayesi” olarak bir gaye belirtir. Bu mesele, hakikate uygun ve gayeli davranışı sadece zorunlulukta bilme ve hürriyete aykırı görme yanlışına düşmemek; ayrıca, zorunluluk reddi ve gayesizliği, kendiliğinden hürriyetin gerçekleşmesi ve zorunluluğun yokluğu zannetme hatasına gelmemek için mühimdir.
Sonra… Hürriyet, ister gaye, ister vasıta bilinsin, şöyle veya böyle nitelensin, sebep ve netice olarak hakikat gayesine perçinli bir insanî hakikattir. Burada, hürriyetin, özü dilemek oluşu, hakikate esaret diye zorunluluğa bağlanışı, bilgilenme süreciyle eş oluşu, hakikatin izlenişi demek veya hakikatin izlenişi için gerekliliği, hepsi var.
Daha sonra… İnsan aksiyonunu, gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle var olan diye almaktan, zorunluluk kanunlarına nisbetle davranışlarda bulunma meselesine kadar pek çok bahiste, karşımıza çıkan hakikat, insanın “kuşatan”la sarılı olmasıdır. Bu çerçevedeki birbirinden ayrı ve aykırı nitelemeler bir yana, insanın “kuşatan”la sarılı olması bir bedahet!.. Bunların birbirlerine olan ayrılık ve aykırılıkları bir yana, müşterek tarafları, hâldeki insana hükmünü hâkim kılan bir gerçek anlayışıyla, farklı farklı kaderciliği temsil etmeleridir. Öte yandan; kuşatandan bahsedilen yerde, “kuşatılan” olmaz mı? Demek oluyor ki, insan bir “kuşatılan”dır; bu da bir bedahet!.. Kuşatanı değil de kuşatılanı, yani insan varlığı ve aksiyonunu öne çıkaran bu bakış, tabiî olarak tayin edici diye kendi seçmesini görür, iradî davranış hakikatini ön plâna çıkarır. Burada da aynı teşhis sözkonusu: Birbirinden ayrı ve aykırı sayısız izâhlar ve yapılabilecek sayısız yenileri. Dikkat edilmesi gereken şudur ki, ne “kuşatan” adına iradî seçme hürriyetini reddetmek mümkündür, ne de “kuşatan”ın hakikatini ki, tabiî olarak zorunluluktur.
Neticeye gelirsek:
Temas ettiğimiz birbirine zıt hakikatlerden birinden birini reddetme, veya birini merkezîleştirerek diğerine bağlama, veya birbirine geçmiş bir sentezi sağlama, isterse “çözümsüz” hükmüyle dağlama şeklinde olsun, neticede; red biçiminde, bağlama şeklinde, sağlama niteliğinde, “çözümsüz” izâhında, sayısız ifâdeye mevzudur… Çünkü varoluş, ferden yaşanan bir hakikat olarak, insan sayısıncadır!
Anlaşılması gereken en mühim mesele de buradadır… Hayatın hakikati ruhî hayattadır; kesintisiz akış ruhî hayatta olduğuna göre, varoluş hakikati ifâdeye gelmez ve anlatılana kadar hakikati geçmiştir, buna nisbetle de o bir zevken idrak mevzuudur… Ruhî hayat ise, ferdî hayattadır ve buna nisbetle de herkesin hakikati kendinedir… Burada ortaya çıkan tabiî soru da şudur:
-“Öyleyse hakikatin hakikati kimde?”
Demek oluyor ki, hakikatin hakikati tek ferdin hakikatinde tecelli ediyor; zorunluluğun ve seçme yapabilmenin, kader ve iradî faaliyetin, gaye ve vasıtanın, sebep ve neticenin, insanî özün, hakikatin izlenişinin “nasıl” ve “niçin”inin, bilgilenme sürecinin “nasıl” ve “niçin”inin, kuşatan çevre hakikati ve kuşatılan olma ilgisinin; aynılık ve farklılık ölçüsünün… Evet; topyekûn varlık ve oluş hakikatinin, baştan sona zamanı kuşatıcı “zamanüstü”nün hakikati kimde tecelli ediyorsa, “Hakikat-i Ferdiyye” odur ve hürriyetin mutlak hakikati de onda tecelli etmiştir.
Bu kısa izâhlardan sonra ortaya çıkan netice şudur:
Herkesin hakikatini bulacağı ve hürriyetini izleyebileceği, düşünce ve aksiyonunun değerini ve nisbetini bulacağı ölçüler manzumesi, Mutlak Fikrin gerekliliğidir ki, bu olması gereken, her ân kendini oluşturan insan şuuruyla kurulamaz.
Her insana, yaptığı her işi yüce bir “vazife” duygusuyla yaptıracak ve yerken, içerken, uyurken, çalışırken, öğrenirken, düşünürken, hattâ nefes alırken, “bütün bunlar niçin?” sorusunun cevabını veren “Mutlak Fikir” şartı anlaşılmadıkça, bu hakikatin dışında kalan mânâya uzak cehennem hayatı, cehenneme giden yol olarak yaşanacaktır… Anlasalar; itaat istenen emirler, hükümler, kanunlar, insana hükmünü hâkim kılıcı olduğu kadar, “gerekli olan” da olmalıdır ki, “gerekli olan”, isteyip istememeyle bağlanılabilen değildir… Dikkat edilsin; kendi kendini izâh eder gibi kullandıkları, “Mutlak Hakikat” kutbuna bağlanması gerektiğini anlamadıkları “tabiat kanunu” ve “fizik kanunu”, “vazife-mükellefiyet” yüklemeyen “zorunlu” kanunlardır. Şayet insan davranışlarının hayvandaki içgüdü sınırından ayrı olarak şuur -yani seçme yapabilme özelliği- içinde bulunuşu ve “ahlâkî keyfiyet” belirtmesi gözönünde tutulursa, “kime ve neye göre?” sorularının cevabı, uyulması gereken “ahlâkî kanunları” gösterir. Uyulması gerekenden bahis, uyulmayabileceği mânâsını da kuşatır… Burada ortaya bir mesele çıkmaktadır: İnsanın da içinde bulunduğu kâinatta, kâinatı bütünüyle kuşatıcı kanunlar insana hükmünü hâkim kılıcı mahiyette ise, insan davranışları hür değildir ki, bu, insanın şuurlu ve seçme yapabilen varlık oluşuna terstir… Öte yandan; insanın da içinde bulunduğu kâinatta, hareket, davranış ve hadiseler arasındaki ZORUNLU sebep-netice ilişkisi kabul edilmezse, “illiyet-sebeplilik” bağının olmadığı yerde bizzat sebep ve netice yoktur ki, “varlık yok!” mânâsı çıkar… Öyleyse?.. Kâinatta her hareket, oluş ve davranış bir sebebe “bağlı” olduğuna ve her sebep bir netice belirttiğine göre, geriye gidişte varılacak “ilk sebep”, başka bir sebebin “zorunlu” kılmadığı “hür” bir sebeptir ki, sebep mefhumunu da halkeden Allah’tır… Hür sebep, kul plânında başkası olmadan başkası için olmanın zirve noktası olarak, mahlûkun kendisinde tükendiği Allah Sevgilisi’nde tecelli ediyor… O hâlde, hem parça bölük doğrularla izâha kavuşturulamayan zorunluluk-hürriyet meselesini, hem kâinattaki bütün varlıkları kuşatıcı ve hükmünü hâkim kılıcı “kanunlar”ın ne olduğu meselesini, hem gerekli olan, hem de istememeyle geçersiz kılınamayan kanunların nereye bağlandığı meselesini, topluca belirtmiş oluyoruz; Allah ile Resûlü’nün, öğrettiği, gösterdiği, bildirdiği… İsteyip istememeyle bağlanabilen değildir, çünkü “her şeyin zıddıyla kaim olması” hakikatiyle menfilikler de O’na nisbetle ve O’ndan; kendi kendine olma iktidarına malik değil… Kâfir, Allah’ın indirdiğini kabul etmezken, zıddından O’na tâbi ve gerçekleştirici oluyor. “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de”… Netice olarak söyleyeceğimiz şudur:
-“İnsan ve toplum meselelerinin hâlli hâlinde, o ne güzel emir, hüküm ve kanundur ki, bizzat Allah ve Resûlü’ne bağlı olmanın şuurunu pırıldatır!”
Hürriyet bahsini hâl ve faslettikten sonra, tek bir özlü cümlede hülâsa edebiliriz:
-“Hürriyet, hakikate esaretten sonra hürriyettir!”
Hürriyetin hem sebebi, hem gayesi, hem hedefi ve hem de esası budur!..
İslâm’da insan, Allah’ın “eşya ve hadiseleri teshir etmesi için” kendisine “halife” olarak yarattığı mahlûk; ve topyekûn insanlık, istese de istemese de, Allah’ın kulu ve Allah Sevgilisi’nin kadrosu… Teklifi kabul edip tâbi olanlar müslüman, kabul etmeyenlerse kâfir… Ve Peygamber sözü:
-“Küfür tek bir millettir!”
İslâm ümmeti-milleti karşısında, küfür milleti… Allah’ın ve Resûlü’nün emirlerine tâbi olanlar, yani müslümanlar, Allah’ın halîfeleridir; küfür soyu da Allah’ın ve Resûlü’nün kendilerine biçtiği hükümlere istihkak kazanmış mevkide… Demek ki, “Hâkim” olan Allah’ın hâkimiyetini temsil durumunda olanlar, müslümanlardır… Müslümanlar, Allah’ın hâkimiyetini temsil eden hâkimiyet sahibi halifeler, kâfirler ise Allah’ın hâkimiyetine ve tabiî ki müslümanların hâkimiyetine tâbi olanlardır… Sözkonusu bahisler içinde devşirilecek neticeleri şöyle hülâsa edebiliriz:
a – İslâmî bir devlet biçimi içinde “hâkimiyet”in kaynağı ve kullanılması, kâfirlerin vehmettiği gibi “havada” ve mücerret bir dava değildir; bu hususa nazaran da “Hâkimiyet Hakkındır!” düsturu, hem hâkimiyetin kaynağını, hem hâkimiyetin -Allah’ın ve Resûlü’nün rızasına uygun davranan ümmet tarafından- kullanılmasını, hem de iktidar olarak tecellisini apaçık çerçevelemektedir.
b – Hâkimiyetin ümmet olarak kullanılmasının, kâfirlerin “halk hakimiyeti” veya “millet hâkimiyeti” diye belirlediği hususla hiçbir alâkası yoktur; hâkimiyetin kaynağı, “ahâli” değil, Allah’ın ve Resûlü’nün belirttiği emirler manzumesidir… Bu anlamda, İslâm’ın devlet şekli ne olursa olsun, idare eden ve idare edilen arasındaki ayırımın mahiyeti, hiçbir şekilde klâsik Batı tasniflerine uymaz; yani tarihte gördüğümüz monarşi şekilleri içinde Sultanlar, İslâm dışı sistemlerin Kralları ile aynı mânâya sokulamayacakları gibi, çağdaş imkânların sunduğu veriler içinde ideal olana en yakın olan Başyücelik Devleti çerçevesinde tecelli eden hâkimiyet ve iktidarın tecellisi de, klâsik Cumhuriyet ve demokrasi nitelemesinin dışındadır… Adı ister Sultan, isterse Başyüce olsun, milletin mânevî şahsiyetini temsil durumunda olan insan, “Allah’ın halifesi ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”dir.
c – Diyalektik, fikrin, ifâde kalıplarında ve telkin unsurlarında büründüğü edâ, ağız, üslûp demek… Her ideolocyanın kendisine mahsus bir diyalektiği vardır; meseleleri tüfek kurşununa benzetecek olursak, fikir barutsa, diyalektik de vurucu çekirdektir… Ve bir davanın haysiyeti, onun diyalektiğinden belli olur. Bir davada “esas” daima yerinde ve sâbit, diyalektik ise zaman ve mekâna göre yer değiştirici ve hareketlidir… İdealler ideali İslâm’ın muhteşem ve muazzam diyalektiği de, dünyada tek örnek, bizim mensup olduğumuz “İslâm’a muhatap anlayış”tır… Genel olarak bir anlayış ve sistem manzumesi bâbında belirttiğimiz hususu, bu manzumenin içinde yer alan -yer alması gereken- devlet şekli ve idare biçimi davasına doğru daraltarak altını çizersek:
-“Bir davada ESAS daima yerinde ve sâbit, diyalektik ise zaman ve mekâna göre yer değiştirici ve hareketlidir.”
Bu hususu, müslüman geçinen bir takım ibiş çehrelerin, kâfir soyuna yaltaklanmak üzere İslâm tarihindeki Emevîler, Abbasîler, Eyyubîler, Selçuklular, Osmanlılar gibi bir takım saltanat devletlerine -güya İslâm adına- saldırmalarına karşı gözönünde tutmak gerekir… İdeal bir şeklin ne olması gerektiği, her tarihî devrenin kendi sosyal dokusu, coğrafi şartları, nüfus durumu, iktisadî durumu, iletişim imkânları, sosyal grupların şekil ve niteliği, sınıfların temayüzü ve insanların kendilerini hissettikleri itibar durumları (meselâ ahlâka kıymet vermekle, para ve şan-şöhrete kıymet veren insan arasındaki fark) ile ilgilidir… Saltanatın pratik çözüm olması bir yana, İslâm’da tek başına bir değer ifâde etmez “irsiyet” faktörünün bugün de çeşitli hastalıklardan “Kriminoloji-suç ilmi”ne ve mevzuun davet ettiği bahislere, insan organizmasından ruhî makbullüklere dair istidada uzanan hakikati nasıl reddedilebilir?.. Haklılık-haksızlık değerlendirmesi ayrı şeydir, gücün haklı kullanılıp kullanılmaması ayrı şeydir, bayrağın gücü olanda kalmasının tabiiliği ayrı şeydir, gücün tayin edici olduğu şartların gözönünde tutulması gereği ayrı şeydir… Babadan kalan mal üzerine oturup iktisadî gücüyle siyasî güç tayinine muktedir olanların durumu demokratik ve çok cici de, iktidarın babadan oğula devri mi çok fena?.. Dikkat edilsin: Biz saltanat müdafaası yapıyor değiliz… Fakat bir takım şapşalların, “cici demokrasi ve kaka saltanat” peşin fikri ile bir çırpıda İslâm tarihini karalamalarını ve müslüman geçinen bir takım yalak tiplerin de onlara yaltaklanmak için buna âlet olmalarını kabul edemeyiz… 70 küsur senelik Cumhuriyet tarihi içinde görünen hangi Cumhurbaşkanı, hangi Başbakan, hangi parti Başkanı; bir Osman Gazi, bir Orhan Gazi, bir Murad Hüdavendigâr, bir Fatih, bir Yavuz, bir Abdülhamid Han, mazlumluk ve çilekeşlik abidesi Vahidüddin Han ayarındadır? Ordusuna bakın, iktisadî duruma bakın, ilmî duruma bakın, bayındırlık durumuna bakın, vezirlere bakın… Bakılacak ve değerlendirilecek olan şey şudur: Murat İslâm’dır ve tarihte -iktidarın şekli ne olursa olsun- kim bu hakikati yerine getirmiştir ve kim getirememiştir.
d – Güya aşağıdan yukarıya doğru pramit gibi yükselen iktidar, tepe noktasında, “hakimiyet milletindir!” yaftası altında tasallut, adaletsizlik, kendi menfaati için her türlü hırsızlık, adilik ve eşitsizliği yaşatırken; bunun tam tersi, monarşi görüntüsü altında adalet, sulh ve sükûn görüntüsü… Bu misâl şunun için: Devlet ve idare şekli ne olursa olsun, “Hâkimiyet Hakkındır!” düsturu ve hâkimiyetin kaynağı ile iktidarın kullanılmasına meşruiyet veren şey değişmez… Bu anlamda da, Hâkimiyeti Allah ve Resûlü’nün emirlerine bağlayan İslâm karşısında, adı ister demokrasi ve isterse monarşi olsun, bütün şekiller, hâkimiyetin kaynağı ve iktidarın kullanılmasına meşruiyet veren husus karşısında, topyekûn bâtıldır… Buradan çıkarılacak bir netice de şudur: İslâm adına güya fikir ileri süren bir takım yalak ve orospu tipler, düğün evlerindeki ziyafete dahil olmak için nüktedanlık taslayan ve sempatik görünme yolunu seçen şerefsizler gibi, televizyonda görünme ve lâik basında yer kapma adına, “barış içinde bir arada yaşama” nanesini yemesinler… Kâfirle bir arada yaşama, ancak İslâm şemsiyesinin altında ona yer göstermekle mümkündür; herhangi bir lâik-demokratik şemsiyeyi kabul ederek, onun altında kâfirle birarada yaşamak değil… Zaten bu şekil, küfrün hâkimiyeti ve müslümanların mahkûmiyetinin görüntüsüdür.
e – “İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır”… Bunun yanında şu husus: Bugün bütün İslâm dünyasında, bir ideolocya manzumesi hâlinde bütün hatlarıyla çerçevelenmiş bizim “Başyücelik Devlet” şeklimizin dışında bir model yoktur… Bunun yanında şu husus: İslâm’da sadece devlet idaresi değil, her sahada geçerli liyâkat ölçüsü olarak, “iş, ehline verilir”… Bunun yanında şu husus: Millet emrinde meclis, meclis emrinde hükümet, hükümet emrinde icra… Herbiri birbirinin içinde olan bu hususlar gözönünde tutulursa, bizim devlet modelimizdeki “Yüceler Kurultayı”nın, yani millet iradesinin teşekkül ettireceği meclisimizin, halkın aldatılmasına, halka yaltaklanmaya, halkın başıboş ve nefsanî temayüllerini yönlendirip sömürmeye dayanan bilinir seçim sistemlerine göre teşekkül etmiş bir yanı yoktur… Her iş ve aksiyon sahasında, temayüz etmiş insanlar, zaten bu nitelikleriyle seçkinleşerek, bulundukları iş ve aksiyon sahasını hayat biçimi olarak kabul edenlerin iradesini temsil durumundadırlar… Dünyayı ahiretin tarlası bilen ve Allah’ın rızasını kazanmaya bakan millet iradesinin bu soydan tecellisi ile, vasıfsız insan soyunu ve millet hurdalığını temsil eden bugünkü meclisin hâlini karşılaştırın!..
Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-,
İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2004, s. 203-217.