Fransız filozof Michel Serres: Fransa'da "felsefe" başlığı altında benim doğumumdan bu yana neler yayınlandığını okursanız, ne bir ağaç kökü, ne bir şelale, ne bir nehir, ne bir ova, ne de güneşle aydınlanan okyanusun parıltısını görebilirsiniz. Bunu "dünyanın reddi olarak" adlandırabilirsiniz: Diktatörlüklerimizin dünyaya ihtiyacı yoktur. Felsefe, dünyayı kaybetmekte yalnız değildir. (Bu, aynen birinin yolunu kaybetmesine benzer.) AMACI DÜNYAYI AÇIKLAMAK, ONU GÖSTERMEK, ONU ANLAMAK VE ÜZERİNDEKİ VARLIKLARI HAZIRLAMAK OLAN İLMİN KENDİSİ, ONU FELSEFE KADAR KESİN OLARAK VE BELKİ DE AYNI SEBEBLERLE KAYBETMİŞTİR.
Felsefenin karın doyurmadığına dair eski bir söz vardır; fakat felsefe olmayınca, karın doymayacağı da aynı derecede doğrudur. Zirâ karın doyurmak, hayatın yaşanmaya değer olup olmadığını tartışmanın, yâni felsefenin neticesidir. Ekmeği yapanlar bunu düşünmeyebilirler; fakat felsefe, sokaktaki adamın kendisine sorduğu ve sormadığı meselelerin sorumlusudur.
Thomas Akinos, aziz mertebesine yükseldi. Aristo, Büyük İskender'in hocası oldu. Volter ise, krallar tarafından sırdaşlığa kabul edildi. Buna karşılık, Sokrat öldürüldü ve Bruno yakıldı. Bir felsefe tarihçisi, bugün kimsenin aklından böyle bir şey geçmemesini şöyle izâh ediyor:
-"İnsanlar, filozofu, günümüzde, öldürmekten çekindikleri için değil, "zaten ölmüş bir şeyi öldürmeye ne lüzum var?" diye düşündükleri için bir şey yapmıyorlar!”
Felsefe öldü mü? Çoğu zaman öyle gibi görünüyor. Harb ve değişiklik içinde teknolojinin prensib aradığı ve prensiblerin bombalarla ifade edildiği bir dünyada filozofların söyledikleri değil, söylemedikleri şeyler ürkütücüdür. Mantık tersi ne dönünce, ihtiraslar serbest bırakılınca, önemli meseleler artınca, insanlar kendilerine istikamet gösterilmesi için ilim adamlarına, psikiyatri mütehassıslarına, sosyologlara, politikacılara, tarihçi ve gazetecilere, kısacası an'anevî yol gösterici olan filozoftan başka herkese başvururlar. Bugün, ilâhiyatçılar insanlara filozoftan daha yakındırlar. Çok kimse, insanlık tarihinde felsefenin artık kıymetini kaybettiğine inanmaktadır. Bir zamanlar bütün ilimler felsefenin hükümranlığı altındaydı. Fakat ilimler, fizikten psikolojiye kadar, yavaş yavaş ayrıldılar ve başlı başlarına birer vahdet hâline geldiler. En önemlisi, bir zamandan beri felsefenin kendisi de geçmişine ve an'anevi vazifesine karşı isyan hâlindedir. Bu isyanın ifade ettiği entellektüel temizlik belki de lüzumluydu. Fakat ne var ki, şimdiki felsefe insanlarla değil, kendi meseleleriyle meşgul olmakta ve hayat hakkında değil, felsefe hakkında felsefe yapmaktadır… Bir Amerikan Üniversitesindeki felsefe bölümü başkanı şöyle diyor:
-"Felsefenin sistemi yoktur. Ahlâkî hakikatler yoktur. Sadece hususi ahlâkî meselelerin açıklanmış şekilleri mevcuttur. Bu açıklamalardan faydalanarak kendiniz için bir hayat felsefesi meydana getiriniz! Dünyada meselelere cevab bulunmuş olduğunu sanıyorsanız aldanıyorsunuz! Cevab yoktur. Bunu cesaretle kabul etmek lâzımdır!"
Felsefe hususunda kötümser düşünceler yayılmadan önce, filozoflar dünyanın nihaî gayesi üzerinde mantık ve bilgiyle neticeye varabileceklerini sanıyorlardı. Filozofların kendilerine en çok güvendikleri devre 19. asırdı. Hegel 18 muazzam ciltte "tez-antitez" ve "sentez-diyalektik" mantığı ile hayatın bütün cebhelerini ifade etmeye çalıştı. Hegel de, maddî dünyanın yalnız mutlak ruha nisbetle var olduğunu anlatan idealist prensibi ile F. H. Bradley'in fizik felsefesine yol açtı. Bradley, ZAMAN VE MEKÂNIN OBJEKTİF BİR HAKİKAT OLMADIĞINI iddia ediyordu... 20. asrın başında ilim ve mantık idealizmden dönüşe yol açtı. William James ve tesirindeki pragmatistler, mutlak ruha küfrederek prensib ve kategorilerden, netice ve hakikatlere döndüler. Hegelciliğe karşı en tesirli başkaldırma, iki grubta müşahede edildi: Amerika ve İngiliz üniversitelerinde tahlile bağlı filozoflar ve Batı Avrupa'da kökleşen Varlıkçıların taraftarları.
Tahlilî ihtilâl iki inançla başladı: Birincisi, tecrübenin, maddî cisimlerin gerçek olmadıklarını söyleyen nazariyeyi çürüttüğü iddiası, ikincisi ise felsefenin hakiki dünyayı incelemekte ilimle yarışamayacağı, dolayısıyla bu işten vazgeçmesi inancı... Tahlilî düşünce mütefekkirleri, felsefenin gerçek vazifesinin eski Sokratik soruya, "ne demektir?" sorusuna cevab aramak olduğunu kararlaştırdılar. "Ne demektir"i incelemenin birçok yolları vardır. (G.E.Moore, felsefenin günlük inançlarla ilgilenip, bunları inceleyip açıklamakla vazifeli olduğunu söyledi. Bertrand Russell ise, sahte bir sembol dili meydana getirerek ilmî ve tasvirî cümlelerin doğru olup olmadıklarını kontrol etmek için bir usûl aradı. Viyana ekolü, yâni mantikî pozitivistler, fikirlerini 1930 sıralarında İngiltere ve Amerika'ya getirdiler. Onlara göre, bir cümle, tecrübeye dayanan araştırma ile doğrulanmazsa saçma sayılır. Nihayet bir kısım Avusturyalı filozoflar, birbirlerinden ayrı olarak, felsefenin mânâdan ziyâde kullanışla ilgili olduğunu ortaya attılar. Çeşitli tahlilci ekollerin müşterek inançları, felsefenin dünyaya söyleyecek bir sözü olmadığı, VUZUH VE MANTIKî DÜŞÜNCENİN KLÂSİK METAFİZİK MESELELERİ YOK EDECEĞİ idi... Avrupa'da felsefî isyan başka bir şekilde göründü. Almanya'da HUSSERL, "fenomenoloji" diye adlandırdığı bir tasvirî ilim meydana getirdi. Onun metodu, muayyen bir tecrübeyi, buna benzer bütün tecrübelerin hatıralarını, tecrübenin menşe' ve mânâsını zihinden tamamiyle çıkararak incelemek ve tasvir etmekti. Böylece, hükmü belirli bir şekilde durdurarak, zihnin zamanla incelenen şeyin cevherine varabileceğine inanıyordu. Alman filozofunun bu son derece zor görüşü, Martin Heidegger ve Sartre gibi modern filozoflara tesir etmişti. Varoluşçular, bütün varlıklar içinde yalnız insanı karar verme ve "saçma, esrarlı bir varoluş" içinde çeşitli imkânlardan birini seçme hakkına sahib görüyorlardı. İnsan olmak için bu seçme hürriyetini kabul etmek ve yaşama şekli üzerinde karara vararak ümitsizlik ve endişeden kurtulmak lâzımdı. Bu felsefe dinî bakımdan faydalı olabilir. Zirâ, yapılan seçme, ruhî bir gaye uğrunadır. Fakat aynı felsefenin dinsiz şeklinde, karar yalnız karar vermek içindir ve insanlar bu yüzden büsbütün ümitsizliğe sürüklenebilirler; zirâ gayesini bulamaz.
Modern felsefenin iki cereyanına mensub mütefekkirler, hakikati, mantığı ve tabiatı anlama gayretindeki metafiziği, yâni felsefenin temelini kaldırmış görünüyorlar. Zamanımızda tahlilci mütefekkirler, varlık, sebeb, serbest irâde gibi metafiziğin sorduğu soruları bertaraf edip, ikinci derecede kalan metod meseleleriyle ilgilenmektedirler. Öte yandan VAROLUŞÇULAR yine büyük çapta soru soruyorlar. Bununla beraber GÖRÜŞLERİNİN MERKEZİ, FİKİRDEN ZİYADE İNSAN OLDUĞUNDAN, SİSTEMATİK DÜŞÜNMELERİ İMKÂNSIZ BİR HAL ALIYOR. Dolayısıyla, iki cereyan için de, "hakikat nedir?" sorusuna cevab vermek imkânsızlaşıyor. Mantığa dayanan bir inanç karşısında filozof, bir şeyin ancak tecrübî delile dayanarak doğru veya yanlış olduğunun söylenebileceğini iddia eder. Bir dil filozofu, bir tek kelimenin kaç türlü kullanılabileceğinin tahlilini yapmakla yetinir. Bir varoluşçu ise, bir kelimenin bir insanla münasebeti üzerinde uzun uzun durur.
Çeşitli felsefe cereyanları, felsefeyi profesyonel bir zekâ oyunu hâline getirmişlerdir. Varoluşçular, çeşitli piyes ve romanlarda insanoğlunun durumunu inceliyorlar. Fakat felsefî ifadeleri kadar karmakarışıktır ki, birisi "Heidegger'i okumak, ıslak kumda yüzmeye benziyor!" diye şikâyet etmiştir... "Felsefe her bakımdan anlaşılmalıdır!" diye bir kaide yoktur, Aristo, Hegel veya Einstein'ı sokaktaki adam anlayamaz. Lâkin şimdi filozoflar bile birbirlerini anlayamıyorlar. Neticede bugünkü felsefe ve mütefekkirler arasında çirkin ve geri kafalı tutumlar, mücadeleler mevcuttur. Filozoflar, çocukça ve mânâsız çekişme içindedirler. Bununla beraber, bazı filozoflar insanlığın hakiki meselelerini ele alarak felsefeden faydalanmaya başlamışlardır. Hatta bazı tahlilci filozoflar, metafizik meselelerine bile cevab vermeye uğraşmaktadırlar. İngiltere'nin ünlü filozoflarından P.F. Strosen, metafizik hakkında bir kitab yazmış, insanların sadece bir cisim mi, yoksa gayesi bulunan organizma mı olduğu sorusunu incelemeye koyulmuştur.
İlk tahlilci mütefekkirler, dilin açıklanmasıyla felsefenin bütün meselelerinin kolaylıkla izâh edilebileceğini sanıyorlardı. Modern filozoflar ise, bunun doğru olmadığını anlamışlardır.
İngiltere'de filozoflar, bedenin zihinle münasebeti ve insanoğlunun "davranışındaki sebeblilik" gibi çok eski meseleleri yeniden ele almaktadırlar. "A hâdisesinin B hâdisesi ile aynı olduğu nu söylemek mümkün müdür ve şayet mümkün ise neden?" gibi meseleleri tazelemişlerdir. Orta çağlarda felsefenin sorduğu sualleri çoğu zaman ilâhiyat cevablandırıyordu veya soruyordu. Bugün ise, büyük felsefi meseleleri ilim doğurmaktadır. Bazı kimselere göre, ilim, felsefenin cevablandıramayacağı meseleleri ortaya atmaktadır. Meselâ, tamamıyla şuurlu ve serbest hareket eder görünen ölçme cihazı robotlar, insan gibi şuurlu varlıklar sayılabilir mi?
Şöyle soruluyor: Felsefe insanoğlunun ufkunu genişletmeye muktedir midir?.. Şöyle cevab veriliyor: Hegel bile, "Minerva ancak gün battıktan sonra yükselir!" demiştir. Minerva: Mantık tanrıçası... "Bugün de gölgeler derinleşti, mantıkın uyanma zamanı geldi!"... Bizzat Batı'nın işi kuru bir umuda bağlaması şeklinde kendisine bakışı böyle!
İşin en doğrusu şu ki, bugün beşeriyet felsefeye karşı iki yol ağzında bulunuyor: Ya her şeyi ve hususiyle öteleri ve ruhu inkâr temayülü yüzünden felsefeyi red ve iptal, yahut da tam imân ve mutlak hakikate pazarlıksız bağlılık yüzünden felsefeyi yine red ve iptal... Felsefenin kaderi, ne türlü olursa olsun, red ve iptal edilmeye mahkûmiyet şeklinde tecelli ediyor ve bu gidişle davayı "hiççi"lerin değil, "hepçi"lerin kazanacağı ümidi artıyor.
Batı'nın kendi kendisini muhasebe ve murakabe ederken sorduğu sorular, tesbitler ve teşhisler... Mütefekkir Massignon:
-"Kalabalık bir orkestramız, zengin bir paletimiz veya çeşitli kaynaklarımız var. Kurnazlık ve ustalıkta o kadar çok şey biliyoruz ki, belki şimdiye kadar hiç kimse bunları bilmedi. Hayır! Bir şeyimiz eksik: DEĞİŞMEYEN PRENSİBİ BİLMİYORUZ, EŞYANIN RUHUNU TANIMIYORUZ, MEVZU HAKKINDA FİKRİMİZ DAHİ YOK. Notlar alıyoruz, geziler tertibliyoruz... Yazık, yazık... Bilgin oluyoruz, arkeolog oluyoruz, tarihçi, doktor, işçi veya zevk insanı oluyoruz; neden yapıyoruz bütün bunları? İyi, güzel de, KALB NEREDE? İLHÂM NEREDE? AĞACIN SUYU NEREDE? NE YAPMALI VE NEREYE GİTMELİ?"
Kalb nerede? İlhâm nerede? Ağacın suyu nerede? Ne yapmalı ve nereye gitmeli?.. Biz bir yana, bu suâllerin cevabını ünlü İngiliz tarihçi Toynbee veriyor:
-"İstikbâl İslâmındır! Denenmemiş bir o var!"
"Bir ağacı görme"nin veya "flüt sesini işitme'nin sırrını çözmeye çalışan Ryle'dir... Ona göre fizyologlar kulak davuluna fizikî bir tesirin gelmesinden, süjenin-şahsın flütün notasını duymasına kadar geçen süreçler zincirini izleyemezler ve hattâ bunu nasıl izleyeceklerini dahi bilemezler. Ona göre GÖRME BİR SÜREÇ DEĞİLDİR, TECRÜBE HİÇ DEĞİLDİR, DİĞER FİİLLERE BENZETTİĞİ BİR FİİLDİR. Ona göre bu, çözümlenmesi zor iç'e âit bir olgu veya iç'e bakışla ilgili bir süreç de değildir ve hattâ bir olgu da sayılamaz"... Batı materyalizmi, zihin ve beden şeklindeki dualist geleneği sürdürmüştür. Dünyayı iki parçaya ayırmıştır. Bunlardan birincisi, ilmin haşmetli şemsiyesi altında hüküm süren fizikî, maddî, mekanik ve rasyonel dünyadır. İkincisi ise; tıb, iş çevreleri, felsefecilerin büyük çoğunluğu ve ilmin kendi dalları tarafından aşağı görülen, yok farzedilen veya görmezlikten gelinen hissî, ruhî ve sanata âit dünya, -ve genel konuşmak gerekirse yaşanan tecrübelerin muhtevası-dır.
Felsefenin akıbeti hakkındaki tesbitler yaklaşık 50 seneden bugüne uzanan bir süreci gösterirken, bugün düşünce, Doğu menşeli mistik yaşayışların Batı düşünce formasyonu içinde ifâdesi ve İslâm'a bakışa dönmüştür. Bunun dışında genel bir hiççilik içinde günlük yuvarlanmalar.
İman ve Tefekkür, s. 187-195