(…)Türkiye'de hiçbir iktisat profesörünün de bilmediği bir şey söyleyeyim: İhtiyaç kavramının izâfî olduğunu bilirler ama, İHTİYAÇLARI ALET DOĞURUR doğrusunu bilmezler!.. İktisat mücerret ruh ve fikrin doğurduğu ihtiyaç, makine ise iktisat aletinin doğurduğu ihtiyaç olarak âlettir ki, ihtiyaçları doğurur; iç içe zincirleme bir oluş... Hani sanayileşme bir «jeni» meselesidir diye bağırıyorum anlamıyorlar ya, işte bu yüzden!.. Öbürü çıkıyor, «bu iş bir siyasî tercih meselesidir!» diyor... Onun da siyaset nedir veya ne değildir, haberi yok...

(…)

— «Ağır sanayi ütopyasını, memlekette keşif dehâsı ve işi yerli ve orijinal kaynaklara bağlama marifeti teşekkül edinceye kadar tatil etmek diyorsunuz...»

Görüş: Halâ ne diye şeriattan kaçıyorsunuz? Görüş: Halâ ne diye şeriattan kaçıyorsunuz?

— «Evet; çilesi çekilmiş, kana karıştırılmış ve hak edilmiş bilgi ile aşağılık kopyacılığa yeltenme arasındaki farkı nasıl anlamıyorlar?.. Çilesi çekilmemiş, dehâsına erilmemiş kopya bir yelteniş olan ağır sanayi altında iflâsımızın büsbütün meydana çıkacağı hikmeti nasıl görülmüyor?.. Ustasından cıvatasına, muharrik kuvvetinden hammaddesine kadar her şeyi dışardan getirtilen bir sanayiin döviz yolları kapanınca ne hâle geldiği nasıl takdir edilemiyor ve bu hâlin temelsiz sanayileşme Donkişotluğundan doğduğu niçin anlaşılamıyor?.. Hiçbirinin izâhı, tahlili, terkibi yok; makine bilmecesinin Batı'nın baş çilesi olduğunu, insanoğlunu homongolosa çevirdiğini anlayan, çözmeye çalışan yok... Ya ne var?.. «Vay anasına!» desinler yeter...»

— «Efendim, biri sizin getirdiğiniz «Felix Culpa-mutlu cürüm» tabiri çerçevesindeki mânâlandırmaları yazıyor da, ağır sanayi masalının buna girdiğini anlamıyor!..»

— «Güzel, çok iyi görüyorsun!.. Şimdi benim bir misâlim var, yazdım: Sanayileşmekteki kısırlık ve iş dehâsına uzaklık hâlimizi, yerli film diye ortaya atılan her bakımdan pespaye eserlerin vücuda geliş şartları misâllendirir... Ham film; dışardan gelir... Alıcı, verici makineler; dışardan gelir... Laboratuar malzemesi; dışardan gelir... Kimya unsurları; dışardan gelir... Senaryo; ecnebi filmlerden aparılır... Sanatkâr; yabancı artistlere özenir... Ve, işbu filmin sadece seyircisi yerlidir; o da tam değil!.. Bu misâli, bütün imâl sahalarımızda ve yerli mal davamızda akametimizin sembolü olarak gösterebiliriz... İşin neresinden anlatmalı bilmem ki?..»

— «Efendim, her şeyin her şeyle alâkası içinde, bu meselenin hangi meselelerden haberdar olunmadan konuşulamayacağını göstermek... Bu meselenin birbirini karşılıklı olarak etkileyen sanat ve ilim dallarının sonucu olduğunu...»

— «Evet, evet!.. En girift meselelerin muhakeme selâmeti bakımından kolayca basite ircâ yolu vardır... İşi çeşitli cephelerden tattırmak ve kat kat binanın kurulabilmesi, işin anlaşılabilmesi için, esaslı bir döküm yapmak şart; anlasınlar ki, ağır sanayi bugün için isteyip istememe değil, şartların yokluğu mevzuudur... Önce ideolocyanın tarifini vermeli: «Fert ve toplum arası inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesi... Ferdin ve toplumun inşâındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi»... Bütün kâinat, görünen ve görünmeyen mevcudu ile külli ruhun emrinde bir filmden başka bir şey değildir; kendisiyle yok, onun billûrlaşması hâlinde var... İnsan, tesir edici eser hüviyetiyle enerji merkezi ve tabiat onun karşısında istihsâl sahası, iş sahası... Ve bilen olmadan bilinen olamayacağı hakikatiyle, ruhun «nasıl» tavrı ve arkasından aklın «niçin» arayışına muhatap olmadan, tabiâtın kendi kendisinin «izâh»ı ve kendi kendisinin keyfiyetini ifade eder bir teselli kelimesi olmadığının şuuru... İşte derli toplu ilk ipucu!.. Tabiî anlayana... Sonraya bırakmıştım ama, şimdi söyleyeyim: Kendini insana empoze eden varlık, varlığın ruha mukavemet edişidir ve bu karşılıklı tesir içinde insan, ruha mukavemet eden varlığı kavramak için, yapma varlığı, yani tekniği meydana getiriyor; varlığı kavramak için, yapma varlık... Yeni fizik, ruhla varlık arasındaki bu alışverişi, bu karşılıklı etkiyi hesaba katmadan bilginin ve varlığın anlaşılamayacağını gösterdi. Şimdilik, her inanılan şeyin bir ideolojisi olduğunu hatırla ve hisset yeter... İnsan tabiat plânı karşısında tek olarak ifadesiz demiştim; kemmiyet bir zaruret... İnsan, bütün mevcutlar arasında kendini çoklukta ifade ediyor; insan çok olunca, emek de çok oluyor... İnsan emeği de çeşit çeşit; hilkatin bünyesi bu... Önce insanın tabiat plânı karşısındaki ifadesizliğinin ve kemmiyet zaruretinin getirdiği emek çeşitliliği üzerinde duralım: Dış dünyanın uyaranlarına karşı ruh tepki gösterirken, ruha mukavemet eden varlığın keyfiyeti ve niteliği, insanın harcadığı emek ve çabanın niteliğini de gösteriyor. Kısaca; ilgilenilen mevzularla emek arasındaki alâka… Varlık çeşidi boyunca emek görünüşü. Şimdi ne oluyor?.. Eşya ve hadiseler karşısında ruhun «nasıl» tavrına karşı akıl «niçin»lerle yaklaşıyor ve fikir zuhura geliyor; mevzulara tahsis olmuş «ruh»un fikirleri mânâsına fikir... Bilmem anlatabiliyor muyum?.. Meselâ ruh su ise, soğukta donarak buz, sıcakta kaynayarak buhar hâlinde, aslî keyfiyetin soğuk ve sıcaklıktaki görünüşleri olarak, mevzuya tahsis edilmiş fikirler oluyor... Şimdi ince bir mesele: Ruhu ve ruhçuluğu, hava tabakasının yeryüzüne mıhlı olması gibi gören ve onu insanın bütün oluş ve görünüş sahasına perçinli bilen biz, böylece her şeyi insan ve toplum için olduğu kadar, keyfiyetçiliğimiz icabı, kendi öz cevheri için ele alırken, yine de her şeyin bir «insan için» yönü olduğunu belirtmiş oluyoruz... Hani yukarıda «kendini ruha empoze eden» şeylerden ve varlığı kavramak için insanın yapma varlığı, yani tekniği meydana getirdiğinden bahsettim ya... Bak şimdi de nereye vardık: Nasıl ki kendimizi ifadeye geçerken ruhumuzu birbirinden farklı kelime klişelerine bindirerek, «farklılık» içinde ruhumuzda «yekpareleştirdiğimiz» mânâlar zemini kuruyorsak; nasıl ki bu klişeler içinde ruhî muhteva pelteleşiyorsa, demek ki varlığı kavramaya dair teşekkül eden her uygulama, kaynağı ruh olan bilginin değişik derecelerdeki tezahürü olarak «pratik» ifade ediyor... İşte, belli bir mevzuya tahsis edilmemiş ve özel bir mânâ yüklenmemiş olarak teknik budur; uygulama, hareket, pratik...»

— «Efendim, o hâlde teknik, tıpkı pratik gibi, üstüne nisbetle teknik, altına nisbetle uygulanacak teori gibi mi oluyor?..»

— «Evet, çok iyi görüyorsun; teknik, uygulanmış ilim demektir... Bir mevzuda bir araya getirilmiş düzenli bilgilerin bütünü teori olduğuna göre, teorik bilginin uygulanışı... Ya sanayi?.. Sanayi, «sanatlar» mânâsındadır ve insana gerekli eşyanın temini yolunda, pratik bir yarar amacıyla hammaddeyi mamul madde hâline getiren iş ve üretimi temin eden araçların tümü mânâsınadır. Sınaî; tabiî olmayan, yapma... Teknoloji; bir endüstrinin makine, âlet ve yapım metodu olarak, «çeşitli» bilgi dallarının pratik alanda sistemli uygulanışı... Dikkat etmelisin; sana işin fizik hakikatinden metafizik mânâsına kadar çeşitli yönleriyle yaklaşıyorum... Çünkü bu işi, profesöründen, edebiyatçısından, politikacısından, esnaf takımı yazarına kadar, anlayan ve anlatabilecek bir tek kişi bile yok. Bir de utanmadan çağın İslâm’ı beklediğinden, kurtuluşun İslâm'da olduğundan bahsederek ortaya çıkıyorlar... Doğru, ama hani nerde bekleneni şahsında pırıldatan idrak?..

(…)

Maddeci şöyle konuşur: Artık felsefe devri geçmiştir. Bir şeyi anlamak, onun künhüne nüfuz etmek, mücerretleri kuşatmak diye (metafizik) bir sıkıntıya yer kalmamıştır. Pratikte, eşya ve hadiseleri tasarruf, onlara tahakküm, onları verimlendirme devri açılmıştır. En iyi anlayış ve tam kavrayış, elektriğin ne olduğunu bilmek değil, onu bir nakil üzerinde ve bir ampul içinde zaptetmektir. Hiçbir kafa humması, mide gurultusundan daha aziz değildir. Mutlaka mefkûreleştirilmesi gerekli bir şey aranıyorsa o da makinedir... Ruhçu da şöyle cevap verir: insan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir, mücerret fikir, arayıcı, tarayıcı, çırpıma, çatlayıcı fikirdir, işte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu. Fakat durak ve gaye onlar değil, öteler, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk... Eğer mücerret fikir olmasa ve her şey hayvani bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibe kanunu bulunur muydu?..»

— «Anladın değil mi?.. Edebiyatın mücerret ve müstakil idrak zemini oluşunu, fikirde ağır sanayiye ulaşmamışken, daha işin ham maddesi olan meselelerin bile ne olduğunu bilmeksizin, bunun bir dalı hâlindeki makine işi olan ağır sanayiden bahsetmekteki garabeti?..

(…)

Şimdi işi genel bakış açısından endüstri, makine ile alâkalı ağır sanayi mihrakına doğru daraltalım. Bu iş, başın başında bir «jeni-bünye» meselesidir, bir kültür davasıdır. Toplum bünyesinin ve kültürünün, kendi içinden ifrazı, bünyenin tezahürü olacak. Söyledim ya; ihtiyaçları âlet doğurur ve ilk âlet ruh ve fikirdir... Hani söyleyip duruyorlar, «ihtiyaçların karşılanması» filân diye... İhtiyacı neye göre tesbit ediyorsun?.. Kendini empoze eden ihtiyaç, hangi ruhî ve fikrî muhtevanın tezahürü?.. Bu ruhî ve fikrî muhtevayı kabul ediyor musun?.. Etmiyorsan, onun yerine neyi ve niçin kabul ediyorsun?.. Demin, insanın mevcutlar arasında kendini çoklukta ifade ettiğini ve kemmiyetin bir zaruret olduğunu söyledim, insan emeğinin çeşitliliğinden bahsettim... İnsan emeği; duygu, düşünce ve iradî faaliyetler... Bu yumak «ben şuuru»nu gösteriyor; bir bünyeyi. İdeolocya neydi?.. Bir insanın inandığıyla, iş ve eseri arasındaki uygunluk. Uygunluk... İnanılan fikrin, faaliyetlerle iş hâline dönüşümüyle, ruhî muvazenenin temini. Fikir olmadan hareket olur mu?.. Olmaz... İdeolocya, ferdin ve toplumun inşâındaki «bütün esas»ları veren fikirler manzumesi olduğuna göre, soralım: İnsanın insanla, insanın tabiatla olan ilişkilerini, insanın âlemdeki rolü ve gayesini, tek kelimeyle ruha kendini empoze eden, mukavemet eden varlığı, bütün yönleriyle kavrayıcı, ideal değerlerle pratik değerler çerçevesindeki meseleleri irfan kıvamı hâlinde ortaya koyan bir ideolocyan var mı?.. Hava tabakasının yeryüzüne mıhlı olması gibi, en derin tecritle en katı müşahhasa yol verici bir keyfiyet cevherin; Mutlak Fikre ölçü ve ruh (kabuk ve öz) uygunluğu içinde, her şeyin insan ve toplum için olduğu kadar, kendi kendi öz cevheri için ele alınması gerektiğini gösteren, bu keyfiyetçilik idrakini pırıldatan «mücerred idrak» zeminin, ideolocyan var mı?.. Mutlak Fikrin şekil ve ruhunu, varlığı kavramak için giriştiğin duygu, düşünce ve iradî faaliyetinin mevzuları ve şubeleri içinde, peteklere bal doldurur gibi yaptın mı?.. Mücerret mânâda teknik neydi?.. Varlığı kavramak için yapma varlık. İdeolocya manzumesi, sistem, dünya görüşü ne oluyor?.. Eşya ve hadiseleri kavramanın mizaç (karakter), üslûp (ifade tarzı) ve usul ölçüsü oluyor. Usul ne demektir?.. Bir ilim veya tekniğin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, «esas»a götüren yol olarak «metod» karşılığı. O hâlde dünya görüşü, sistem, ideolojik vahidler (mevzular ve mevzu bölümleri) manzumesi... Evet; bunlar, varlığa yanaşan şuurun mizaç, üslûp ve usul ölçüsünü gösteren, bu mahiyetiyle de her türlü mevzuuyla kayıtlı (ilim ve teknik) idraktan önce, yani bir mevzuya tahsis olmuş mahâlli idraktan önce gelen tekniktir. Teknik neydi?.. Uygulama, pratik, hareket, emek, yapma varlık... Buna göre, karşımıza bir mesele çıkıyor: İdeolocya, sistem, dünya görüşü, neyin uygulaması, pratiği, hareketi, emeği ve yapma varlığını temsil ediyor?.. «Yapmak» bir fiildir, bir faaliyettir, bir harekettir; duygu, düşünce ve iradî... Bildiğimiz için mi faaliyet gösteriyoruz, yoksa faaliyet gösterdiğimiz için mi biliyoruz?.. Hemen söyleyeyim; bu iş şuurun kaynağının son tecridde ne olduğu meselesine çıkar ki, insanın aradığının ne olduğunu bilmeden bulduğunun da ne olduğunu bilemeyeceği noktasından hareketle, «bilinenin aranması» şeklinde ruhî çabaya dayanır... Demek ki, ruha mukavemet eden varlık karşısında duygu, düşünce ve iradî faaliyette bulunurken, bunlardan hangisinden hangisinin doğduğu, teorinin mi yoksa pratiğin mi önce olduğu, teorik aklın mı pratik akıldan, yoksa pratik aklın mı teorik akıldan çıktığı, teorinin mi pratikten, pratiğin mi teoriden çıktığı... Evet, bu meseleler, kullanıldığı yere göre mahiyeti değişen teori ve pratikin mânâları, her türlü faaliyetin ruhî çabaya bağlı olduğu ve ruhî çabayı gösterdiği hakikati idrak edilmeden çözümsüz kalır. Ruhî çabayı nihayetin nihayetinde «ruhun ruhla bilinişi» olarak ruhun pratiği olarak görürsek, duygu, düşünce ve iradî faaliyet olarak ayırdığımız her türlü teorik ve pratik faaliyetin, ruha nisbetle gerçekleştirilen pratik olduğunu görürüz... Burada karşımıza daha ince bir mesele çıkıyor: Yukarıda söylediklerimden anlaşıldı ki, ruha mukavemet eden varlığı kavramak için, insanın «yaptığı» düşünce, hem teorik, hem pratik, hem metod olarak, bir yapma varlıktır. İş gele gele, «insan» kelâmının, lisânının, dilinin, ne dersen de, evet; dilin de, «ilk dil ilk emirdi»den türeyen bir yapma varlık, teknik olduğuna geliyor... Söylemeye gerek var mı? Dil olmadan düşünce olmaz ve düşünce olmadan da dil kurulmaz... Hani sanayinin tarifini verirken, hammaddeyi «mamul» madde hâline getiren iş ve bunu temin eden «araç»ların tümü mânâsına geldiğini söylemiştim... Hatırladın mı?.. Bir şey söylemek için her şeyi söylemek gerektiğini ifade etmiştim... O hâlde «varlığın muhtevasından şuurun çıkardığı form» mânâsına insan kelâmı yapma varlık olduğuna göre, dilin «mamul» terkibi bilinmeden, uçsuz bucaksız hırıltı ve dırıltıdan, kâinatın plânı olan dil çıkmaz... Anladın değil mi? Pratiğin sayısız tekrarlarıyla dil doğmaz... Bir misâl verelim: Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti de olmaz. Marksistler derler ki «pratiğin sayısız tekrarlarıyla ilk doğruya varıldı»... Biz de deriz ki, eğer doğru düşünce olmasaydı, pratiğin sayısız tekrarlarıyla doğru düşünceye varılacağı düşüncesi de olmayacak, doğruya varıldığı da bilinmeyecekti!.. Daha önce söyledim: İnsan aradığının ne olduğunu bilmeden, bulduğunun da ne olduğunu bilmez...

(…)

Zannediyorum, bir dünya görüşünün neyin uygulaması, pratiği, hareketi, emeği ve «yapma» varlığını temsil ettiği anlaşıldı. Bizimki malûm, «Mutlak Fikre» nisbet içinde; Allaha Resulü'nün gösterdiği yoldan bağlı olmanın mizaç, üslup ve usul ölçüsünün pratiği, İslâm dışı olanlar ise, ilk Peygamberden Sonuncusuna kadar dine tersinden nisbet içinde olanlar... Söylemeye gerek duymuyorum; kendisine kitap gelen Peygamberlerin şeriatının, kendisinden sonra gelen Peygambere kadar geçerli olduğunu biliyorsun... O hâlde, Gaye İnsan-Ufuk Peygamber'in şeriatı dışındaki (zaten aslıyla hiçbiri kalmamıştır) bütün düşünceler, «Mutlak Fikrin» antitezi hâlinde, tersinden O'na nisbet içinde; bütün değişik tonlarıyla, çeşitli dereceler içinde tersinden nisbet... Netice olarak; Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı... Her hâlde, ruha mukavemet eden varlığı kavramak için yapılan «yapma varlık-teknik» ve bunun neyin uygulaması, pratiği, hareketi, tekniği olduğunu anladın; EDEBİYYAT'ta ağır sanayi esprisini... Şimdi gelelim, endüstri ve makineyle alâkalı ağır sanayi meselesine; makine-teknik işine... Kısa kısa geçelim: İnsanla insan, insanla tabiât ilişkilerini «Mutlak Fikrin» ölçüleri ışığında ve ipuçlarını bünyesinde toplamış, eşya ve hadisenin her ân yeniliği içinde «hareket içinde hareketle zenginleşecek olan», bu hayatiyeti ihtiva eden dünya görüşü, sistem... Tatbikin tatbiki hâlinde hep bu bünyenin pekiştirilmesi doğrultusunda sarkılan meseleler... Allah'a Resulü'nün gösterdiği yoldan bağlı olmanın mizaç ve üslûp ölçüsünün ne demek olduğunu gösterici, bunu her iş ve verim sahasında tüttürücü meleke... Biliyorsun, meleke kuru ve ezbere bilgi değil, bilmeyi bilme ve yapabilmeyi bilme şeklinde, fiilin içine işlemiş işletici sıfattır... Ebedî arayışı temsil eden büyük idrak soyluları, mücerret ve müstakil «idrak» zeminini açacak; ilm-i edebin çeşitli yönlerini toplayıcı idrak zemini... Anlıyorsun değil mi?.. Arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı fikrin, keşif ve eriş dehâsı... «Her şey insan ve toplum için olduğu kadar, kendi kendi saf cevheri içindir» anlayışıyla, etrafıyla nisbetini muhafaza eden mevzuuyla kayıtlı mahâlli idrak çerçevesinde, keşif ve erişe erecek idrak soyluları ve zemini; tecrid istidadı... Tecridlerin en soylusundan fışkırıp teşhislerin en ihtişamlısında billurlaşan bir ruhun giyindiği iskelet gibi, mahalli idrak kaydı içinde bile maveraya sarkış yollarını gözleyen ilim anlayışı... Keşif ve eriş dehâsı... Bir şey söylemek için her şeyi söylemek gerektiğini anlıyorsun değil mi?.. Her şey bir yumakta iç içe... Mevzuyu biraz daha daraltarak, geldik «müsbet bilgiler»in tarifine... Gayet kolaydır; eşya ve hadiseleri bütün dış kanunlarıyla, «amelî-pratik» fayda bakımından teftiş, arama, açıklama ve insan iradesine bağlamak yolunda akim istismar payı... Daha da daraltarak söylersek, kendini daha ziyâde «teknik-fen» tabirinde özdeşleştirir... Müsbet bilgiler için kıymet hükmümüz: İslâm müsbet bilgiler manzumesini, dünyaya değer verdiği nisbette kıymetlendirir; nasıl dünyanın değeri hakikatte sıfır, fakat ahirete ekin sahası olmak bakımından namütenahi ise, müsbet bilgiler de, ruh değerleri önünde adi ve sefil oyuncaklar tezgâhı, fakat ebedî hayat işçilerinin hamle ve hareket vasıtası olarak hudutsuz kıymettedir. Her şeyle beraber müsbet bilgiler tohumunun da Peygamberler eliyle gelmiş olduğunu düşünmek, hepsi de İslâm çizgisi üzerinde bulunan Allah Resullerinin ve onların hepsini birden tamamlayıcı En Üstün Resûlün hak din zaviyesinden müsbet bilgilere ait kıymet hükmünü gösterir... Kıymet hükmü şu bakımdan mühim: İşi en üstten alıp aşağıya doğru derecelemeyi gösteren ve bunun temelden çatıya doğru yükselmek olduğunu anlayanla, herhangi bir plân ve projeye sahip olmaksızın çatıdan başlayarak temele inileceğim sanan komik arasındaki fark anlaşılsın. Müsbet bilgilerin bir dünya görüşüne nisbetle, yeri, değeri, mânâsı ve rolü... Anlıyorsun değil mi?.. Ağır sanayii (endüstriyi) kurmadan önce, ağır sanayii doğuracak mücerret idrak zemini hâlinde, müsbet ilim dallarının EDEBÎYYATı lâzımdır ki, gerek doğuş, gerek değer, gerekse ihtiyaç olarak bu idrak, «ruh»a mukavemet eden varlığı kavrama çilesini belirten «mücerret idrak-mücerret fikir»in yolda bıraktıklarıdır...

(…)

Makine, insan gücünü iptal etmek, insanı ıskartaya çıkartmak ve ortaya işsiz adamlar yığmak değil, aynı insanları daha verimli kılmak içindir!..

(…)

Görüyorsun; makineyi yapan ve birbirini doğuran makineler manzumesini yapmak bir yana, ondan önce gerekli olanın «kafa» olduğunu... İşin başı, ne yaparsan yap, önce «hadiseye yanaşan insan şuuru» meselesinde. İşin alt yapısı bu... Öyleyse netice: bir toplum kendi ideolojisini üretebildiği ölçüde kendi teknolojisini üretebilir.

Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, İbda Yayınları, İstanbul, 2013, s. 92-117.