İdeoloji  kelimesi Fransızca idée-fikir ve logie-bilim kelimelerinin birleşmesi ile meydana getirilmiş. İlk kez, Fransız  Devrimi esnasında Antoine Destutt De Tracy tarafından kullanılmış. (1796) Tracy, fikirlerinin kaynaklarının bulunmasının imkânsız olmadığını savunduğu için bu kelimeyi seçtiğini söyler. Yeni “fikirler bilimi” olarak ideoloji’ye, biyoloji ve zooloji vb. disiplinler gibi bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. “Fakat Tracy’nin büyük ümitelerinden ziyade, bu terimin özgün anlamı gelecekteki kullanımına çok az etkisi olmuştur. (1)

“İdeoloji’nin tarifinde ortak bir tanım olmadığı için bir çok farklı şekilde dile getirilmiş, kullanılmış ve bu farklılığa nisbetle bir çok disiplin ve sahada kullanılagelen tanımları başka başka olmuştur. İdeoloji’nin belli bir “düşünce formu”nu yansıttığını söylememiz gerekiyor. Ve onun bir “şuur biçimi”ni yansıttığını…

İdeoloji(inanılan şey)’in memleketimizde kullanılan ve algılanan biçimi maalesef karmaşık vaziyettedir. Bu vaziyetin temel sebebi ideoloji yoksunluğudur. İdeoloji ‘nin “siyasî yahut toplumla alakalı bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, siyasî bir partinin, politik, hukuki, ilmî, felsefi ve estetik ile alakalı fikirler bütünü”(2)  tarifine nazaran bakıldığında ne kastettiğimiz anlaşılır sanırız.

İdeoloji teorileri açısından bakıldığında Marx, Lenin, Gramsci, Lukacks, Frankfurt  Okulu, Althusser gibi isimlerin öne çıktığını görüyoruz. Saydığımız isimler her ne kadar farklı görüşleri savunsa da (Frankfurt ekolü ayrı bahis) hepsinin Marx’ın getirdiği Komünizm’e ya katkı sağladıkları yahut başka türlü açılımlar getirdikleri için ideolojik açıdan farklı bir kategoride ele alınmaları gerekir. Lenin’in ise, teori’den ziyade aksiyoner vasfı ile kıymetli olduğunu bir not olarak düşelim…

Yani, Marx ile birlikte Engels’in ilkelerini belirlediği komünizm, “ideoloji” bahsinde günümüzde başı çeker vaziyette görülmekte ve kabul edilmektedir. Bu durum, hem doğru hem de yanlış bir algılama biçimidir; çünkü, İslâm’ı temsil makamındaki Osmanlı’nın gücünü peyderpey kaybetmesi ile ve eş zamanlı olarak Batı’nın akıl bakımından durmadan sınırları zorlaması sebebiyle doğan buhrandan fışkıran gücün, Batı insanını ezmesine karşı sistemleştirirken Komünizm her ne kadar bir inanış biçimi olsa da, bu inancını felsefî teoremler ve akıl yürütmelerle bulur. Bahsettiğimiz meselenin doğru tarafı, özellikle İngiltere’de sistemleşen Liberalizm’e karşı önermelerle doğmuştur Komünizm.  Bu sebepten “Marx teorisini kurarken Liberalizm’den alınma deliller kullanmış ve Liberalizm’in kendi mantığını onun aleyhine çevirmiştir; bu bakımdan Marx, liberallerin sonuncusudur.”(3) denilmiştir.  Komünizm’in esasında “karşı” olarak “doğru” bir çıkış olduğunu, fakat önermelerindeki birçok doğruya nazaran bunların “bütün fikir” va’zeden bir sistem olmaktan da uzak olduğunu ekliyoruz. Faşizm ve Kemalizm’in de kendine ait ilkeleri olmakla birlikte, Komünizm gibi yayılmamış ve gelişmemiştir. Buradaki temel ayrım (yanılgı) Komünizm’in uygulanabilir olmaktan çok tartışılabilir bir yapısı olmasından kaynaklanmaktadır. Hemen bunun yanında ise, teorik olarak pek karışık bir görünüm arz etse de, va’zettiklerinin pek basite indirgenebilir bir yapısı olduğunu ekleyelim. Bu sebepten politikacılardan ilim adamlarına, sanatçılardan halk kitlelerine pek çabuk sirayet etmiş ve taraftar toplamıştır. “Doğru tarafı” dediğimiz şey, bahsettiklerimize nazaran “ideoloji” denildiğinde hâliyle insanların hatırına Komünizm gelmektedir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Kültür Davamız isimli eserde geçen “İnsanların çoğunun kendi dillerini tabiî kabul edilip, başka dillerin ‘aynı şeyleri’ söylemek için değişik kelam klişeleri kullandıklarını sanmaları gibi, yine insanların çoğu, doğru düşünmenin kurallarını belirleyen mantığın da tabiî ve ‘âlem-şümul-genel geçerli’ olduğunu sanıyorlar” teşhisi(4), mantığın yanlış kullanılışına verdiği misâli hatırlatıyor. “Doğru tarafı” diye bahsettiğimiz meseleyi anlatırken, bununla beraber nasıl yanlış algılandığına da değindiğimize göre ayrı bir bahis açmaya gerek yok sanırız.

İdeoloji bahsindeki bizce en mühim ve gözden kaçırılan husus, isimlerini saydığımız yahut saymadığımız bu inanış biçimlerinin birer felsefî doktrin olmalarıdır. Doktrin: “Kendine özgü özellikler taşıyan ve düzenli bir görüşü oluşturan ilke ve dogmaların bütünü. Peki felsefe nedir? Üstad Necip Fazıl’ın tarifi ile “felsefe, hakikati başıboş bir merkezden yola çıkarak, sayılar boyunca ‘bir çok’da aramanın; din ise; onu, tam bağımlı olarak ‘tek’i bulduktan sonra ‘birçok’da tefekkür etmenin müessesi… Bu bakımdan din ve felsefe, biri şimâle ve öbürü cenuba doğru iki zıt hareket… Ve elbette ki, İslamiyet’çe kıymet hükmü bu… Felsefe, hakikati bulmanın değil, ancak birbirinin yanlışını bulup çıkarmanın ve ebediyen hakikatten mahrum kalmanın aleti.”(5)

Toparlarsak, biraz evvel söylediğimiz üzere “İslâmı temsil makamındaki Osmanlı’nın gücünü peyderpey kaybetmesi ile ve eş zamanlı olarak Batı’nın akıl (burada kastettiğimiz bağsız akıldır) bakımından durmadan sınırları zorlaması sebebiyle doğan buhran” ve buna bağlı olarak ister-istemez bir çok inanış biçiminin ortaya çıkması.

Burada ayrıca bahsedilmesi gereken husus, Batı’nın Doğu’nun zaafiyeti sebebiyle eline aldığı gücün, onun “doğru” fikrinden kaynaklanmadığı, bilakis, Doğu’yu-İslâm’ı temsil edenlerin zaafiyetinden kaynaklandığı hususu. Elbette bu durumun geçen yüzyıla ait olduğunu, geçen yüzyılın yarısından itibaren sistemleştirilen Büyük Doğu İBDA ideolojisi’nin yüzyılımıza “yeni” bir sistem teklifi sunması ile değişti. İlk Peygamberden bu yana gelen, gelişen,  değişen ve bulunduğu kültür yapısına göre hepsinin ayrı bir çehresi (sistem anlayışı) olan yönetim biçimlerini gören insanoğlu, bugün, Üstad Necip Fazıl’ın “Siz, 21. asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken(5)” diye tarif ettiği bir dönemi yaşamaktadır.

Büyük Doğu-İBDA ideolojisi, ne yeni bir fikir akımı, ne aykırı bir felsefî önerme; ne de, İslâm’ın dışında bâtıl bir “mezhep”! Bu fikir sisteminin en mühim özelliği, naziklerin naziği bir strateji güderek İslâm’ı kendine “muhatap” sayarak ondan aldığı ilhamla bir anlayış-sistem ortaya koyulmasıdır. Çünkü tatbikinde meydana gelebilecek hataların da İslâm’a mâledilmesi noktasında “münezzeh” olan İslâm’ın bütünlüğü zedelenecekti. Büyük Doğu-İBDA İdeolojisi ise, bütün dayanağını İslâm’ın emir ve ölçülerinden alırken, ekonomi, hukuk, siyaset, estetik, insanı ve toplumları ilgilendiren her hususun tatbik işini üzerine almış ve eksiği hatası varsa kendinde görecek, doğruları da İslâm’a mâledecek bir anlayış geliştirebilmiştir.

Görüş: Halâ ne diye şeriattan kaçıyorsunuz? Görüş: Halâ ne diye şeriattan kaçıyorsunuz?

Bu mevzu hasrında bir meseleyi de ekleyelim ki “ideolojiler devri bitti” sözü, eşya ve hâdiselere tatbiki zaten (burada zaten kelimesinin altını çizmek istiyoruz) mümkün olmayan “inanış biçimleri” için geçerlidir ve öyle de olmuştur. Büyük-Doğu-İBDA’nın orijinalitesi de bu mevzuda ortaya çıkıyor; felsefi doktrinler gibi ortaya çıkan (daha evvel bahsettiğimiz felsefe bahsini hatırlayın) sonra sistemleşen-yani ölü doğan ideolojiler gibi olmaması!

Tıpkı akıl bahsindeki gibi “akıl bağdır, işi tahdit ile tek bir esasa bağlar. Halbuki hakikat kendi nefsinde böyle bir tahdit ve inhisârı kabul etmez…” Hemen yanı başında İBDA Mimarı’nın “Aklın, işi tahdit ile tek bir esasa bağlayışı, oysa hakikatin kendi nefsinde böyle bir tahdit ve inhisârı kabul etmeyişi, aynı zamanda insan faaliyetiyle ‘Bütün Fikrin’ kurulamazlığını da açıklamaktadır.(6)

“İdeolojiler devri bitmiştir” doğrusu, esasen Büyük Doğu İBDA ideolojisine nisbetle doğrudur; yoksa herhangi bir ideoloji gütmeyenler için değil!

Kültür Bahsi

Kültür ve sanat bahsinin bugün hayatın dışında bir saha olarak algılandığı-kabul edildiği bir kültür zemini içerisindeyiz. Kültür’ü, san’atı belli bir zümrenin halk üzerinde tahakkümünü devam ettirmek için kullanan, halkı sanatın-hayatın dışına iterek hor gören, tâbiri câizse onlara hayat hürriyetini layık görmemenin yaşatıldığı bir kültür zemini. Diğer tarafta ise, kendi irfansızlığını-kültürsüzlüğünü, dedesinin bâkiyesini göstererek bir ömrü tüketenlerin yaşadığı bir kültür zemini…

Memleketimizin bugün nasıl bir kültür ortamı içinde olduğu, Tanzimat’tan Cumhuriyet’in ilanına ve o günden bugüne dek uzanan kültür vasatımız, siyasî, edebî ve fikrî tahlillerce izâh edilmiş olarak Büyük Doğu İBDA Külliyatı’nda mevcut.

Bugün hiçbir oto-kontrole tâbi olmaksızın-en nadideleri de içinde olmakla birlikte-bir başıboşluk hâkim. Fransızların “Courant d’air-kurander” diye dile getirdiklerine benzer bir “hava akımı” içerisinde, varlığı ile yokluğu bile tartışılmaksızın “hayat”ın dışına itilmiş bir kültür, sanat, edebiyat manzarası var.

Bugünkü kültür vasatının neticesi olan durağan ve karışık sanat ve edebiyat hayatımıza bakarak niçin bu memleketin sanatkâr yokluğu çektiğini, buradan da sanatın bugün belli başlı sahne sanatlarının şabloncu yapısı içine niçin kıstırıldığına varabiliriz… Elbette hakikatli ve hâliyle kıymetli işler ve eserler olduğu doğrusunu da inkâr etmediğimizi ekleyelim.

İrfan, kültür meselesi bir memleketin, bir milletin hayat kuvvetidir. Kültür meselesinin öne çekilmediği, başa alınmadığı, ele alınmadığı her memleket batmaya, tökezlemeye ve mahvolmaya mahkûmdur. Bugün memleketimizin içinde bulunduğu buhranın temel sebebi gayesiz, fikirsiz, ufku olmayan, “aydın” geçinen sanatkâr müsveddeleridir. Mevcut hükümetin kültür bahsinde yapabildiği hamle maalesef Osmanlı’dan kalma eserlerin restorasyonundan ibarettir…

Kültür hamlesi nasıl olur, nasıl olmalıdır ve bu işin altından nasıl kalkılır sorularının cevabı mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Kültür Davamız” isimli eserinde mevcuttur:

“İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü yabancı kaynaklardan irfana ermek… Dava kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna göre, ikinci yolu, birincisine çıkaran bir geçit sayalım. O hâlde irfana erme davasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya irfan yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır. Böylece, henüz yürümeye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmeye ve mevzuunu seçmeye çabalarsa, milletler de yabancı mahsullerin bünyelerinde yapacağı karışmaları kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş sermayeleştirir. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama ererler.”

Kaynakça

1-     Wikipedia/İdeoloji

2-     Wikipedia/İdeoloji

3-     Salih Mirzabeyoğlu-Kültür Davamız (Sayfa 36)

4-     Salih Mirzabeyoğlu-Kültür Davamız (Sayfa 37)

5-     Necip Fâzıl Kısakürek -  O Ve Ben

6-     Salih Mirzabeyoğlu - Ölüm Odası B-Yedi

Aylık Dergisi 115. Sayı, Nisan 2014

Fatih Turplu