15 Temmuz hâdiseleri vuku bulduğunda memleketimiz baştan başa çalkalanmış ve yediden yetmişe –hâin olanlar hariç- her memleket evladı din ve iman müdafaası için harekete geçmişti. Tüm bu hâdiseler olup bittiğinde, bir yanda kahramanlıkların, diğer yanda rezilliklerin yaşandığı mahşeri andıran günlerin ardından bütün bu hâdiseler silsilesi bana tek bir mevzu, tek bir mekân, tek bir haber içerisinden gözüküverdi. Bana öyle geldi ki sadece bu Türkiye’deki devlet mekanizmasının bütün sefâletini, acizliğini; boşvermişliği ve memleketimiz insanının sahipsizliğini bir anda gözler önüne seriverdi...
Hadise şu:
15 Temmuz günü Ankara’da F-16’lar meclisi bombalamaya başladığında, meclis başkanının da aralarında bulunduğu bir grup milletvekili meclis sığınağına inmeye karar veriyorlar... İşte bütün sefâlet bir devletin ne türlü başıboş bırakılabileceği, bütün işlerin görüntüde olur gibi gözükürken esasında bir boşluğa havale edilmiş olması bana göre tam o anda ortaya çıkmıştır. Bir kere her şeyden evvel vekiller ve koruma müdürlerinden oluşan gruptan hiç kimse sığınağın nerede olduğunu bilmiyor. Başlıyorlar o kriz esnasında sığınak aramaya. Burada okuyucuyu uyaralım ki bir anlatım bozukluğu yok; bilmedikleri sığınağı bulmaya çalışan vekiller ve koruma müdürlerinden bahsediyoruz. Bu işin bir veçhesi... Bunun yanında, tam bu kargaşa esnasında hazırda bulunan vekillerden bazıları Meclis Başkanı İsmail Kahraman’a meclisten genelkurmay binasına bağlanan tünelleri soruyor. Meclis Başkanı ise “böyle bir tüneli ben görmedim” diyerek karşılık veriyor. Ardından sığınağı bulmak için koşuşturmaca devam ediyor. Yine hazırda bulunan koruma müdürlerinden birisi sığınağın bodrum katta olduğunu söyleyerek kalabalığı oraya yönlendiriyor. Hazirun sığınak olduğu iddia edilen kapının önüne gelince, kapısının kapalı olduğu ve anahtarının da olmadığı farkediliyor... Tabiî bu esnada Ankara’da Özel Harekât Merkezi, MİT Müsteşarlığı ve muhtelif bir çok stratejik noktanın bombalandığının da altını çizelim. Yani sizin anlayacağınız, yukarıda memleket işgal edilirken memleketin yöneticileri bir mecliste bulunduğu iddia edilen bir sığınağı dahî bulamayacak kadar birbirlerinden habersiz bir vaziyet içindedirler.
Sığınak olduğu iddia edilen yerin anahtarlarını bulmak için bir telefon trafiği başlıyor. Bir yandan anahtarlar aranırken, diğer yandan hazırda bulunanlar önlerindeki kapıyı kırmaya davranıyorlar. Kapıyı kırma teşebbüsleri başarılı olmuyor; ama o esnada da anahtarlar bulunmuş oluyor. Güç bela, zor şer içeri giriliyor...
Şimdi, memleketimiz işgal altında kalsa, bu denli stratejik bir ehemmiyeti olan yerdeki sığınak nasıl olmalıdır? Sıradan bir akıl seviyesi bile takdir eder ki, memleketin başına gelebilecek fena vaziyetleri idare ve sevk edebilecek, bunları engellemeye dâir her türlü ekipmanın bulunduğu bir üsle karşılaşmayı bekleriz.
Bizim vekiller ise sığınak zannettikleri odaya girdiklerinde şöyle bir manzaraile karşılaşıyor: Boş, küçük, basık, kalorifer borularının geçtiği ve yer yer üst üste masalar ve sandalyelerin bulunduğu bir kazan dâiresi...
Bu kadar Amerikan ajanının Türk ordusuna, Türk polisine, mahkemelere; bu memleketi idare ettiği zannedilen devlet mekanizmasının her kurumuna, her köşesine, her bucağına sızmasının numunesi, işareti, sembolü meclisin kazan dairesidir.
İşte tam 90 küsur yıldır devlet mekanizmasının nasıl işlediğini, yani bütün bu neredeyse bir asra varan bütün bu zaman zarfının nasıl bir yağmacılık zihniyetiyle idare edildiğini gösteren acı; fakat ibretlik bir vesika...
Kendi meclisine sığınak dahî yapamayan bu kıt aklın devri geçmiş, zamanı bitmiş ve her zerresiyle hükmünü yitirmiştir. Vakit dört bir yanımızı saran ve artık gözlerini Türkiye’den başka bir yere dikmeyen emperyal güçlere karşı işi ehline, zamanın fikrine devretmenin vaktidir.
Baran Dergisi 540. Sayı