İnsanın değeri ilgi duyduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Ve bir kültürün iç dünyası, hayatında da sanatında da belirleyicidir. Dahası, hafızası idealistik değerlerle yüklü bir insanla, hafızası duyumcul teori ve anılarla dolu bir insan, sanki farklı bir yaratılışta gibidirler.
Modern çağ iki ana temel üzerine oturur. Bu temellerden birisi, “ne adına, hangi hakla yönetiyorsun” sorusunu, meşruiyetini Tanrı inancında bulan iktidar düşüncesinden kesin bir kopuşun ifadesi olarak, “ulus” adına cevabıyla karşılayan, yasayla uygulamayı birleştiren “ulus devlet”; diğeri de evrensel ölçekte tasarlanmış ve örgüleştirilmiş kapitalist sistemdir. Ulus devlet, insanlardaki aidiyet duygusunun tek boyuta irca edilmesi, “öteki”nin “tek tipleştirilmesi”, tek gerçeklik olarak dayatılan bir medeniyeti içselleştirmiş ferdlerin güdülecek sürüye dönüştürülmesi projesidir. İşgal ve sömürgecilikle insanların toprağını ve servetini ele geçiren, dünya nakdi üzerinde denetimi, teknolojiyi, hayatî enerji kaynaklarını ve medyanın kontrolünü ellerinde tutan “ayrıcalıklı aktörler”in kurguladığı kapitalist sistem ise, ulus devlet projesinin sürüye dönüştürdüğü toplumları gütmenin, eşyayı aslî bağlamından koparıp kendi malı kılmanın, metalaştırıp tüketim nesnesine dönüştürmenin sistemidir, Batı’nın yararına, dünyanın diğer halklarının zararına olacak biçimde düzenlenmiştir. Bu “şizofrenik yapı”yı kuranlar istediler ki, insanlık kendilerinin çizdiği bir kaderi yaşasın, mülk sahibi mülküne, tüketici harcamasına sahip çıkmasın, her şeyin denetimi bizde olsun, her şey bizim inisiyatifimizde gerçekleşsin. Ne var ki kuru akla tapınan ve maddeyi ruha hâkim kılan, insanî ve içtimaî kaygılarla hiç bir bağı olmayan bu “şizofrenik yapı”, istediği her şeyi istemekte serbest olmadığını, aslında tüm fiillerinin suretlerinin doğuştan ölü olduğunu ve fiilleri müşahede de ölü bir dilin içinden konuştuğunu bir türlü anlayamadı; dahası insanı düşünemedi. Nihayetinde, biriken muhakeme hataları hayatlarımız üzerinde etkili oldu, büyük başarısızlıklarla, sonu hüsranla biten trajik olaylarla daha sık karşılaşır olduk. Uzun süre bu hastalıklı yapının ürettiği “toksik bilgi”ye maruz kalan, yaratılışı hilâfına yabancı, yıkıcı, yapay dış faktörlerin etkisine açık hâle gelen bünye dayanıklılığını yitirdi, direncini kaybetti, biriktirdiği zehri kusmaya, içine aldığı, taşıyıcısı olduğu şeyleri kendi sapkın mizacına dönüştürmeye, bunlarda sadece kendi hakikatinin hükümlerini görmeye başladı. Oysa insanın hem kendini hem başkasını hem de Rabb’ini bilmesi Rabb’in tecellisi kadardır. Rabb’in tecellilerine mazharı olma istidadını yitirmiş bir bünye ise, bilgisizlikten temizlenme ve hakikatleri bulundukları hâl üzere bilme istidadını da yitirmiş demektir.
Adını ister “ben nesli” koyun, ister “Y” yahut “Z kuşağı” olarak isimlendirin, Amerika’dan başlayıp tüm dünyaya yayılan, klâsik kuşak çatışmasının ötesine geçen, kendini bilmediği gibi kendi dışındaki hayatı da bilmeyen, giderek kitlesel bir biçimde yozlaşan ve fosilleşen; “tersinden harika” bir genç nesille karşı karşıyayız! Kendi dünyalarından başka dünyalar da olabileceğini bir türlü kabul etmeyen, kendi komedyalarını yüce ve değerli bulan, eşsiz ve benzersiz olduğuna inanan, hâline şuuru olmayan, küstah, bir o kadar da zavallı bir gençlik söz konusu. Ruhlarında hiç bir istinad noktası yok! Başkalarının ne düşündüğü, saygı, nezaket, edeb, hayâ... Kimin umurunda. Hep kendini haklı kalarak, haklı kılacak delilleri arayıp bularak, buldukça da doğrulandıkları hissine kapılarak, ortalıkta dolanıp duruyorlar. Sığ bilgilerine rağmen, âlim edasıyla konuşacak kadar cahil, “olamadıkları mânânın mâliki görünecek kadar” itibar açlığı içindeler. Gerçeklikten çok ham hayâllerinin peşinde koşuyor, kontrolün kendilerinde olduğu vehmiyle davranışlarında ve kararlarında büyük etkisi olan kuvvetleri ya ihmâl ediyor yahut hafife alıyorlar. Oysa herkes gibi bunların da zihnî, fizikî ve ruhî kaynakları kıt, dolayısıyla ölçülü davranmak zorundalar, ama idrakinde değiller. Ölçüsüz yaşamanın, ruhî yıkımın bedeli ise çok ağır. Buna rağmen modern işkencenin tezgâhından, insan olmanın tüm güzelliğini ve hüznünü yitirmiş olarak, acıyı da günahı da benimsemekten uzak Amerikan ruhsuzluğu etiketiyle çıkmaya devam ediyorlar. Yönlendirildikleri, ama anlamını bir türlü kavrayamadıkları etkinliklerde, narsisizm bile olmayan, hiç bir derinliği bulunmayan protez beden mübtezelliklerinde (dış görünüş takıntısı, estetik operasyonlar, vücudun her yerine yaptırılan dövmeler, taktırılan piercingler) teselli arasalar da, aradıklarının ne olduğu bilmedikleri için, bulduklarının da ne olduğunu bilmiyorlar; kendilerine ve sınırlarına doğru yürüyüşleri de, içine düştükleri çaresizlik hissini artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Gaye mihrakında Allah ve Sevgilisi olmayan her türlü varlık ve oluşu bekleyen hazîn son gibi, hakikat uğruna ruhî bir açık çekmeyen bu genç nesil de, ahlâka dönüşmüş yalanlar bütününden ibaret bir dünyada, korunmasız ve ümitsiz bir hâlde, kabul görmeyi ve keşf edilmeyi bekliyor; hiç bir değeri ve derinliği olmayan, kalıcı hiç bir tesir bırakmayan içi boş bir görüntüden ibaret yapısıyla, aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sergileyerek, itibar açlığı içinde kıvranıp duruyor. İnsanın, iş işten geçmeden hiç bir şeyi anlayamaması, hiç bir şeyden ibret almaması, nerede yanlış yaptım diye sormaması ne kadar da acı!
İnsanın değeri ilgi duyduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Ve bir kültürün iç dünyası, hayatında da sanatında da belirleyicidir. Dahası, hafızası idealistik değerlerle yüklü bir insanla, hafızası duyumcul teori ve anılarla dolu bir insan, sanki farklı bir yaratılışta gibidirler. Dolayısıyla duyumcul bir kültür ortamına doğan ve ruhla dolu olan, ruhî bir iştiyak duyan insanın, böyle bir ortamda kendisini yaratılış gayesine yükseltecek bir hürriyet alanı bulması zor, hatta imkânsızdır; yaratılış gayesi hilâfına bir hayat sürmek gibi büyük bir talihsizlikle karşı karşıyadır. Zira, iç âlemindeki derunî ahengi yitiren insan kendisine yabancılaşmış, ne olduğunu kendisinin de bilmediği bir düzen arayışı içinde kıvranıyor demektir. Yönlendirildiği “çekim havuzları”nda teselli araması boşunadır. Çünkü ilgisinin bilgisi ölüdür, ilgi duyduğu şeyleri de ölü bir dilin içinden yansıtmaktadır. Bu tür bilgi, elde edilişi itibariyle, bilgiyle varlığı karşı karşıya getiren bir bilme biçimidir, eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlamaz. Dolayısıyla, bilinenlerin çoğu eşyaya değil, eşya hakkında söylenenleri bilmeye dairdir, dedikodudan ibarettir.
Bütün insanlar İslâm fıtratı üzere hür ve hakları bakımından eşit olarak dünyaya gelseler de; içine doğdukları çevre, yaşadıkları çağ karakterleri üzerinde belirleyici olur ve onları ailelerinden, hatta babalarından çok kendine benzetir. Zaten kuşaklar arası çatışma dediğimiz şey de budur. Fakat, görünen o ki; eğer âcil tedbirler alınmazsa, klâsik kuşak çatışmasının ötesine geçen, yaratılış gayesinden kopmuş, kendini bulmak için uçlarda yaşayan, dış görünüşü itibariyle zengin ve gösterişli görünmeye çalışsa da ruhen kayıp, mânâsız yüzlerden ibaret bir insanlığa yahut insan sonrası duruma doğru dolu dizgin yol alıyoruz. Bu gidişte, kültürün diğer biçimlerinden farklı olarak, postmodern kültür endüstrisinin kültür simsarları üzerinden inşa ettiği, kitleleri uyuşturan popüler kültür ortamının büyük etkisi oldu. Dahası bu kültürün içine doğan insanların hayatlarını hâlâ popüler kültürün inşa ettiği hafıza belirliyor. Bir kaç büyük istisna dışında, fikir dünyasında ortaya konulanların neredeyse tamamı ruh ve yaratıcılıktan mahrum. Popüler kültürün insanını artık olan bitenin ruhu değil, sunuluş biçimi ve tahkiyesi ilgilendiriyor. İbdaî olandan çok, eskiden beri var olanların nasıl takdim ve taksim edildiği önemli bir hâle geldi. Klâsikler başka biçimler, yeni ve farklı yorumlar içinde yeniden ele alınıp, yeniden üretilse de, tüm kurgu, Yahudi-Hıristiyan bilinç altını yeniden üretmek ve tüketim saikiyle üretilen “Yeni”nin içine yerleştirilmek üzere kurulu. Ancak her yeniden üretimde, üretilen yeniyi asla bağlayan bağ biraz daha kopuyor; “yaratıcısında var olmayan bir şey yaratılanda da var olamaz” misâli metalaşıyor, tüketim nesnesine dönüşüp, yok olup gidiyorlar.
Görünen o ki, sadece bir kaç üyeye açık, kapitalizmin “gerçek yuva”sı olarak bilinen bölgede ikâmet eden “ayrıcalıklı aktörler”, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir çağın hazırlıklarını yapıyor, insanlığı, belki de insan sonrası bir duruma hazırlıyorlar. Dolayısıyla, ülke olarak artık daha fazla zaman kaybedemeyiz, tarihî misyonumuz gereği İslâm dünyasını, her şeyin kontrolünden ve metalaştırılmasından kâr sağlayan piyasa ekonomisinin, insafına terk edemeyiz; genetiğini yeniden düzenlediği tohumlar, bitkiler, hayvanlar ve bakteriler gibi, insanımızın da genleriyle oynanmasına seyirci kalamayız. Dahası, bunama emareleri gösteren bir medeniyetin, “bunak bir lideri”nin ülkemizi, inancımızı ve insanımızı aşağılamasına göz yumamayız. Yeri geldiğinde ölmesini bilmemiz gerekir. Eğer bilmezsek yaşama şansımız da kalmaz. Birleşik Krallık yerinde bir kararla, bu kötü gidişi gördü ve o pek övündüğümüz, pek güvendiğimiz eğitim sisteminden yarım asır önce vazgeçti, kendisine farklı bir hedef çizdi. Öncelikli hedefi artık ekonomik büyüme değil, kendi değerlerini yükseltme, kendi insanını yetiştirme ve bilmeyi bilici duruma getirme derdinde. Türkiye de artık bir an önce hatalarını görmeli, yapay Batılı üretim merkezi gibi çalışan eğitim sistemini değiştirmelidir. Yıllardır içinde bulunduğu yahut kapısında beklediği kof birlikteliklerden kurtulmalı, kendi kaynaklarına dönmeli, kurtuluşunu kendi köklerinde aramalıdır. Eğer İslâm dünyası olarak, “Çağlar Üstü Mutlak Fikir” etrafında bir “bütün” oluşturamazsak, kurtuluşumuz için de hiç, ama hiç bir yol kalmayacaktır!
Aylık Dergisi 168. Sayı, Eylül 2018