Nasılsınız? Gönüldaşlar nasıl?
(Av. Yılmaz, herkesin iyi olduğunu söylüyor.)
Bişkek’ten yeni bir haber var mı?
(Av. Yılmaz, aynı durumda beklediklerini, yeni herhangi bir gelişme olmadığını belirtiyor.)
Şayet bana soracağınız başka bir şey yoksa, Taraf Gazetesi yazarı Fırat Alkaç’ın bana yönelttiği sekiz sorunun cevabına geçebilirim.
(Av. Yılmaz, yazmakta olduğu bir kitab için Carlos’a Ergenekon örgütü hakkında yazılı sekiz soru gönderen Fırat Alkaç’ın çalıştığı Taraf gazetesiyle ilgili olarak Carlos’a bilgi veriyor; soruları ister yazılı isterse sözlü olarak cevablayabileceğini söylüyor.)
Sözlü olarak cevablayacağım. Böylesi benim için daha iyi, öbür türlü zor oluyor.
Şimdi, Türk gazeteci Fırat Alkaç’ın sorularını Türk avukatım olarak sizin verdiği referans üzerine ve zevkle cevablamaya çalışayım.
Giriş bâbında şunu söylemek isterim: Türk Gladyosu olarak da bilinen ve esas olarak Amerikan güdümüyle Türk ordu birimleri içerisinde oluşturulan bu Ergenekon örgütü hakkında etraflıca bir bilgiye sahib değillim. Tabiî, Türkiye içindeki kimi saldırgan unsurlara karşı, yeraltı faaliyeti dahilinde birtakım kirli işleri kotarmaktan sorumlu ve devlet destekli bir yapılanma olduklarını biliyorum. Bir de, bu hâdisenin belli bazı yönleri üzerinde kısa zaman önce birtakım bilgiler alma fırsatım oldu. Sorulara işte bu çerçevede cevab vereceğim.
Öncelikle, bu tür sistemlerin arka plânında neyin varolduğunu göstermek üzere, kendi ailemden bir örnek vermek istiyorum.
Babam ve subay olan küçük amcam, 1947 yılında Venezüella’da teşebbüs edilen askerî bir darbede aktif ve lider rolüyle yeraldı. Sivil olan babam darbenin siyasî, amcamsa askerî sorumlusuydu. Bu darbeye katılan herkes, babamın bir metrekarelik bir kâğıt üzerinde siyah mürekkeple kaleme aldığı yazıya kendi kanlarıyla imza attı. Bizde bir kopyası vardır.
Bu darbeye iştirak edenler, Venezüella ordusunun ana üslerini kontrol ediyorlardı. Generaller de dahil, herşey onların kontrolü altındaydı. Darbenin düğmesine basıldı ama âniden ortaya çıkan başka askerî güçler hâdiseye müdahale etti, gelip amcamı tutukladılar ve darbe başarıya ulaşamadı.
Diğer yandan, bu askerî darbe planına son ânda dahil olan iki subay vardı ki, bunlar o evrakı kendi kanlarıyla imzalamamışlardı.
Burada kanla atılan imzanın anlamı açıktır. Asla ihanet edemezsin. Şayet edersen, öldürülürsün. Bu kadar basit. Güney Amerika’da yüzyıllardır devam edegelen eski bir gelenektir bu. Ne mânâya geldiğini herkes bilir.
İşte Venezüella ordusunda görev yapan üst rütbeli bu iki subay, yâni kanıyla imza atmayanlar, darbeyi gidip Amerikan Büyükelçiliği’ne haber veriyor, Amerikan büyükelçisi de hemen o dönem iktidarda bulunan sivil askerî cuntayı bilgilendiriyor ve darbe böylece bastırılıyor.
Amerikan Büyükelçiliği’ne giden o subaylardan biri, ki Amerikan taraftarı sosyal demokrat bir insandı, uzun yıllar sonra sürgünde babamla karşılaşıyor ve ona tüm hikâyeyi anlatıyor. Ve şunları söylüyor: Darbe teşebbüsünün akabinde, bu konuya uzun yıllar özel olarak eğildiklerini, eski bir Fransız subayı ve “kontrgerilla”nın teorisyeni olan David Galula’nın ABD’ye gönderilen Venezüellalı subayları ihtilâlci hareketlerle mücadele metodları üzerine eğittiğini, bu eğitimden geçmeyenlerin orduda çok yüksek mevkîlere gelemediğini, çünkü onlara güvenilmediğini, ayrıca her yerde adam ve muhbirleri olduğunu falan anlatıyor.
Tüm bunları, bundan sonraki cevablarıma bir giriş olması bakımından anlatıyorum. Şöyle ki, Gladyo veya Ergenekon türü oluşumlar, öyle yakın zamanlarda başlamış bir iş değildir. Üstelik ABD’nin başka ülkelerin iç işlerine bu tarz merakı ve müdahalesi de yeni başlamış değildir. Biliyorsunuz, I. Dünya Savaşı sırasında, hattâ ondan bile önce, Türkiye’nin birçok şehrinde görevlendirilmiş konsolos yardımcıları vardı. Bunların vazifesi casusluktu. Elbette o zamanlar CIA yoktu ama, casusluk tabiî ki vardı. Dışişleri Bakanlığı’na sürekli rapor gönderiyorlardı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, Sovyet tehdidine karşı Türkiye’yle daha başka türlü ilgilenmeye başladı Amerikalılar. Çünkü Sovyetler canı ne zaman istese kolaylıkla Türkiye’yi işgal edebilirdi. Bunu kimse engelleyemezdi. Böyle bir işgal durumuna karşı alınacak tedbirler çerçevesinde gündeme geldi sözkonusu kontrgerilla faaliyetleri.
Şunu da özellikle belirtmek isterim: Bugünkü Türkiye’nin varoluşu, bir bakıma Gürcü asıllı Josef Stalin’in Türkiye’ye yönelik hususî bir düşmanlığı bulunmaması dolayısıyladır. Onun sâyesinde hayatta kalabilmiştir Türkiye Cumhuriyeti. Mustafa Kemal’le konuşmuş ve anlaşmıştır. Şayet bu konuşma ve anlaşma olmasaydı, daha 1920’lerde son verebilirdi Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına.
Öbür tarafta, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa da aynı işgal tehlikesini yaşamıştır hep. O dönemin Batı askerî raporlarına göre, Kızılordu’nun tanklarla Manş Denizi’ne, yâni İngiltere’nin dibine varması sadece 48 saat alacaktı. Bu yüzden kurma ihtiyacı duydular NATO’yu. Kurdular kurmasına ama, Avrupa’daki ne İngiliz ordusu, ne Fransız ordusu, ne Almanya’daki Amerikan ordusu, Kızılordu’nun bu şekilde 48 saatte bitecek bir Avrupa işgalini durdurabilecek güçteydi.
Böyle olunca, Türkiye dahil tüm NATO ülkelerinde, “Gladyo” olarak bildiğimiz kontrgerilla teşkilâtlarını organize ettiler.
Ben daha 1970’lerin başlarında Beyrut’ta duyduğum şeyi söyleyeyim: O yıllarda Türkiye’de bazı siyasî cinayetler oluyor, kimi mafya mensubları bundan sorumlu tutuluyor, ama aslında bunlar Türk istihbaratından emir alıyor, Türk istihbaratı ise CIA ve MOSSAD için çalışıyordu. Bu tarz istihbaratlar gelirdi o sıralar bize. Gerçi o dönem bunlar pek net değildi, bugünkü gibi bilinmiyordu. 1970’lerin sonunda Bağdat’ta bulunduğum demde ise daha net bilgiler aldım. Bülent Ecevit’in CHP’sindeki kaynaklardan geliyordu bunlar.
Ecevit, Arab karşıtı olmayan belki ilk cumhuriyetçiydi. Biliyorsunuz, anne tarafından Libyalıydı. İyi, demokrat ve dürüst bir adamdı. Filistin davasını da hep desteklemişti.
Herneyse, işte onlardan aldığımız bilgi, ABD’den emir alan özel kuvvetler tarafından birtakım eylemler düzenlendiği yönündeydi. Rivâyet falan değil, kesin bilgi. Devrimci olmayan ama bize sempati duydukları için bana açık açık bunları anlatan resmî kaynaklardan aldığım bilgi.
Ergenekon’a gelince... Bunlara durduk yerde operasyon düzenlendiğini düşünmüyorum. Aksine, Ergenekon bünyesindeki kişiler, Türk siyasî sistemi ve Türk toplumundaki gerçek bir demokratik gelişmeyi önlemek üzere; Türkiye’yi önce bölge, sonra dünya gücü yapıp, onu Osmanlı zamanındaki gibi kendisine saygı duyulur ve çevresindeki ülkelerin hâmisi, tüm Sünnî Müslümanların ise koruyucusu kılmak için çalışan siyasî iktidarı çökertmek üzere birtakım suçlara karışmış unsurlardır.
Bir diğer soruyla ilgili konuşursam, İtalya’daki “Galdyo” ile karşılaştırınca, Türkiye’dekinin çok daha kanlı eylemlere imza attığını görüyorum. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya’da da silahlı devrimciler, gerillalar vardı, ama orada Türkiye’deki gibi katliamlar olmadı. Kaldı ki, İtalya’daki devrimci şiddet, Avrupa’daki Amerikan çıkarlarını en ziyâde tehdid eder bir seviyedeydi, fakat yine de Türkiye’deki ordu ve diğer güvenlik güçlerinin organize ettiği kontrgerilla kıyımları gibisi yaşanmadı.
Tabiî bu kadar kıyımın sebebini anlamak için, Türkiye’deki Amerikan üslerinin ABD için değerini anlamak gerekiyor en başta. Meselâ, bugün İncirlik olmasaydı, Afganistan Savaşı da olamazdı. O savaşa giden hemen herşey İncirlik’ten geçiyor.
Şâhidlere ve sağlam kaynaklara dayanan bir bilgi vereyim bu vesileyle: Türkiye’de gerçekleştirilen ve suçu bazen sağ bazen de sol kesim üzerine atılan birçok eylemin, bu suçlanan kesimlerle alâkası yoktur.
Fırat Alkaç, başka bir soruda ise, Hüseyin Baybaşin’le bir röportaj yaptığını ve hem derin devlet hem de hükümet görevlilerinin kendisiyle uyuşturucu kaçakçılığında işbirliği yaptığını söylüyor, benim yorumu rica ediyor.
Bir kere, bu durum dünyanın her yerinde geçerlidir. Hattâ Sovyetler’de bile durum bu merkezdeydi. 1969-1970’de Moskova’da öğrenciyken, Türkistan coğrafyasından insanlar Moskova’nın Gorky Caddesi’nde, otobüslerde, her yerde dolar karşılığı uyuşturucu satardı; bizzat gözlerimle görmüş ve çok şaşırmıştım. Aynı şekilde, Batı Avrupa’dan gelen eroin kaçakçıları, Afganistan’la Sovyetler üzerinden geçen bir uyuşturucu trafiği içindeydiler ki, KGB de burada rol oynuyordu. Bu insanlara izin veriyorlardı.
Zaten Moskova’daki öğrenciliğim, bana bir devletin, bir hükümetin nasıl işlediğiyle ilgili büyük tecrübeler kazandırdı. Dünyadaki bu uyuşturucu kaçakçılığının, ideolojiler üstü bir ortaklık arzettiğini farkettim. Bu iş için, ordu ve polis güçlerinde, hükümette, yeraltında temasta bulunduğunuz birtakım kişiler ve muhbirler olmalıdır. Her yerde böyledir. Devrimciler olaraksa, bizim bunlarla bir alâkamız yoktu elbette. Çünkü zaten bu sisteme karşıydık biz.
Devlet güçlerinin bunlarla alâkası iki yönlüdür. Ya onlardan kendi çıkarı için para alırlar yahud –Gladyo veya Ergenekon gibi- bu suçluları kollamalarının karşılığı onlara suikast gibi birçok kirli iş yaptırırlar. Yalnız çoğu durumda, yerin üstünde hernekadar bu gizli devlet birimleri de olsa, arkalarındaki asıl güç bizzat devletin kendisidir.
Hüseyin Baybaşin’le bizzat tanışmıyorum ancak onunla ilgili aldığım haberler, hiç de sözlerine güvenilecek biri olmadığı yönünde. Bu adamın, İngiltere’de tam bir dokunulmazlığa sahib olacak kadar İngiliz güvenlik güçlerine çok yakın bir insan olduğunu duydum. İngiltere’de gözaltına alınan herhangi birini tek bir telefonuyla kurtarabildiğini, bu kişilerin suçlarını örtbas ettirebildiğini öğrendim. Kısacası, şu ânda bir Hollanda Cezaevi’nde bulunan Baybaşin, bu işlerin içinde bulunan sağlam kaynaklardan aldığım bilgilere nazaran, İngiliz servislerinin muhbiridir ve hiç de güvenilir bir adam değildir.
Ergenekon’un suça karışıp karışmadığına ve Türkiye’de hâlâ aktif olup olmadığına dair soruya ise, evet, karıştığı ve hâlen aktif olduğu yönünde cevab vereceğim. Özdemir Sabancı cinayeti meselâ. Bu eylemin Ergenekon için yapılması ihtimali son derece yüksektir bana göre.
Ergenekon’un bitirilip bitirilemeyeceği sorusuna cevabım ise şudur: Türkiye ne zaman bağımsız bir ülke olur, Ergenekon da işte o zaman biter! Bir diğer ifadeyle, Türkiye ne zaman tarihî köklerine döner ve Osmanlı Devleti’nin o kendisiyle gurur duyulan, o kendisine saygı duyulan seviyesine gelir, ne zaman MOSSAD ve İsrailliler başta tüm yabancı güçler ülkeden defedilir, ne zaman İncirlik başta olmak üzere NATO ve ABD’ye tahsis edilmiş tüm yabancı üsler kapatılır, ancak o zaman Ergenekon türü yabancı çıkarlar için çalışan suçluların ülkeden temizlenebileceğini veya tamamen temizlendiğini söyleyebilirsiniz.
Bugün için ne yapılması gerektiğini soruyorsanız, elbette kanun ve düzen hâkimiyeti neyi icab ettiriyorsa o yapılmalı, adalet mekanizması bu kişiler için çalıştırılmalıdır derim. Ne yapılmaması gerektiğine gelince, ifade hürriyeti bakımından, gazetecilerin tutuklanmasından vazgeçilmelidir. Kitab yazmanın tutuklanma sebebi olabileceğini düşünmüyorum, hele hükümeti eleştirenlerin asla. Tamam, meselâ Amerikan ajanı gazeteciler benim düşmanımdır ama bu onların sırf yazdıkları için tutuklanıp hapse atılmasını gerektirmez.
Ergenekon’a asıl destek verenler ve asıl sorumlular, ordudaki generaller arasında aranmalıdır. Türkiye’deki en kuvvetli siyasî teşkilât, geçmişten bugüne onlarınki, yâni ordu olmuştur. Birinci derece sorumlular da bu yüzden oralardadır.
Fırat Alkaç’ın bir başka sorusu üzerine şöyle diyeceğim: Mevcut partiler hakkında konuşmaktan pek hoşlanmam ama Ergenekon’a indirilen darbenin şerefini öncelikle Tayyib Erdoğan’a teslim etmek mümkündür. Ne var ki, bu seneye kadar uluslararası ilişkilerde bazı iyi işlere imza atmış bu hükümetin, tüm bu Ergenekon operasyonlarına bir “prensib meselesi” olarak değil de, kendilerini devirmek isteyenlere karşı onların yerini almak için, yâni bir “iktidar mücadelesi” yüzünden imza atmış olmasından korkuyorum. Bu hakikaten çok tehlikelidir. Oysa bu suçlulara karşı asıl mücadele, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasıyla ve kendi düşmanını kendisinin tâyin etmesiyle olur. Kaddafî midir Türkiye’nin düşmanı? Türkiye’nin Arab dünyasındaki belki en büyük dostu olan bu devlet başkanının ülkesine saldırıyor şimdi Türkiye. Yanlıştır.
Yapılması gerekenlere ilâveten son olarak söyleyeceklerim, ordunun yeniden halkın ve devletin hizmetine girmesinin sağlanması, hükümetin de sadece Türk çoğunluğun değil Kürtler gibi büyük azınlıkların da temsilcisi olacağı şekilde vatandaşlarının haklarını tanımasıdır. Asıl önemlisi, İslâmî prensiblere dayanan âdil ve demokratik bir anayasanın yapılmasıdır. Bir dönem Türkiye’nin yüz parçaya ayrılmasına engel olmak gibi büyük bir tarihî hamlede payı olan Kemalistlerin de, Türkiye’yi yeniden dünya gücü yapacak bu aksiyonda kendi rollerini oynayacaklarına inanıyorum. Daha önce söylediklerimle beraber, ancak tüm bunlar yapılırsa, Türkiye II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir cüzzam gibi kendini yiyip bitiren bu suçlulardan kurtulabilir.
Kumandan Mirzabeyoğlu’na çok selâm söyleyin lütfen. Allah yâr ve yardımcısı olsun.
Allahü Ekber.
18 Haziran 2011
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan