Bundan tam 35 sene evvel, 1982’nin 17 Eylül’ünde güvenli bir şekilde ayrılabilmek için Beyrut’tan bir şekilde uçtum. Arafat, ülkeyi bir Fransız botuyla terk ederek, yanındakilerle birlikte vakit kaybetmeden hızlı bir şekilde Suriye’ye geçmişti. Yoldaşlarımız Beyrut’u terk etmeye başlamıştı; çünkü Beyrut güvenli değildi, orada sadece birkaç kişi kaldı. Onlar da daha sonra kaçmayı başarabildi.

Büyük bir çoğunluğu radikal falanjistlerden oluşan milisler 16 Eylül 1982’de Şatilla Kampı’nı kuşattılar. Orada gerçekten kimsenin hatırlamak istemeyeceği şeyler yaşandı. İsrail askerlerinin gözetimi altında kampa giren Lübnan güçlerinden bu Falanjistler Şatilla kampında insanlara saldırdılar. Tam olarak hatırlamıyorum; fakat sanıyorum ki 70 kişi o gün öldürüldü. Bir sonraki gün ise Ariel Şaron’un emriyle bütün güçleriyle Sabra ve Şatilla’ya girdiler. Bu kamplarda savaşçılar ve mücadele eden insanlar yoktu, çünkü Filistinli ve Lübnanlı savaşçıların hemen hemen hepsi yer altına çekilmişti. İsrail ise bu savaşçıları Lübnan’dan çıkarmak bahanesiyle güneyden Lübnan’a girmiş ve Beyrut’a kadar işgal etmişti. Yani kamplarda bulunanlar sivil insanlardı.

Dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Ariel Şaron, İsrail Genelkurmay Başkanı ise Rafael Eitan’dı. Şatilla kampına girmeden önce, Lübnan ordusundaki Hıristiyan hain askerlerle anlaşmışlar ve Lübnan’ın güneyini bu şekilde kolayca işgal etmişlerdi. Bu Hıristiyanlar İsrail adına ajanlık yapıyorlardı. Daha sonra onlara karşı büyük çoğunluğu Şii olan Müslümanlar savaştı. Sünnîler de destek verdi.

Sabra kampına yönelik saldırıda, ilk olarak sahil tarafından bir birlik girdi. Lübnan ordusu içerisindeki aşırı Falanjistler direkt olarak Ariel Şaron’dan emir alıyorlardı. Aldıkları emir kamptaki herkesi öldürmekti. Çocukları, kadınları; herkesi öldürmeye başladılar. Kaçabilenler Lübnan’ın başka bölgelerine ve Beyrut’a kaçtılar; fakat yaşlı-genç demeden hemen hemen bütün erkekler vahşice öldürüldü. Bunu yapanların insan olduğunu düşünmek bile güç; çünkü oradaki insanlar sadece Siyonist zulmünden kaçan masum ve sivil insanlardı, canavar değillerdi, savaşçı değillerdi.

Bu hadisede İsrail devletinin ve hükümetinin büyük sorumluluğunun olmasının yanı sıra bu katliamın baş müsebbibi sabıkalı katil Ariel Şaron’dur. Şaron’un suçu uluslararası tescilli olmasına rağmen İsrail onun hakkında herhangi bir soruşturma ve dava açmamıştır. İsrail onu cezalandırmadı; ama Ariel Şaron, Allah tarafından bu işlediği cinayetler sebebiyle cezalandırıldı ve yıllarca acı çektikten sonra öldü. 10 yıla yakın bir süre komada kaldıktan sonra bir hastane odasında can verdi.

Şaron ve onun gibi kriminal tiplerin, işlemiş oldukları cinayetlerden sonra hiçbir soruşturma ve dava ile muhatap olmaması, uluslararası hukukun Batı tarafından nasıl işletildiğinin, insan haklarının kendisini insan hakları savunucusu olarak gösteren emperyalistler tarafından ne kadar önemsendiğinin de göstergesi. Amerika’nın 1945’te sözde Güney Kore’yi korumak adı altındaki işgali, Japonya’ya atom bombası atması, Kuzey Kore’nin Birleşmiş Milletler kisvesi altında Amerikan işgaline maruz kalması ve yerle bir edilmesi… Bunlar adalet ve insan haklarının savunuculuğuna soyunanların krimal suçlular ve ikiyüzlü insanlar olduklarının göstergesidir. İnsanların hakları ve hayatları emperyalistlerin ve Siyonistlerin umurunda değildir. Koreliler, Çinliler, Japonlar ve Ruslar emperyalistlere karşı çıkmak için tarihî sebeplere sahiptir.

Birleşmiş Milletler’de, İsrail’e ve Siyonistlere karşı alınan kararların tamamı semboliktir ve asla uygulamaya geçirilmez. Öldürdükleri insanların yüzde doksan dokuzu, savaşçı değildir; masum insanlardır. Zaten, önemli isimleri zehirleyerek öldürürler. Dolayısıyla Siyonistlere ve emperyalistlere karşı bugüne kadar birçok uluslararası operasyonda bulunmuş olmaktan dolayı gurur duyuyorum.

Türkiye hakkında da bir cümle söyleyerek bitirelim: Ümit ediyorum ki Türkiye NATO’dan çıkarak yeniden bağımsızlığına kavuşur.
 
Allahû Ekber
17.09.2017
 
Tercüme: Faruk Hanedar

Baran Dergisi 567. Sayı