Yaşadığımız ülke ve toplumda, bir köle veya esir olarak yaşamadığımızı biliyoruz. Yeri geldiğinde, ferdi haklarımız için her türlü mücadeleyi verip, hakkımızı alabilme imkanımız var. Fakat, toplumsal sorumluluklarımızı üstlenip onları yerine getirmek yerine, onu birilerine havale etmekten de çekinmiyoruz.
Toplumsal sorumluluktan ne anlıyoruz:
Bir insan, yaşadığı toplum ve sistemde, bazı hak ve görevlere sahip olarak yaşamak durumundadır. Haklarını arayacağı gibi, görevlerini de yerine getirmek zorundadır. Çünkü insanın toplumdaki durumu, mecburiyetler ve haklar çerçevesi içinde gerçekleşmektedir. Bu konuda, çeşitli hukuk, siyaset ve sosyoloji ekolleri insanın sosyal rolü ile ilgili tartışmaları uzun yıllardır yapmışlar ve bazı kurallar tespit etmişlerdir.
Ama, herkesi ilgilendiren böyle bir konuyu, kendi kültür anlayışımız içinde bazı müşahhas(somut) örnekler ile açıklamak durumundayım.
Öncelikle, insan olarak belli bir değer ve kültür sistemi içerisinde hareket ederken, yaşadığımız ortamda bu değerlere uygun hareket edilmesini beklemek ve bu değerleri, her türlü iş ve faaliyet alanında gerçekleştirmek zorundayız. Çünkü, hayatımızın anlamı; bu değerlerin gerçekleşmesine bağlıdır.
Değerlerimizin hafife alınmasını bir kenara bırakalım, değerlerimiz ve yaşama felsefemizle alay eden bir medya, eğlence sektörü ve cinsiyete çağıran bir ticari sektör var. Eğer bir toplumda; başka bir ülkenin yönetimi altına girmek ister misiniz sorusuna hayır diyebiliyorsak, aynı şekilde başka ülke ve ideolojilerin hayat anlayış, kültür, zevk, hukuk ve iktisadi sistemine de “hayır” diyebilmemiz gerekiyor. İşte bir kültür ve medeniyetin insanı, bu şekilde ortaya çıkar ve kendi varlığını belli eder. Aksi halde, toplumsal sorumluluktan uzak kalmış olduğunu söylemek durumundayız.
Topluma sahip çıkma görevi:
Yazımın başındaki “toplumsal sorumluluktan kaçıyor muyuz” sorusunun cevabı, yaşadığımız hayata baktığımızda “evet” olarak gerçekleşiyor. Duygularımızı, düşüncelerimizi, ahlakımızı, tarihimizi hiçe sayan “çok yönlü baskılar” altındayız. Bize, bazı şahıslara, kesin kes tabi olmamız söyleniyor. Bazı kişilerin davranışlarına ayak uydurmamız gerektiği belirtiliyor. Kendi aklımızla değil, bazı kişilerin koyduğu kuralları eleştirmememiz isteniyor. Bu tür talepler, bizim insani tutumlarımızı ve tercihlerimizi belirleme özelliğimizden uzaklaştırarak, belli kişi ve sistemlere “köle olmamızı” sağlıyor.
Özellikle söylemek istediğim; bir kişinin, başka kişi ve güçlerin kontrolünde ve iradesi altında yaşadığında, zaten sorumluluk alabilme özelliğini ve niteliğini kaybettiğidir. Çünkü o, “uydu” bir kişidir ve kendisini yönlendirenlerin emriyle hareket ettiğinden dolayı, kendi iradesine tabi değildir.
Bu ülkede, inancına, medeniyetine ve tarihine şuurlu olarak bağlı olan kesimler; kendilerine ve değer verdikleri ideallere inanıyorlarsa, toplumu başka dünyalara götüren, gençlerimizi sahte hayaller ile bozmaya çalışan bu gidişata dur demeleri gerekiyor. Çünkü, bütün değerlerimiz ve bizi biz yapan özelliklerimiz, birer birer yok ediliyor.
Bu konuda çoğunlukla, ne siyasiler ve ne de fikir ve sanat adamları, bu “yok oluşun sancısı”nı duymadan, şahsi meselelerine odaklaşmış; toplumdaki sıkıntı, felaket, bunalım ve insanlığını kaybediş olaylarına yönelik kesin tedavi çabalarına yönelmiyorlar..
Sanki, Yunan’ın, Roma’nın, Emevi döneminin yozlaşması ve ahlak dışı olaylarını yaşıyor gibiyiz. Sistem, güçlüye veya otorite sahibine göre işliyor. Hak ve adalet, samimiyet ve fedakarlık neredeyse ortadan kalkmış gibi. Yeni bir dirilişe ihtiyacımız var. Kötüyü, yanlışı ve zararlıyı görüp de, ona karşı alternatif bir düşünce ve sistem getirmeye ihtiyaç var. Özellikle de, Müslümanların, yeniden “Müslüman olma” ya ihtiyacı var!.. Çünkü, ilahi mesajın insani ve toplumu ıslah edici davetini bilip, topluma sahip çıkmak görevi, başta onlara ait..
Şu önemli söz, ne de güzel şekilde durumumuzu açıklıyor: “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmak zorunda kalırsınız!.”
Prof. Dr. Sami Şener, Mirat Haber