Birinci Mektûb:

İnternet ve sosyal medya nesli yetişiyor İnternet ve sosyal medya nesli yetişiyor

{Merhûm İsmâʻîl Perîhânoğlu’nun istinsâh ettiği defterinin orijinalinin 1-7. sahîfeleri arasında bulunan bu mektûb-i şerîf, “Tasvîr-i Efkâr Gazetesi”nde neşr edilen “Esrârlı Hakîkatler” adlı tefrikaya cevâb olarak yazılmıştır.

“Cihâdın hakîkatlerini; hâlis, muhlis, sırf Allâhü Teâlâ’nın rızâsı için yapılan muhârebelerde İslâm mücâhidlerinin hîçbir zemânda, hîçbir mekânda mağlûb olmadığını; İslâm düşmânlarının kalblerine Allâhü Teâlâ’nın İslâm’ın mehâbetini, satvetini, hurmetini, şevketini yerleştirdiğini; Asr-ı Seʻâdet’den Birinci Dünyâ Savaşı’na kadar bu korkunun, bu satvetin, bu hürmetin kâfirlerin kalblerinden çıkmadığını ancak, sözle ve yazıyla ifâde olunamayacak kadar büyük suçlar ve âfetler olan ve o zemâna kadar hîçbir İslâm sultanının yapmadığı, akllarına dahî getirmediği Cihâd-i Ekber iʻlân etmek ve Sancâk-ı Şerîf’i çıkarmak suçlarını işleyerek dîn perdesi altında Osmânlı Devleti’ni Umûmî Harb’e sokan habîs, alçak idârecilerin, niyyetlerinin ve maksadlarının da habîs, alçak, fâsid olmasından ötürü müslimânların yenildiğini ve kâfirlerin kalblerininin derînliklerine kadar yerleşmiş İslâm hurmetinin, mehâbetinin, satvetinin, şevketinin kalblerinden çıktığını” bildirmektedir. Bu mektûb-i şerifin merhûm İsmâʻîl Perîhânoğlu tarafından yazılan nüshası ile merhûm Hattât Sâfî Beğ’in yazdığı nüsha arasında baʻzı farklar vardır. Hattât Sâfî Beğ Nüshası, biraz dahâ uzundur. Biz, ikinci nüshada olanları da alarak buraya yazdık.}

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.

Bizi İslâm Milleti’nden, müslimânlardan kılan Allâhü Teâlâ’ya hamd; Allâhü Teâlâ’nın {âlemlere rahmet} olarak gönderdiği Rasûlü’ne, O’nun Âilesi’nin, Ehl-i Beyti’nin, Evlâdının, Hânımları’nın ve Eshâbı’nın hepsine salât ve selâm ederim.

Efendim;

Birkaç söz arz etmek isterim. Muvâfık görülürse, aynen veyâhûd mes’elenin rûhuna dokunulmaksızın baʻzı kelimelerini taʻdîl ile gazetenizde derc edersiniz!

Gazetenizde intişâr etmekde olan “Esrârlı Hakîkatler” ünvânı altındaki tefrikanızda “Cihâd”, “Cihâd-i Ekber”, “Sancâk-ı Şerîf Çıkarılması”, “Şeyhulislâm’ın Beyânları” ve sâ’ir baʻzı ibâreler ve kelimeler gördüm. Gâyet parlak; fakat içyüzü hakîkatden çok, pek çok uzak ve çürük olan bu maʻnâlar, o zemânlar fiʻlen vukûʻ bulduğundan ve şimdi de gazetenizde tefrika dolayısıyla hâtırlattırıldığından; bu kelimeleri, İslâm Dîni’nin mâhiyyetine ve hakikatine âşinâ olmayan mü’min ferdlerin metîn iʻtikâdlarını ve îmânlarını sarsmakla ve düşmânların kalblerinde yerleşmiş olan İslâm mehâbetini ve hürmetini de kal’ ve kam’ eder, kökünden kazır olarak buldum ve anladım.

Efendim; “cihâd” kelimesi, Arab Lugati’nde “Tâm bir himmetle, gayretle çok çalışmak, cehd etmek” maʻnâsınadır. İslâm ıstılâhında da “Hâlisan ve muhlisan ancak ve ancak, sırf İslâm Dîni’nin ulviyyeti, yayılması, yardımı uğurunda tâm bir azmle, himmetle, gayretle, cehdle çarpışmak, döğüşmek, muhârebe etmek” demektir. “Cihâd”ın ve “gazâ”nın maʻnâsı birdir. Muhârebe, bu niyyetle olursa, “cihâd” olur ve mutlak sûretde ve her hâlde gâlibiyyetle, zaferle nihâyet bulur. Bu maksadla yapılan hîçbir muhârebe mağlûbiyyet ile bitmez ve bitmemiştir. Zîrâ, Allâhü Teâlâ’nın nusreti, yardımı cihâd edenlerle berâberdir. Bunun iki çeşît delîli vardır: Birincisi, naklî delîller yaʻnî Âyet-i Kerîmeler ve Sahîh Hadîs-i Şerîfler’dir. Bunlar, İslâm’ın hakîkatine âşinâ ve kalbleri bu hakîkate âgâh olanlara gâyet âşikârdır ve apaçık meydândadır. İkinci delîl ise, sûrî yaʻnî mâddî delîl olup, yukarıda beyân ettiğim vech ile, cihâd var iken İslâm’ın her yerde gâlib ve hâkim bulunup hîçbir zemânda, hîçbir mekânda ve hîçbir sûretle mağlûb olmadığı, mağlûb edilemediğidir ki, icmâlî olarak arz ederim.

Allâh yolunda cihâd eden iki yüz kişi de olsa, bir devlete gâlib gelir. Kılıç yaʻnî zemânın silâhı kâfîdir. Erzâka ve sâ’ireye lüzûm kalmaz. Evet, yeryüzünde on iki bin müslimân olsa, müslimânlar mağlûb olmaz. Fakat bu müslimânların bir imâm idâresinde bulunması lâzımdır. Müslimânlar müteferrika, darmadağınık olmamalıdır.

“Cihâd-i ekber” yaʻnî “en büyük cihâd”, her mü’minin bizzât kendisinin en büyük düşmânı olan nefsi ile mücâdelesinden, mücâhedesinden, muhârebesinden; kendi nefsi ile uğraşmasından; yaʻnî ahlâk-ı zemîmesinin ahlâk-ı hamîdeye tahvîline çalışmasından ibâretdir.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hicretlerinin başlangıcından Ebû Bekr-i Sıddîk’ın “radıyallâhü anh” halîfelikleri zemânına kadar olan seʻâdet devrinde yapılan bütün gazâlarda ve bütün seriyyelerde ya’nî gerek Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın emîr ve kumândân olarak bizzât bulundukları muhârebelerde ve gerekse nasb ve taʻyîn buyurdukları herhangi bir kumândânları idâresinde yapılan muhârebelerin hîçbirisinde, düşmânlarının her husûsda kendilerinden üstün bulunmalarına rağmen, İslâm mücâhidleri mağlûb edilememiş; on sene gibi cüz’î bir zemânda bir şehrden Arabistân Kıtʻası gibi geniş bir ülke İslâm’a dâhil olunup kâfirler yerle bir edilmiş; Ebû Bekr-i Sıddîk’ın “radıyallâhü anh” halîfelikleri zemânında Arablar ile yapılan bütün muhârebelerde İslâm mücâhidleri muvaffak ve muzaffer olmuştur.

İmâm-i Ömer “radıyallâhü anh”, on seneyi geçen halifelikleri zemânında her nereye teveccüh ettiyse, Allâhü Teâlâ’nın satveti ve nusreti kendileriyle berâber olduğu hâlde bütün muhârebelerde gâlib gelmiş, hiçbir yerde, hîçbir zemânda ve hîçbir sûretle mağlûb olmamış ve mağlûb edilememiştir. Yine halîfelikleri zemânında tâ Kum Dağları’na kadar bütün Afrîkâ Kıtʻası mübârek ellerine geçip Mısr ve Mısr Kıtʻaları İslâm Ülkesi’ne dâhil olup İslâm’ın satveti altına girmiş; Yemen, Asîr, Aden, Hadramût, Çelîpâr, Bahreyn, Meskat, Necd, Katîf İslâm hükmüne dâhil edilmiş; Arab Irâkı, Acem Irâkı, Kürdistân’ın temâmı, Acemistân, Efgânistân, Belûcistân, Nihâvend, tâ Filîpîn Adaları’na kadar ülkeler İslâmiyyet’in satvetine ve şevketine boyun eğmiş; Güneş’in doğup da battığı yerler arası hep îmân nuruyla nûrlanmış, her taraf İslâm ile şereflenmiştir. O zemânlar dünyânın en büyük iki devletinden biri olan Mecûsî Kisrâ Devleti mahv ve perîşân ve Mecûsîler darmadağın edilmiş; hadde ve hesâba sığmayacak kadar çok ganîmet İslâm’ın eline geçmiştir. Cüz’î bir zemân içerisinde İslâm’ın hükmü Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de, Güney’de velhâsıl dünyânın her tarafında tahkîm ve te’sîs edilmiştir.

Yine bu on senede Hind ve Sind ahâlîsinin büyük bir kısmı îmâna gelip İslâm ile şereflenmiş; Doğu Hindistân, Batı Hindistân, Deşt-i Kıpçâk, Güneş’e tapan bütün Türkistân ve o zemânın en meşhûr ve en muʻazzam şehrleri olan Hîve, Buhârâ, Semerkand, Taşkend, Gazneyn, Kandhâr ve Hârezm İslâm hudûduna dâhil edilmiş, buraların ahâlîsi İslâmiyyet ile şereflenmişlerdir. Kuzey’e doğru Kafkâs’a, Kırım’a ve Kazan’a kadar uzayan Rûs Memleketi de İslâmiyyetin satveti ve saltanatı altına girmiştir.

Emevî Melikleri zemânlarında yedi sene kadar devâm eden İstanbul muhâsarasında mücâhidlerin emîri Mesleme bin Abdülmelik, İstanbul İmparatoru’nu sulha mecbûr edip, imparatorun ahd ve vaʻd ettiği veçhile atının üzerinde Eğrikapı’daki sûrlardan şehre girip ve yine atından inmeden gittiği Ayasofya’dan taleb ettiklerini koparıp, alıp Şâm’dan İstanbul’a kadar bütün memleketleri zabt ederek buralarda İslâm ahkâmını icrâ etmiştir.

Endelüs’e geçen çok az sayıdaki İslâm mücâhidleri kendilerinden çok, pek çok sayıdaki düşmânlarına gâlib gelmişler; çok kısa bir zemânda koca kıtʻayı zabt ve İslâm hükmünü te’sîs, tahkîm ile ilmler ve maʻrifetler neşr etmişlerdir. Bağdâd Hükûmeti ve onlara tâbiʻ olan yirmi kadar İslâm Hükûmeti de İslâmiyyet’in esâslarını az bir zemân içerisinde âlemde yaymışlar, İslâm Mülkü’nü genişletmişler ve İslâm ahkâmını te’sîs ve tahkîm etmişlerdir.

Bunların hepsi, yukarıda icmâlen yazdığım hâlis ve muhlis niyyetlerle yapılan ve böyle olduğu için de Allâhü Teâlâ’nın nusretini ve zaferini vaʻdettiği cihâd idi. Sultân Salâhuddîn-i Eyyûbî de, senelerce devâm eden Ehl-i Salîb yaʻnî Haçlı Muhârebeleri’nde her sûretle mücehhez, mükemmel ve sayıca çok üstün Ehl-i Salîb’e Allâhü Teâlâ’nın nusretiyle karşı koyup galebe çalmıştır. Kralları başta olduğu hâlde bütün Avrupâ, bütün himmetlerine ve gayretlerine rağmen münhezim olmuş, bozguna uğratılmış; en büyük gâyeleri olan Kudüs’ü İslâm’ın elinden alamamışlar, büyük hüsrânlarla zelîl ve murâdlarına kavuşamadıkları hâlde dönüp gitmişlerdir. Haçlılar ile muhârebe eden İslâm mücâhidlerinin niyyetleri hâlis ve muhlis cihâd idi.

Dahâ sonraları, Osmânlı sultânları zemânında bütün Avrupâ ile yapılan Kosova Meydân Muhârebesi ve Fâtih Sultân Muhammed’in o zemânın en metîn, en muhkem, her taraftan denizle, kalın sûrlarla, birbirinin gerisinde kademeli su bendleriyle ihâta olunmuş dünyânın en müstahkem kalʻası İstanbul’u fethi de İlâhî nusret vâsıtasıyla ve buna vedîʻa olan cihâdla olmuştur. Bunun gibi, çocuklarının ve torunlarının az bir zemân içerisinde İslâm Mülkü’nü Viyana Sûrları’na kadar genişletip İslâmiyyet’in şevketini ve satvetini asrlarca icrâ etmeleri yine bu cihâda teferruʻ eden, bu cihâdla alâkalı İlâhî nusretledir. Çok yakın zemânda, Gâzî Edhem Paşa’nın emrindeki ve kumândâsındaki İslâm mücâhidleri yine bu İlâhî yardımla birkaç gün gibi cüz’î bir zemânda Yûnân’ı Atina’ya kadar sürdüler. Bunların temâmı cihâda vedîʻa olan nusretle icrâ edilmiştir ve bunun içindir ki, herbir muhârebe tâm bir zaferle ve gâlibiyyetle netîcelenmiştir.

Bu muhârebelerin hepsinde düşmânlar harb âletleri, techîzât ve sayıca dâ’imâ üstün ve kat-be-kat çok idiler. Bununla berâber kâfirler, muhârebelerin hepsinde yerle bir edilmişler ve müslimânlar dâ’imâ hâkim ve dâ’imâ gâlib olmuşlardır.

Asr-ı Seʻâdet’den bu son zemânlara kadar İslâm sultânlarından hîçbirisi tarafından “Cihâd-i Ekber” iʻlân edilmemiş ve “Sancâk-ı Şerîf” çıkarılmamış; bu, belki hâtırlarına bile gelmemiştir. Umûmî Muhârebe’de [Birinci Dünyâ Savaşı’nda] nasılsa işi elde eden rezîl ve alçak baʻzı kimseler, kendi fâsid fikrlerini, emellerini ve habîs maksadlarını dîn perdesi altında icrâ etmekte fâ’ideli gördüler. Buna binâ’en çok büyük, ifâde edilemeyecek kadar çok büyük iki suçu yaʻnî “Cihâd-i Ekber” iʻlânı ve “Sancâk-ı Şerîf”in çıkarılması gibi iki büyük suçu işlemekte bir be’s görmeyerek bu muhterem ibâreleri ve kelimeleri heder ettiler.

Dînde “Sancâk-ı Şerîf” çıkarmak yoktur! Hîçbir zemân böyle yapılmadı. Bunu, Enver Paşa ihdâs etti. “Cihâd-i Mukaddes” kelimesindeki “mukaddes” ibâresi, Hıristiyânlık’tan alınmıştır. İslâmiyyet’de “Kudsî” deniyor.

Umûmî Harb’deki “Cihâd-i Ekber” iʻlânı, şeytânın ilkâsıyla söylenmiştir. Bu, cihâd değildi. Onun için mağlûb oldular. Bunların gâyesi, Hilâfet-i İslâmiyye’yi yaʻnî İslâm Hilâfeti’ni, İslâm Halîfeliği’ni yıkmak idi. Allâh, belâlarını versin! Türkistân’da olup kâfirlerin tâm gâlibiyyetiyle netîcelenen ve birçok müslimânın heder olan kanı da yine o rezîl, aşağılık kimselerin eserlerinden olarak dökülmüştür.

1313 Yûnân Harbi [1897 Teselya Harbi] cihâd idi. 1293 [1877] Harbi, cihâd değil idi. Sultân Azîz’in vekîlleri tertîb etmişlerdi. Umûmî Harb’in [Birinci Dünyâ Savaşı’nın] büyük bir mağlûbiyyetle sona ermesi üzerine doğan iki fâhiş zarardan, iki büyük âfetden birisi; İslâm’ın hakîkatine vâkıf olmayan mü’min ferdlerin bu netîce ile “Hani yâ cihâdın galebesi, hani yâ cihâdın semeresi?!” diye iʻtikâdlarının zaʻfa uğratılması ve îmânlarıın sarsılmasıdır. Harbin büyük bir mağlûbiyyet ile sona ermesinin doğurduğu fâhiş zarardan ve iki büyük âfetden ikincisi, muhârebede gâlib gelen İslâm düşmânlarının öteden beri kalblerinin derînliklerine kadar nüfûz etmiş, işlemiş İslâm hürmetinin, mehâbetinin, korkusunun ve dehşetinin bu gâlibiyyetleriyle kalblerinden sökülmüş, atılmış olmasıdır. Bunlar, hep yerinde olmayan hareketlerin, heder edilen muhterem ibârelerin ve lafzların neticesidir.

Silsile-i Aliyye’nin Son Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri’nin Bütün Eserleri, Kutup Yıldızı Yayınları, 2019, s. 900-903