Dilden dile geçerken pestpayeleşen her mevzu gibi, «aydın sorumluluğu» lâfı da ayağa düştü... O gün bunu anlatıyordu... Kelimesi kelimesine hatırlıyorum:
— «İstidat nedir biliyor musun?.. Bir şeyi yapabilmeye doğuştan hazırlıklı olmak, yatkın olmak... Ama çalışmak olmadı mı istidat neye yarar?.. Üzerinde gezindiğin toprağın altı, altun dolu olsa, üzerinde meteliksiz olarak dolaşan adama ne faydası olur?.. Onu keşfetmek de çalışmak işi...
Çalışma da istidat; bir şube istidattan!..»
— «Bu bizzat imânla da alâkalı değil mi efendim?..»
— «Evet!.. Klişe tekerlemecileri nereden anlasınlar ki imân bir aksiyon davasıdır; nefsi zora sokabilme işi. Her ân yeni olmak, doymamak, yorulmamak, kanıksamamak, hep kendini aşmak; gaye yerinde dursun, bunun için «ihlâs»la çaba gösterilsin de, her zaman ulaşmak mümkün olmasa da ne gam!.. Bunun ıstırabı duyulsun yeter!.. Bir de çevreye bak: îmân ve ameli günlük solucan hayatının çeşnisi durumuna indirmiş, işini gücünü ve hatta nefes alıp vermeye kadar her şeyini dava için bileceğine, davasını artakalan zaman ve gücü çapma indirmiş, nihayet onu da bir futbol meraklısının gösterdiği kadar olsun gerçek dava alâkasına çevirememiş insancıklar.,. Hani nerede parayı Allah rızası için kullanmak üzere isteyen tüccar?.. Hani nerede önce istiklâl sonra istikbâl şuuruyla okuyan ve cayır cayır yanan genç?.. Zaten bu aşk olmadığı içindir ki, kafa yapısı ve fikir alâkası bir futbol maçının neticesini öğrenme merakından fazla olmuyor... Kendilerini kafa üzüntüsüne sokamıyorlar!.. Ama utanmadan «nefs terbiyesinden» dem vurabiliyorlar!.. «Bir günü bir gününe eş geçen aklanmıştır!» muazzam ölçüsü, insanı eritir... Ne yaparsan yap, yine de zamanını değerlendirememiş olmanın insanı su gibi eriten şuuru... Bu şaka maka değil, bir imân davasıdır; nefsine ne yüklersen yükle, «acaba daha fazlasına dayanamamam imân zaafı mı?» korkusu... Bayılıp düştüğün yatakta bile, kendine gelir gibi olduğun ân duyulan ilk duygu!..»
— «Velinin «ebulvakt-vaktin babası» olması...»
— «Evet. İnsan olmak iki ayak üzerinde durmak demek değil. Veli, vaktin babası ve «Bir gü nü bir gününe eş geçen aldanmıştır»ın hakikati ne tam uygunluk gayesini gösterir. Bize düşen, onların temsil ettiği mânâdan kıvılcımlar kapma ya bakmak... «Aydın, çağından sorumludur»... Bu söz, aslı ve hakikatiyle İslâmdadır; müslüman, zamanının sorumlusudur. Uzun söze ne hacet, zamanın hakkını verebildiğin kadar müslümansın... Bir sakal, bir teşbih, cimnastik yapar gibi namaz, tamam çok keskin müslümansın; yok öyle şey!.. Bugün Batı'nın tersinden yaklaşır gibi olduğu hikmetin aslı, esası, gayesi bizde, en mahrum olan da biziz!..
— «Efendim, zaten İslâmı yaşamaktan ne anladıklarına bakınca, ruhçu materyalizm gibi tuhaf bir durum ortaya çakıyor. Yapmaktan anlaşılan, dışyüz ve birkaç fiil. Çayı sağ taraftan dağıtan İslâmı yaşıyor ama, bunların gözünde «düşünmek-yapmak», yaşamak değil!.. Düşünmek yapmaktır, yaşamaktır; ama anlayan yok!..» — «Her şeye süflisi musallat; bunu da, «fikirle yapmalıyız!» tekerlemesiyle, bizzat fikrin «yapmak» olduğunu anlamayanlar katmerleştirdi... Lâfı tekerleyeceklerine, yapsalardı ya!.. Ne kadar zor bizim davamız!.. Bir yanda keyfiyetsiz kemmiyetin bir hiç olduğunu anlamayanlar; öte yanda, bizzat kendi mevzuundan başlayarak, keyfiyet olsa, bunun kemmiyet ihtiyacıyla kemmiyet plânına intikal edeceğini anlamayanlar... Ve herkes İslâmı yaşıyor!.. İslâmı yaşayamamaktan bahsederken de, kastettikleri şey bize ne kadar uzak!.. Büyük Fransız romancısı Balzak'ın bir sözü var ki, bayılırım; «Devler gibi eser vermek için, burjuvalar gibi çalışmalı» der... Biz daha doğrusunu şöyle ifadelendirebiliriz; «devler gibi eser vermek için^ karıncalar gibi çalışmalı!»... Çok çetin bir dâva; sana sendekini buldurma dâvasında, eğer sende birşey yoksa, şu sözlerim pörsüyüp gidiyor... Eğer ruhunda yanma istidadı, aşk ateşi varsa, bir tek kıvılcım yeter tutuşturmak için... Kimde ne olduğunu, kim nereden bilebilir?.. Hiç kimse karşımıza geçip de, geniş manâsıyla «dış oluş» tezahürü olarak görmediğimiz şeyin kendisinde mevcut olduğunu iddia edemez; geniş mânâsıyla «yapmak»... Anlıyorsun değil mi?.. Bizzat imâna bağlı keyfiyet, kemmiyet ihtiyacını doğuruyor; görünmek için kemmiyete ihtiyaç var!.. Ama keyfiyet olmadı mı, (geniş manâsıyla) eser dediğin, içi boş kabak; fikir, davranış, teşkilât, şu, bu, kendi kendinden ibaret bön lük, kofluk ve çirkinlik ifâdesi... «Dış oluş» görünüşü, kimin ne olduğunu ele veriyor, vesikalandırıyor!..»
— «İş dönüp dolaşıp ruh yokluğuna geliyor efendim...»
— «Ruh yok; büyük nasipsizlik, efsanevî kıtlık!.. Şimdi bir hususun daha altını çizeyim: İnsan için için mevzuunu heceledikten sonra, bunun «dış oluş» una geçerken, bulduğunu vesikalandırmak gibi bir işe girişiyor... Bütününü gördüğü şeyi, o şey ne ise, parça parça örüyor... Burada aramanın da ne demek olduğunu anlıyoruz; hâni bazen canımız birşey ister, onu yeriz değil, bunu yeriz değil, o değil, bu değil, şu değil derken> buluruz; «hah, işte bunu istiyormuşum!»... Bazen de doğrudan biliriz ne aradığımızı... Anlı yorsun değil mi?.. «Ne aradığımızı bilmeden, bulduğumuzun da ne olduğunu bilmiyoruz; eğer biliyorsak, aramak niye?» davası... Öyleyse, hem çalışmak ye hem de istidatla ilgili müphemlik, «dış oluş»ta açıklaşıyor... Her ân kendi kendini didikleyebilme istidadı, cins kafalara mahsus bir iş. Şöyle bir çevrene bak, kimi söyleyeceğini söylemiş ve bitmiş; nefesi o kadar!.. Eğer devam edi yorsa, etmese daha iyi cinsinden cevhersiz lâflar...
Bir atımlık topun olur, söylediğini söylersin ve bitersin; senin için en korktuğum şey de bu... Sakın ola ki, cücelere bakıp da kendini «tamam oldum!» tükenmişliğine terketmeyesin... Yaptığın işin yerini ve değerini bilerek, üzerinde tekrar tekrar durup yeniden heceleyerek, en küçükten kıvamlana kıvamlana sıra ile oluş prensibiyle hareket et... Aktüaliteye kapılıp yarınsız davranmayacağın gibi, bu günün haklımı vermeden de yarının hayâl olduğunu bil!.. Hiçbir zaman hedefi gözden kaybetmeksizin, (ki, bunu ne kadar tekrar etsek yeridir, çünkü iğdiş edilmiş kafaların hiç anlamadığı şeydir bu) , hedefe giden yolda şahsının sadece bir vasıta olduğunu idrak et ve istidadının gereğini yerine getirme sorumluluğu nu gözden kaçırma... Dikkat edersen çoğu, türlü lâflar altında ve tekerledikleri klişeler etrafında, vasıtayı hedefe üstün görüyor... Adam bir zaman edilen bir lâfa öyle sahip çıkıyor ki, o şartlar geçmiş olmasına rağmen davayı bir yana itip, şahsi yet bulduğu o lâfının veya davranışının şartlarını devam ettirmek istiyor!..»
— «Efendim...»
— «Sözümü kesme. Evet; meselâ, bir zaman kitap okudukları için içeri alman müslümanların müdafaasını yapmakla şöhret bulmuş bir avukat, onların püften bahanelerle içeri alınamaz olacağı şartları hazırlamaya çalışanlar karşısında, kendisinin sadece gerektiği yerde gerekeni yapmış olduğunu unutarak, karşı çıkıyor... Çünkü kitap okumaktan dolayı içeri giren olmazsa, şahsiyet bulduğu iş de olmayacak... Ağır bir hasta gelse de, ben de marifetimi göstersem diye düşünecek doktor ne kadar âdidir... Şimdi söyle bakalım, ne diyorsun?..»
— «Solcuların hâlini söyleyecektim efendim...
Onların hâli de, bizdekilerin ters yönde simetriği...»
— «Evet!.. Bugün Türkiye'de «akılcı yoldan, ümin yolundan» vesaire gibi tekerlemelerle, ne ilmin ve ne de akim ne olduğundan habersiz «ilericiler, ilericilikten ne anladıklarına dikkat edilirse, solcu da değil, modacıdırlar; «çağdaş fikir» vesaire gibi lâflarla, kendi fikirlerini «hakikat» açısından müdafaa etmek yerine «yeni» olduğu için müdafaa durumunda bulunanlar, (ki, aslında bu mânâda da çoktan geridirler), zımnen, yarın yeni bir fikir çıkarsa, çağdaş fikir olarak onun yanına geçeceklerdir... Söylediklerinin mânâsı bu. Bu takdirde, yarın başka bir fikrin kendi hakikatlerini yanlış çıkaracağını bile bile, bugün nasıl solcu olurlar?.. Eğer kendilerinden sonra hakikatlerini zedeleyecek bir fikir çıkmayacaksa, «çağdaşlık» lâfları ne mânâya geliyor; ayrıca bu, in san ve toplum meselelerinin kendi fikirlerinde son bulmasıdır ki, bu takdirde «insan ve toplum meselelerinin» her ân yeniliği ne olacak?.. Toplu mu devamlı değişen bir organizma olarak görürken ve mutlak bilgi olmayacağını bilirken, gerek diyalektik materyalizmin prensipleri, gerekse onun sosyal sahada müşahhaslaşması olan tarihî maddecilik, nasıl mutlak bir mânâya kavuşturuluyor?..»
— «Efendim, her mevzuda «ekonomik alt yapı ilişkilerinin doğurduğu üst yapı kurumu» deyivermek, derhal aydın sınıfa yükseltiyor adamları. Hepsi, taklid ettikleri adamların bile ne dediğini anlamamış, Türkiye şubeleri!..»
— «Bırak onu bunu; iktisat, insan ilişkilerinin doğurduğu bir netice vakıadır, insan ilişkilerinin sebebi değil... iktisat kitaplarının ilk girişte öğretilen gaye ve mânâsı nedir?.. İktisadın gaye ve mânâsı?.. Eğer insanlar istedikleri şeyi bulabilseler ve ihtiyaçlarını tatmin edebilseler, iktisadî ilişkileri sözkonusu olmayacağı gibi, iktisat ilmi de olmayacaktı. Eğer ihtiyaçları tatmin vasıtaları kıt olmasaydı, kıt vasıtaların dağılışına hâkim olan prensipleri tesbit işi olan iktisat da olmayacaktı. İktisadın tarifi şudur: «İktisatçı, nadir malların kullanılmasını mütalâa» eder; ve muhtelif malların muhtelif derecedeki nadirliğinin, bunlar arasında nasıl bir kıymet münasebetine vücut verdiğini, ister gayelerdeki ve ister vasıtalardaki değişmeler sebebiyle olsun, arz ve talep tarafından nadirlik şartlarında meydana gelen bir değişikliğin bu nis- betlere ne şekilde tesir ettiği hususları ile alâka dar olur»... İktisatın ilmi mânâsı bu... Bunlar iktisatın temeli olan ihtiyaç ve iş vakıalarını, 'insanın âlemdeki yerine kadar inerek tesbit ve buradan esere yükselme yerine, insanlar arasındaki ilk ilişkilerin üretim ilişkileri olduğunu göstermek için, siyasî ve iktisadî ilişkileri olmayan memleketlerin haritalarda yerlerini çizen ve silen felsefeye mensuplar... Hemen söylemeliyim; bizim gözümüzde ihtiyaçlar âleti değil, başın başında dil âleti ihtiyaçları doğurduğu için, ekonomik faaliyetler ruha bağlı bir zaruret olarak ruhî fakülte belirtirler... Evet... Biliyorsun felsefe tarihi baştanbaşa bir filozofun diğerine aksi dava yoluyla «yerine geçme-mirasçılık» hadisesi... Biri diğerinin yanlışını gösterdi mi tez olur. Kısa keselim: İnsanlar arası ilk ilişkiler üretim ilişkileri midir, yoksa insanların birbirlerini üretici olmanın dışında görmelerini sağlayan, üretim ilişkilerinin ötesinde birleştiren ilişki midir?.. Sorunun birinci kısmına «evet» diyene yuh!.. Aslında şimdi mevzumuz onlar değil, ama bir hususa dikkat ediyor musun bilmem: B i r ordu karşı orduyu yenmek için, mutlaka keşif yapar ve silâhının adedine kadar tesbit eder düşmanını... Ondan sonra hücumunu yapar, onu kuşatır ve yener... Bilelim tiplerimizi ve niçin muvaffak olduklarım... Dönemin asıl meseleye: Sen adamların fikrî ve ilmî olarak ne kadar «yobaz» ve «gerici» olduğunu anlattın mı, kendisine «gerici» ve «yobaz» sıfatını yakıştırmış olan içimizdeki gerçekten «yobaz» ve «gericiler» sana karşı çıkarlar. Çünkü bunlar ağlama da şahsiyet bulmuşlardır. İslâm düşmanları «gerici, yobaz» diyecek, bunlar da «bin senelik şanlı mazinin sahiplerine gerici diyorlar!» diye ağlayacaklar ve böylece dâva adamlıkları görülecek...
Öyle tuhaf bir psikoloji ki, gerici ve yobaz lâfını kullandın mı, «hayır ona değil, bana söyleyecektin» dercesine reaksiyon gösteriyorlar; bunlar hakikaten hem yobaz, hem gericidirler... Fikir, yüzüne sigara dumanı üflenmiş kedi gibi kaçırır bunları; fikirleri yoktur ve fikir diye birşeyin olduğunu rivayet cinsinden bilirler... Bir tekerlemedir gidiyor; İslâm gelmeli, onun için çalışıyoruz, getireceğiz filân... Nasıl getireceksin?.. B u senden tecrid olmuş bir şey, senin dışındaki bir şey, bir araba değil ki, ruh ve fikir istemez bir getiriş olsun!.. Kendine bak, niçin gelmediğini anla ve yalancıktan nefsinden şikâyet etme alçaklığı yerine de, alçaklığını gör ve insan içine çıkamayacak kadar utan... Utanmak; o unutulmuş bir şey!.. İmân davası, dünyaya bağlanmışlık için de hayatın bir çeşnisi olmuş... İmân olsa, tezahürleri olur yahu!.. Müslüman, kendisiyle, yanındakiyle, içinde yaşadığı topluma çözüm getirici tutarlığıyla, tek kelimeyle getireceğini «derinliğine ve genişliğine» insan tezahürleri hâlinde ortaya koymasıyla gelir... Ahlâk yok ahlâk!.. Bunlar ahlâkı, birbirlerine sırıtmak, zor karşısında kıvırtmak zannediyorlar. Zor karşısında kıvırtmak; malı tatlı, canı tatlı, kafadan yana üzüntüye gelemez, hiçbir rizikoya giremez... Biliyorsun her davaya aksi dava musallat!.. Hayvan, zamanın içindeyken zaman dışıdır; çünkü zaman şuura var... İnsan ise, «zamanın üstüne» çıkmaya davetli; müslüman, içinde bulunduğu zamanın sorumlusudur... Tek kelimeyle «zaman dışı»lıktan kurtulmak lâzım!.. Şu devir ve her devir için, insanoğlunu alâkadar eden hiçbir mesele yoktur ki, «bizi alâkadar etmez!» diyebilelim... Biz, her eğrinin doğrusunu göstermek, doğrusunu yapmak zorundayız; bir müslüman, özellikle de müslüman aydın, kendisiyle birlikte içinde bulunduğu çağdan, hattâ tohumları bugünde olan gelecek çağın «oluş»larından sorumludur... Kutuplardaki Eskimo'dan, Afrika'daki Zenciye kadar bütün insanlığı içine almayan gemi, bizim gözümüzde transatlantik değil, kıçıkırık bir çatanadır; ve davanın yüklediği mesuliyete mukabil, bugün müslüman geçinenlerin ar damarı çatlak hissizliğini görebiliyor musun?.. Biz, «cemiyetçi mütefekkirin işi olmayan» derinliğine yönü bir tarafa bırakarak, aydın olmayı «hadiseleri sadece seyretmek» olarak değil, hadiselere karşı alâkasız ol maya davet eden fildişi kulesine (!) çekilmiş yarım aydın olarak hiç değil, hayata yapıcı ve örgütleyici olarak katılma şeklinde anlıyoruz. Bizim için «aksiyoncu» vasfı olmayan, hele düzen değiştirme iddiasındaki aydm, tırnakları sökülmüş bir arslandan farksızdır; bir fareyi bile yakalamaktan aciz!.. Siz düşüncenin hareketle ilgisini, aydın sorumluluğunun ne demek olduğunu gösterdiniz; kırk senelik emeğimizin karşılığı, bunun öncüleri oldunuz... Şimdi sorumluluğunuz daha da büyük; sorumluluk şuura var, kafasının yerinde eşşek kafası taşıyana değil. Bu devrin gençlerine daha büyük sorumluluklar düşüyor; çünkü işin «muhtevanın döküleceği kalıp» yönünü gördüler... Biz dua ediyoruz, duanın gereğini yerine getirelim ve Allah'tan lütfedeceği mucizeyle, bu mânânın bir ruh yangını hâlinde herşeyi tutuşturup yerli yerine oturtacağı tecellisini isteyelim!..»
Günün ve her günün pişkinlerine her ân hatırlatılması gereken büyük bir ölçülendirmeyle bahsi noktaladı:
— «Aydın, kendi eliyle dünyayı kendine zindan edendir!»
Fethedilen yerde fatihçilik oynayan değil, her ân mevcudun ötesindeki meçhule atılan büyük kahramanlığın çilesini yaşayan insan!..
Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, s. 64-73