İslâm inkılâbını, fikir plânında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.

Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? İşte bütün mesele! Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek borcunu da yükleniyoruz.

Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır: Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde şahsî ruh ve akıl...

Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalâ edecek olursak, hüküm şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her şey, alttaki üsttekine tâbi olarak bu üç hakikat plânını yerine getirmekten ibarettir.

Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazî ifade çerçeveleri içinde herbiri sonsuz ve dipsiz sırların işareti ve bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mîzanı olan Şeriati, dâva ve gayenin ruhu; onun bâtını olan tasavvufu da, âlemin ve insanlığın kemâl sırrını saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır.

Öyle ki, baştan başa eşya ve hâdiseler plânına hâkim ve yeryüzünü maddî ve manevî bütün mevcutlariyle kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet ve hakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanadlariyle, bu kanadların ortasında ileriye doğru uzanmış bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir. Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçekleştiricisi halinde Şeriatle tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsî ruh ve akıl...

Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muazeneleştirmiş, zimmet ve matlüp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mîzana sokmuş, yapılacak ve yapılmıyacak her şeyi tesbit etmiş, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemiş, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmış, en uzak buğday başağının ucundaki taneden güneşin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her noktaya dikmiş ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermiş, yer yüzüne ve madde âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmiş, idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmuş, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve süküna varmış; kısaca, insan başını sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamış, plânlaştırmış ve bunun insan cemiyetini teşkilâtlandırmış, kâmil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğunu da, gerçek ve derin Müslümanın kısım kısım hüviyeti tâyin edilirken görülecek, İslâm inkılâbını yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.

Gerçek ve derin Mü’minde akıl

Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl başladığı noktada biterse, akıl da nihayet "mutlak" dan hiçbir şey anlıyamıyacağını anladığı yerde nihayete erer.

Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini "Sidretül - Müntehâ" ya kadar taşıyabildi; ve orada "Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!", dedi. "Ya buradan ileriye nasıl geçilir?" sualine de "Aşkla!" cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte, bütün nükte buradadır.

Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.

İşte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.

Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkümiyet neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır. Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.

Başyücelik Emirleri: Kanun - Necip Fazıl Başyücelik Emirleri: Kanun - Necip Fazıl

Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekün teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.

Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü "Allah ve Resulüne esir olan, hakikat ve hürriyete ulaşır!" düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu, hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi kendisini tahrip etmekten başka çare bulamıyan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire asgarîye dönen âzamî payı...

Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı vermiştir: "Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız..." Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey yapılamıyacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir.

Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartiyle, anlıyamadığını anlıyarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allahın sınırına baş eğmektir. Anlamadığını yine akıl anlıyacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i Ebu Bekr’in ölçüsü: "İdrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir" ...

Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a "Sen aklı tahrip ettin" diyen akılcılara karşı cevap şudur: "Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku, kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!..." Garp, İslâmiyetin getirdiği bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.

Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır. Şeriata köle, cihana sultan akıl...

Derin ve gerçek müminde tasavvuf, "Dışı ve içiyle İslâm" bahsinde dokunduğumuz gibi, dinin ve kendisinin bütün ruhudur.

Derin ve gerçek mümin, olanca dâvaları ve gayeleriyle girift ve ebedî insanı, girift ve ebedî oluş muammasını yalnız tasavvufta bulur; ve onu kâinatın topyekün hesabını veren biricik dünya görüşü kaynağı telâkki eder.

Derin ve gerçek müminde tasavvufun iki cephesi vardır: Biri, nihaî insan memuriyet ve mârifetinin, derinliğine doğru, fert ve iç hayat plânında en mahrem rejimi: öbürü de, bu rejimin, genişliğine doğru cemiyet ve dış hayat plânında akisleri, ilhamları, kıymet hükümleri ve bunlardan doğan dünya görüşü...

İnsanı bütün hilkat sırrına ulaştıran, derinliğine doğru fert ve iç hayat plânına bağlı üstün mârifet sahası, yani tasavvufun merkezi, dinin, ismine velî dediğimiz büyük oldurucu ve kurtarıcıları elinde en hususî kadrosunu belirttiği için, cemiyet sınırları ötesinde müstakil ve münzevi bir âlemdir. Bu âlem insan kitlelerinin ve kitle hayatının üstündedir; oraya, etrafına hiçbir iz yaymamış bir noktadan, tıpkı toprak altındaki periler sarayına girilir gibi münferit ve münzevi gölgeler halinde kayılır; ve orada, tek ve muazzam vâkıa olarak tek ve mücerred insan oluşunun sırları ve usulleriyle yüz yüze gelinir. Bu, insanı kendi üstüne çıkaran ve ölmezliğe erdiren ulvî ve bu selin doğurduğu içtimaî dâvaların dışındadır.

Fakat gaye, keyfiyet ölçüsiyle olduğu kadar kemmiyet ölçüsiyle de topyekün insanı kurtarmak ve onun kurduğu cemiyeti ana kurtuluş merkezinin etrafında inşa etmek olunca, derin ve gerçek müminde tasavvufun içtimaî fayda zaviyesinden en amelî cephesi, genişliğine doğru inkişaf eden sahadır; yani nakışlarında aslî marifet merkezinin akislerini, ilhamlarını, kıymet ölçülerini taşıyan büyük insan kitlelerine mahsus geniş hayat plânı...

Tek kelimeyle, şu kaskatı ve kaba hayat! Bütün dâva, şu kaskatı ve kaba hayatı, insan oluşunun gizli sarayına ve o sarayın en mahrem oluş hücresine yol veren büyük ve amelî bir avlu içinde kadroloştırabilmekte... İcabında o avluda kaybolup gizli fert iklimlerine dolacak istidatları, dâvanın bu cephesi cemiyetçi mütefekkirin işi olmayarak geniş kitle ve günlük yaşayış çerçevesi içinde en üstün dünya görüşüne kavuşturabilmekte... Böylece ferde ait büyük ve mahrem oluşun insan yığınları çerçevesinde başlangıç hayatını yaşatabilmek ve bu hayata mahsus bütün gaye kutuplarını müstakil olarak tesislendirmek borcu, derin ve gerçek müminde, tasavvufun ikinci, fakat amelî noktadan en hassas ve mühim cephesi olarak meydana çıkıyor.

Bu aziz borcun kefilleri de şâmil ve küllî şeriat dairesinin içinde tasavvuf ve onun içinde de tâbi ve münkad akıldır.

Gerçek ve derin mümin, tasavvufu Peygamberler Peygamberinin sonsuz bir nur okyanusu halinde bâtını diye tanır. Şeriat O’nun zâhiri; akıl da, kendi verâsındaki Peygamberlik tavrının mutlak hakikatine esir olduktan sonra gerçek idrake eren ve artık o zâhir ve bâtın plânına uygun olmak şartiyle her türlü arayıcılık ve buluculuk işine memur olan hizmetçi... Şeriat, tasavvuf ve akıldan ibaret bu üç kutup arasındaki âhenge eremeyen, derin ve gerçek mü’minden anlaşılacak mânaya uzaktır.

Tasavvufun genişliğine hayat plânındaki baş ilhamında, eşya ve hadiseleri daima öteleriyle tefsir ve en üstün illiyetleriyle tefahhus emri vardır. Tasavvuf ruhuna mâlik, derin ve gerçek mü’min gözünde dünya, her zerresiyle ilâhî hikmeti besteleyen ve Allah’tan başka her şeyin fenaya mahküm olduğunu terennüm eden bir senfonya tertibinden ibarettir. Dünya, gerçek varlıktan üzerine iplik gibi tek bir istidat ve ihtimal ışığı düşmüş öyle bir hiçlik plânıdır ki, bütün insanlık, muazzam bir hevenk şeklinde o incecik ipliğe yapışıp sonsuz kurtuluşa çıkabilir. Bu bakımdan başlıca hak, ötelere ve perde gerisindeki âleme mahsustur. Bu yüzdendir ki, âhiretin hakkı, dünya içinden tahsil edilir; ve yeryüzündeki her eser, su üzerine parmakla yazılmış mevhum satırlardan ibaret bulunduğu halde, bu satırları durmadan yazmak, vasıta-gaye telâkkisiyle borçların en azizi olarak tahakkuk eder.

Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Gaye - İnsan ve Ufuk - Peygamber "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi âhirete çalış!" emrini verirken, işte bu nâmütenahî derin ve girift hikmeti, zâhir ölçülerinin en kolay ve amelî ifadesi içinde heykelleştiriyordu. Ne çare ki, tasavvufun yalnız posasını yiyen sahte sofî, bu emirdeki dünya borcunu anlamaz ve marifeti dünyaya topyekün arkasını dönmek diye görür; şeriatın kışrının kışrında kalan ham ve kaba softa da, her şeyin âhiret gayesini ezbere tekrarlarken, dünyayı, şeriatta mevcut olmayan bir darlık ve havasızlık içine almaya çalışır. İşte, tasavvufla şeriatın hâlis verimlerinden mahrum ve tarih boyunca neler yaptığı ve ne tesirler bıraktığı malüm iki tipin tecelli şekli ve mânası!

Dünyayı dünya ve âhireti âhiret olarak, Allah tarafından biçilmiş en doğru sınırları içinde ele alan ve haklarını ona göre veren büyük tasavvuf zincirinin altun kolunda (Silsile- i Zeheb), en büyük Sahabî Hazret-i Ebubekir’den başlayarak, Şahı Nakşıbend, Ubeydullah Ahrâr, İmam-ı Rabbanî, Mevlânâ Halid gibi kutupların kutupları bulunduğunu ve bu kutupların ruh rejimini bilenler, içi yalnız Allaha bağlı insanın içtimaî fayda plânında en hareketli faaliyetlere nasıl büründüğünü ve hattâ bürünmeye mecbur olduğunu bilirler. Bu gerçek kahramanlarının tâbirine göre böyle insanların sırrı ve bâtını Hakla (Allahla), zâhirleri de halkla (dünyayla) dır. Şeriat dairesinin içinde tam ve hakikî tasavvuf anlayışı da sadece budur.

Büyük marifet yolunun gerçek kahramanları lisanında, içiçe olarak, Şeriat - tarikat diye ifadelendirilen oluş kademeleri ve Allahta fâni olmak diye hulâsalandırılan dâva, tasavvufun genişliğine cemiyet plânına tatbikî işinde, yine içiçe, Şeriat - tasavvuf ruhu ve tâbi akıl esaslarına bağlanacak; Allahta fâni olmak hikmetinin içtimaî hayata aksediş tarzı da, en üstün dünya görüşünde ve bu dünya görüşünün içtimaî hüviyeti ve nizamı içinde, yani cemiyette fâni olmak diye tezahür edecektir. Bu da, ferdî mârifete mukabil onun ilk ve yetiştirici zemini olarak, içtimaî mârifet olacaktır.

Hülâsa ve netice

Her şeyden evvel ve sadece küllî hakikat mizanının İslâmiyet olduğuna imân...

İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ilk bâtıl güdüm, reformacıların yoludur. Bunlar, İslâmiyetin bütün kâinatı ve topyekün vücut sırrını ihtiva eden asliyet ve saffetine nüfuz etmek yerine İslâmiyette bulunmadığını sandıkları farazî kıymetleri dışarıdan ona eklemeye çalışanlardır. Nefret!

İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ikinci bâtıl güdüm, havaî ve nefsânî tefsircilerin yoludur. Bunlar da mutlak kemâl belirten Allahın müessisesini keyf ve hevalarına göre aslî vaz’ından ayıran ve zevâle uğratanlardır. Yine nefret!

İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde üçüncü bâtıl güdüm, satıhcı ve kışırcı şeriatçilerdir. Bunlarsa, körü körüne bağlı oldukları dış hükümlerin iç çilesini çekmemek, küllî mânasını kaybetmek ve sadece sırdan ve incelikten ibaret mahrem delâletlerine yabancı kalmak suretiyle farkında olmadan, bizzat Şeriati zedeleyenler ve ona ihanet edenlerdir. Hep nefret!

İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde dördüncü bâtıl güdüm, sahte ve yalancı sofîlerin yoludur. Ve bunlar, birinci ve ikinci bâtıl güdümcülerle az çok müşterek olarak, güya bâtın yolundan dinin ve dinî emirlerin tamamlığını bozanlardır. Büsbütün nefret!

İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde beşinci bâtıl güdüm, ham ve kaba softaların yoludur. Ve işte bunlar, ikinci bâtıl güdümcüleri tersinden, üçüncü bâtıl güdümcüleri de yüzünden nefslerinde toplıyarak, Allah’tan gelen fazl, feyz ve rahmete set çekenlerdir. Daima nefret!

İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde biricik hak yolu, gerçek ve derin Müslümanların, hem zâhir ve hem bâtında dosdoğru istikametleridir. Kâinatın Efendisi ve Allah’ın Sevgilisine ait zâhirî cepheyle (Şeriat), bâtınî cepheyi (tasavvuf) bir arada birbirleriyle tam âhenk ve bilhassa Şeriate mutlak intibak halinde benimseyen ve topyekün dünya ve kâinata tatbik edenlerin yolu... "Fırka-i Nâciye - Kurtulmuşların fırkası" işte bu tek istikâmette yürüyenlere ait topluluk... "Sünnet ve Cemaat Ehli" topluluğu...

Gerçek ve derin Müslümanda şeriat, iyice bilindikten ve anlaşıldıktan sonra, tek zerresi ve noktası değişmez ve feda edilmez, topyekün dünya ve kâinatın bütün mesele ve dâvalarında mutlak mizan üssüdür.

Gerçek ve derin Müslümanda tasavvuf, din sarayının iç esrarına ait bütün bir kemâl ve mârifet hazinesidir ki, başında ve sonunda dâvayı, aynı sarayın dış mimarî cephesi ve ölçüler manzumesi olan şeriat mizanına tatbik etmekle kemâllendirir; ve Şeriate, mukaddes kabuğunu teşkil ettiği büyük ruhu refakat ettirir. Bizzat Şeriatın, teşekkülünü emrettiği bu ruh olmazsa, kabuğun içi boş kalır; kabuk olmayınca da hiçbir şey olmaz, yahut her şey bâtıl olur.

Netice

Günümüz, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasına ait (antitez) lerin, kendi kendisine yıkıldığı, yüzükoyun yere kapandığı ve tam iflâs belirttiği bir manzara çiziyor.

Bu neticeyi, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasının (tez) leri, kendi hamleleri sayesinde ve (aktif) plânda elde etmemiş, hattâ aksine, bu (tez) ler büsbütün mahküm edilmiş, prangaya vurulmuş; fakat karşı taraf, (antitez) ler cephesi, "kendi kendisine" diye belirttiğimiz ilâhî cilveyle, köküne kadar pörsük ve çürük olarak meydana çıkmıştır.

Günümüzü, 1960 - 1976 arası 16 yıllık zaman çerçevesi içinde ele alırsak, Türk milletinin bu devrede ne derin bir inkisar ve ıstırap yaşadığını, topyekün hayat şevkini ne türlü elden çıkardığını, başındaki idareye ve onun temel ölçülerine güven duygusunu nasıl kaybettiğini, dehşet ve ibretle görürüz.

Düne kadar Türk milletinin başındaki idare; bilmem kaç zamandan beri her ân ilerileyici bir seyr içinde, sular çekilince meydana çıkan yalı kazıkları gibi; mânevî dayanaklarının bütün kofluğunu göstermişti. Bugün de henüz, değişen bir şey yoktur.

Artık devrimler, verimler, anılar, kanılar, töreler, süreler, ulusal egemenlikler, toplumsal güvenlikler, özgür ülkeler, uygar ilkeler, Batıya bel bağlamalar, Batıdan kurtuluş sağlamalar; ve daha aynı lügatçeye bağlı nice nice damga ve klişe; onları kullanan ağızlarda posalığını bile kaybetmiş cansızlıktadır.

Günümüzde her şeyle her şeyin arası açıktır: Milletle hayatın, aydınla köylünün, halkla başındaki idarenin, baştaki idareyle millet temsilcilerinin, hükümetle icra kuvvetlerinin, tüccarla piyasanın, rençberle toprağın, öğrenciyle ders programının, akılla hakikatin, hakla terazinin, aynalarla yüzlerin, kalblerle dudakların, her şeyle her şeyin...

Hâsılı, bütün bir hayatın, bütün şubeleriyle yerinden oynadığı ve artık yerine oturtulamaz olduğu ve bu gerçeğin anadan doğma çırılçıplak meydana çıktığı gündür bu nâmübarek gün... 1923’den beri her devrenin birbirine ekleyerek getirdiği, ruhî, ahlâkî, siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî iflâs günü...

Hâlisiyet, samimiyet, emniyet, selâmet, gayret, faaliyet, hamiyyet, cesaret hisleri bulandıkça bulanmış; nuhuset havası çöktükçe çökmüş; ve koca vatan, kendi öz evinde ve öz eşyası içinde sürgün yaşayan boynu bükük insanlarla dolmuştur.

Manzara, kalın ve erkek çizgilerle budur; ve onun gayet ince bir mânası vardır: Ilık bir Mayıs gecesindeki küçük bir dürtüşle altı üstüne gelen perişan bir nizam zemininde, o dürtüş aslında bu perişanlığa aykırı olmadığı ve yeni bir şey getirmediği halde, birdenbire, bütün eski temel ölçüler, yalama somunlar misali, yerlerinden oynuyor ve bir daha eski yerlerini ve muvazenelerini kabul etmez oluyor.

Yani, yerinden oynatılan "kötü" den sonra, öyle bir loşluk doğuyor ki, artık "kötü" bile yerini bulamıyor.

Ve bizim (antitez) cephemize ait bu hezimet manzarası, bizim eserimiz değil de, kendi kendisinin, kendi kendisine meydana çıkan içyüzü halinde beliriyor. Ve bunun için küçük bir dürtüş yetiyor. Bu dürtüşün, her tarafa, her cepheye, hususiyle son 35 yıllık gidişe ait maskeleri düşürmekteki rolü inkâr edilemez.

İmdi, olanca çapımız ve gücümüzle meydan yerinde görünmek, Allahın haklı çıkardığı dâvamızı âbideleştirmek ve (tez)lerimize tac giydirmek vazifesi de şimdi belli oluyor.

Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü