1990'da Türk sinemasında görülmemiş bir manzara yaşanıyor; hiç alışık olmadığımız şekilde sarıklı, çarşaflı insanlar akın akın sinemaya gidiyordu.

Bir dönem, sinema görünce ardını dönüp kaçan bu kesimi salonlara çeken neydi?

Bu heyecanın, dalgalanmanın sebebi Yalnız Değilsiniz adlı bir filmdi ve o film, başörtüsü ile üniversitelere sokulmayan, sözüm ona 'laik' kesimlerce horlanan genç kızların dramını konu alıyordu.

(Masal değil, gerçek... Yakın geçmişte Üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşı meydanlarda sessiz sedasız oturma eylemi yapan genç kızların saçlarından sürüklenip kenara savruluşuna şahit olduk.)

İşte böyle bir ortamda, başörtülülere, 'Yalnız Değilsiniz' diyen cesur bir ses yükseliyordu sinema salonlarından...

Ama ortada bir tuhaflık vardı; böylesi bir film, neden müstehcen / pornografik filmlerin gösterildiği ucube salonlarda kendine yer buluyordu?

Sonradan öğrenecektik ki filmin önünü kesmek isteyenler, salon sahiplerini yakıp yıkmakla, öldürmekle tehdit ettikleri için Yalnız Değilsiniz gösterilecek salon bulamıyor, yapımcı şirket de çareyi kıyıda köşede kalmış bu kötü namlı, köhne salonlarda göstermekte bulunuyordu.

Ama ne maceralarla... Söz konusu 'pis' salonlar, bu 'İslami film' için bidonlar dolusu çamaşır sularıyla, deterjanlarla baştan aşağı yıkanıyor adeta kırklanır gibi aklanıp paklanıyordu.

O yıllarda 'İslamcı', 'dinci' diye taşlanan bu tür filmlerde oynatacak oyuncu bulmak da kolay iş değildi hani! Nitekim Yalnız Değilsiniz için Metin Serezli devreye girecek, 'korkmayın, ekmek parasıdır' diyerek oyuncuları cesaretlendirecek, mesela, başrol oyuncularından Murat Soydan, filme bu şekilde dâhil olacaktı.

Filmin yönetmeni Mesut Uçakan ve senaristi (aynı zamanda romanın yazarı) Üstün İnanç ile tanışmamız işte bir ortama denk düşer.

Dün, Cemil Vardar'dan 'Üstün İnanç vefat etti' haberi gelince... Zaman bir film şeridi gibi geriye sardı.

Gürül gürül, tok sesli, genelde neşeli ve ümitvar biri olan Üstün ağabey ile dergi ortamlarında tanıştık. Ben genç bir muhabirdim. Romanlarını yazdığı bir mekânda, Süleymaniye'de bir kahvede oturmuş, kitaplarından, senaryolarından, hatıralarından konuşmuştuk.

Üstün ağabey Tercüman kökenliydi, meslektaştık. Sonra İBB Gösteri Sanatları Merkezi müdürü oldu, tiyatro dersleri verdi, oyunlar sahneye koydu.

Necip Fazıl hayranıydı. Ki onun şiirlerini okuduktan sonra şiir yazmayı bıraktığını söylerdi. 'Üstadın şiirlerinde 'çıldırtıcı bir güzellik' (insanın aklını başından alan bir metafizik derinlik) var' derdi.

Anlatırdı... Üstün ağabeyin babası Fehmi Bey, bir konferansı sonrası Necip Fazıl'ın elini öpmek istemiş, fakat yaşça kendisinden büyük olduğu için büyük şair bu el öpme işine razı gelmemiş. Tatlı bir münakaşa... Öpeceğim, öpmeyeceksin derken... Necip Fazıl, Üstün ağabeyi yanına çağırarak elini öptürmüş, sonra da 80 yaşındaki Fehmi Bey'e dönüp 'şimdi elimi öpmüş oldunuz' demiş.

Üstün ağabeyin vefatından önceki son işi de Necip Fazıl ile ilgili hatıralarını yazmak olmuştu. Sanıyorum yarım kaldı.

Üstat hayranlığıyla birlikte şiir yazmaktan imtina edince geriye kalan iki aşkı daha vardı Üstün ağabeyin; edebiyat ve tiyatro... Güzel romanlar yazı; kimlik bunalımlarına, sosyal meselelere temas eden romanlar... Yalnız Değilsiniz, Ayıp Uşakları, Bir Kimlik Lütfen... Gazetelerde, dergilerde çalıştı, yazdı, yöneticilik yaptı. Üstün ağabeyin bütün eserleri en son Mihrabad Yayınları'ndan çıkıyordu.

'Bir kısım aydınların sustuğu zor zamanlarda öne çıkan, romanlarıyla, oyunlarıyla sesini gürleştiren, ismi gibi üstün bir idealin peşinde koşan gazeteci, yazar, tiyatrocu, senarist, Necip Fazıl'ın izinde Büyük Doğu'cu bir Üstün İnanç' geçti bu dünyadan.

Sohbetleri esnasında dilinin ucuna gelip de hatırlayamadığı bir şeyi kendisine hatırlattığınızda (hay yaşa) dercesine 'aşk olsun' diye refleks göstermesi ona has bir üsluptu.

Aşk olsun, mekânın Cennet olsun Üstün ağabey.

Bedir Acar, Akşam