(...) Sözde ilerlemeciler, Batıcılar veya yenilikçiler, ya da başka ne şekilde isimlendiriliyorlarsa, bunlar Müslüman aleminin her yerinde gerçek bir bahtsızlığı temsil ediyorlar. Zira sayıları oldukça fazladır, hükümet kademesinde ve eğitim sistemi başta olmak üzere umumiyetle kamusal hayatta nüfuz sahibidirler. İslam'ı sadece hocalar ve muhafazakarlara özgü gören, diğerlerini de bu yaklaşıma ikna eden modernistler, bu düşüncenin temsil ettiği her şeye karşı cephe almaktalar. Günümüzde Müslüman ülkelerde genel olarak utanç duymaları gereken şeylerle mağrur olan ve gurur duymaları gereken şeylerden utanan kişilere bakarsanız, bu "sözde reformcuları" tanıyabilirsiniz. Ekseriyeti Avrupa'da eğitim görmüş "babasının oğlu" olan bu şahıslar, döndüklerinde zengin Batı'ya karşı derip bir aşağılık hissi, kendilerinin de filizlendiği yer olan yoksul ve geri kalmış çevreye karşıysa özel bir üstünlük duygusu beslerler.
İslami terbiyeleri ve halkla manevi, ahlaki bağları olmadığı için onlar, hızlı bir şekilde temel ölçütlerini kaybeder ve yerel anlayış, gelenek ve inançları ortadan kaldırıp yerine yabancılarınkini getirerek bir gecede bu yerde, abartılı bir şekilde hayranlık duydukları Amerika gibi bir yer inşa edebileceklerini tahayyül ederler, standartlar getirmek yerine bir standartlar kültü tesis eder, imkânların geliştirilmesi yerine ise arzu ve heveslerini geliştirirler ki bu da rüşvet, ilkellik ve ahlaki kaosun önünü açar. Böyleleri, Batı dünyasının gücünün nasıl yaşadıklarıyla değil nasıl çalıştıklarıyla alakalı olduğumu kavrayamaz. Garbın kudretinin moda, tanrıtanımazlık, gece kulüpleri, genç nesillerin gevşekliğinde değil Batılıların olağanüstü hamaratlıkları, sebatları, bilgiye olan hakimiyetleri ve sorumluluk sahibi olmalarında olduğunu göremezler.
Yani asıl problem, içimizdeki Batılıların yabancılara özgü usuller benimsemeleri değil bunları nasıl kullanacaklarını bilmemeleri. Daha iyi şekilde ifade etmek gerekirse; bunların problemleri, neyin iyi olduğunu hissedebilecek kadar güçlü bir his geliştirememiş olmalarıdır. Böylece bir medeniyet projesinin kullanışı ürünleri yerine zararlı ve boğucu yan mamullerini aldılar.
İçimizdeki Batılıların eve getirdiği muhteviyatı şüpheli malzemeler arasında genellikle çeşitli "inkılapçı" fikirler, programlar ve reformların yanı sıra "tüm problemleri çözecek" belirli "kurtarıcı doktrinler" bulunuyor. Bu "reformlar" arasında inanılması güç sığ görüşlülük ve doğaçlama örnekleri mevcuttur.
Örneğin askeri liderliği kültürel inkılapçılığından üstün olduğu aşikâr olan ve Türkiye'ye hizmetlerine ilişkin anlatıların gerçekçi bir ölçüye indirilmesi gereken Mustafa Kemal'in reformlarından biri, fes giymenin yasaklanmasıydı. Oldukça kısa sürede görüldü ki şapkanın şeklini değiştirmekle insanların kafalarındakini ve alışkanlıklarını değiştiremezsiniz. Bu nedenle insanların gerçek pozisyonları bundan etkilenmemiş ve dün fes, bugün şapka giyen Türklerin problemleri tamamıyla aynı kalmıştır.
Bir asrı aşkın süredir Batı medeniyeti küresinin dışında kalan birçok ulusun önüne Batı medeniyetiyle münasebetlere ilişkin bir problem konulmuştur. Bu problemin çözümünde nasıl bir tavır takınılmalı? Tamamıyla ret mi, dikkatli ve ayarlı bir yaklaşım mı yoksa hiçbir seçenek gözetmeksizin bu medeniyetin tüm yönleriyle benimsenmesi mi? Birçok ulusun trajedi veya zaferleri, kaderlerini belirlemeye muktedir bu sualin nasıl cevaplandığına bağlı oldu.
Öyle reformlar vardır ki bunlardan bir ulusun bilgeliği parlar ve öyle reformlar da vardır bunlar kendi kendine ihanet mahiyetindedir. Japonya ve Türkiye örnekleri, bu açıdan modern tarihin klasikleri olarak görülebilir.
Evvelki asrın sonunda ve bu asrın başında bu iki ülke birbirine çok benzer ve mukayese edilebilir bir görüntü çiziyorlardı. Her ikisi de kendilerine özgü fizyonomileri ve tarihteki yerleri ile kadim imparatorluklardı. Her ikisi de neredeyse aynı gelişmişlik seviyesinde ve hem büyük bir ayrıcalık hem de muazzam bir yük olabilecek şanlı bir tarihe sahipti. Hülasası, her ikisi de gelecek için hemen hemen eşit şansa sahiptiler.
Daha sonra her iki ülkede de bilindik reformlar birbirini izledi. Yabancılarınkini değil kendi hayatını yaşamak isteyen Japonya, gelenekleri ve gelişmeyi bütünleştirmeye çalıştı. Türkiye'nin yenilikçileri ise, Türkiye için bunun aksi bir yol benimsediler. Bugün Türkiye, üçüncü sınıf bir ülke konumundayken Japonya ise dünya uluslarının zirvesine tırmanmıştır.
Türk ve Japon reformcuların felsefelerindeki farklılık belki başka hiçbir hususta olmadığı kadar bariz ve karakteristik olarak yazı meselesinde ortaya çıkar. Basitliği ile öne çıkan ve sadece 28 harfin olduğu Arap alfabesi dünyanın en kusursuz ve en yaygın alfabelerinden biriyken Türkiye bu alfabeyi kaldırmış, Japonya ise kendi içindeki "Romalıların" Latin alfabesinin kabulü cihetindeki taleplerini reddetmiştir Japonya, reformlardan sonra dahi 46 işaret ve 880 Çince ideogramı barındıran girift yazısını muhafaza etmeyi tercih etmiştir Bugün Japonya'da okur yazar olmayan yoktur. Diğer taraftan Türkiye'de, Latin alfabesinin kabulünden 40 yıl sonra, nüfusun yandan fazlasının okur yazarlığı yoktur. Bu netice, körlerin dahi görebileceği cinstendir.
Sadece bununla sınırlı değil. Kısa süre sonra meselenin sadece bir kayıt aracı olan alfabe olmadığı ortaya çıktı. Gerçek sebepler ve müteakip neticeler çok daha derin ve manalıydı. Tüm medeniyet-i beşer ve gelişmenin gayesi ve özü, yıkıp reddetmek değil devam ettirmek ve tekamüldür. Alfabe, bir milletin tarihi "hatırlama" metodu ve tarihte kalma gerecidir. Arap alfabesinin kaldırılmasıyla birlikte Türkiye, tarihinin yazılı olarak muhafaza edilen tüm hazinelerini büyük oranda kaybetti ve sadece bu hamleyle birlikte kendini barbarlık sınırına düşürdü. Buna "paralel" diğer reformlarla birlikte Türkiye'nin yeni nesilleri sırtlarını dayayacak manevi bir dayanak bulamadılar ve bir tür ruhsal boşluk içinde kaldılar. Türkiye, hafızasını ve geçmişini kaybetti. Böyle bir şey kimin için gerekliydi?
Bu sebeple İslam dünyasındaki reform taraftarları, yeni usuller benimseyerek kadim ideal ve değerleri değişen koşullar dahilinde ihya etmeyi başarabilecek türden bilge halk adamları olmadılar. Bilakis çoğu sefer buz gibi bir alaycı tavırla, bizzat kendileri bu değerlerin karşısına dikildiler. Akıllara ziyan bir sığ görüşlülükle milletin mukaddesatını çiğnediler ve hakiki olan hayatı yok ederek yerine imitasyon bir yaşam koydular. Türkiye ve başka yerlerde bu vahşiliğin neticesi olarak manevi açıdan kafaları karışık, kendi çehreleri olmayan ve kendi istikametlerine ilişkin hissiz, korsan-kopya uluslar ortaya çıkmış veya çıkmaktadır. Tıpkı Avrupalılaştırılmış şehirlerinin sahte ışıkları misali onlarda da hiçbir şey otantik olmadığı gibi her şey, gayri tabii ve hakiki şevk ve kudretten yoksundur.
Ne olduğunu ve köklerinin nereye uzandığını bilmeyen bir memleket nereye gideceği ve neyi hedef alması gerektiği hususunda açık bir algıya sahip olabilir mi?
Mustafa Kemal'in bazı reformlarını örnek vermek biraz aşırı gözükebilir lakin bu reformlar, Batılıların İslam dünyasının problemlerine olan her türlü yaklaşımları, İslam dünyasının problemlerini hangi metotlarla "tamir" etmeyi planladıklarım ortaya koyan şablonlar içermektedir. Bu, ulusun gerçek ahlak ve eğitimle kalkınması için zahmetli bir çalışmanın altına girmek yerine gerçek problemlerden kaçma, her zaman yabancılaşmayı tercih etme ve harici ve yüzeysel şeylere odaklanmaktır.
Devlet işlerinin idaresi böyle insanların eline kaldıktan sonra Müslüman bir ülkenin istiklâlinin ne manası kaldı ki? Hürriyetlerini nasıl kullandılar?
Bu ülkelerin her biri ideolojik rol model yabancıları alarak ve ister doğulu ister Batılı olsun yabancıların siyasi desteğini arayarak, yeni idarecilerinin sözüyle, gönüllü olarak tekrar esarete razı oldu. Muhteviyatı yabancı felsefe, yabancı hayat tarzı, yabancı yardımı, yabancı sermayesi ve yabancı desteği olan bir tür maddi ve manevi bağımlılık yaratıldı. Resmi olarak bağımsız olan bu ülkeler, gerçek istiklâle erişemediler çünkü gerçek istiklal, her şeyden önce manevi bağımsızlıktır. Manevi hürriyetini ilk sıraya koyarak onun için mücadele etmeyen bir milletin istiklali, kısa sürede bayrak ve milli marşa indirgenecektir. Gerçek İstiklâle nazaran bu İkisi oldukça küçüktür.
Bu nedenle de her yerde Müslüman halkların hakiki bağımsızlık mücadelelerinin yeniden başlaması elzemdir.
Aliya İzetbegoviç, İslam Deklarasyonu ve Tarihi Savunma, s. 24-30